Siyah Kalem

-
Aa
+
a
a
a

 

"...Ah güzel ahmet abim benim.

İnsan yaşadığı yere benzer.

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer..."

                                         

Edip Cansever

 

 

Profesör Mazhar Şevket İpşiroğlu ilk defa 1953 yılında karşılaştığı Siyah Kalem'e "Bozkır Rüzgârı' adını verir. Naçizane bir tesadüf: Bu ay Hayvan dergisine yazdığım, Neşet Ertaş ile Neşet Günal arasında paralellik arayan yazıma “Bozkır'ın Tezenesi ve Bozkır'ın Fırçası” adını koymuştum. (Neşet Ertaş'a “Bozkırın Tezenesi” adını takan kişinin Yaşar Kemal olduğunu belirtmeden geçmeyelim.)

 

Efsunlu bir şeydir bozkır. Fiziki coğrafyadan çok ruhsal coğrafyaya ait bir kavramdır. Her an sürprizlere gebe bir doğurganlık taşır. Neşet Ertaş'ın yanık bozlağına, Siyah Kalem'in esrarlı fırçasına ilham kaynağıdır.

 

1953'te, İstanbul’un fethinin 500. yılında, İstanbul Üniversitesi bir dizi etkinlik planlar. Bu kapsamda Sabahattin Eyüboğlu ile Mazhar Şevket İpşiroğlu, Topkapı Müzesi Kitaplığı'nda çalışmaya başlarlar. Açılacak sergi için Fatih Albümleri'ni  karıştırırken, değişik bir üslupla yapılmış şahane minyatürlerle karşılaşırlar. Bu aynı zamanda, 50 yıl önce sorulmuş ve halen cevaplanmamış bir dizi sorunun da miladıdır.

 

Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi'nde, “Ben Mehmed Siyah Kalem, İnsanların ve Cinlerin Ustası” adıyla açılan sergi son yılların en önemli sanat olaylarından biriydi. Sergi, Siyah Kalem ile ilgili soruları yeniden gündeme getirdi.

 

Kim bu Mehmed Siyah Kalem? İnsan ilk defa duyduğunda, “soyadı Siyahkalem olan bir Mehmed Bey herhalde” diye düşünmeden edemiyor. Pek öyle değil. Kahramanımızın soyadı kanunundan epey önce yaşadığı biliniyor. Hatta elimizde bundan daha net bir bilgi yok desek abartmış olmayız. Zira bu sergi vesilesiyle basılmış olan iki ayrı kitapta, birbiriyle çelişen çok sayıda tez var ki, aktarmaya  yerimiz yetmez.

 

Her şeyden önce nakkaşın adı konusunda bir mutabakat yok. Resimlerin üstündeki imzaların, daha sonradan başkaları tarafından atılmış olma ihtimalinin çok yüksek olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda tek bir kişi olmadığı, benzer üsluplarla sanat yapan birden fazla nakkaşın olduğu söyleniyor. Yine de sanat tarihçileri, şimdilik, bir referans olarak “Siyah Kalem” (Siyah Qalam) adını kullanmakta anlaşmış görünüyor.

 

Siyah Kalem'in hangi yüzyılda ve hangi coğrafya'da yaşadığı konusu da bir muamma. 12. yüzyıl'dan 17. yüzyıla uzanan bir zaman aralığından söz ediliyor. Coğrafya olarak, Türkçe konuşulan dünyanın tümüne işaret ediliyor. Bazı araştırmacılar, harita üzerinde İran, Türkistan, Maveraünnehir gibi adresler veriyor.

 

İpşiroğlu, bu çalışmaları göçebe bozkır sanatının en eski örnekleri olarak değerlendiriyor. Çin'den  İran'a kadar uzanan coğrafyada var olan rulo resim geleneğini de bunun bir kanıtı olarak görüyor. Hem taşıma kolaylığı, hem de yazılı metinlerle birlikte hikâye anlatmaya elverişli oluşları, rulo resimleri, göçebeler için kaçınılmaz kılıyor.

 

Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi'nden sonra,1514'te Osmanlı Sarayı’na getirdiği bu resimler, kesilerek dört ayrı albüme yapıştırılıyor. Metinlerinden kopan resimler, İpşiroğlu'nun ifadesiyle dilsiz kalıyor, toplumsal işlevini yitiriyor ve bir müze malzemesi haline geliyor.

 

Sergi için hazırlanan hacimli kitapta, İpşiroğlu'nun tezlerine karşıt birçok tez var. Bu anlaşılabilir bir şey, zira elde resimler dışında herhangi bir bilgi kaynağı yok.

 

Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim; okuduğum metinlerden sonra anladım ki, sanat tarihçilerinin işi çok zor; sanat yapıtlarını anlamlandırmak, konumlandırmak gibi bir sorunları var. Ama önlerinde eksik ve yanlış parçalarla dolu kocaman bir yapboz duruyor.

 

Onların durumunu biraz da fıkradaki Amerikalı'ya benzetiyorum; Amerikalı ile Türk yolda yürüyorlarmış. Amerikalı karşılarına çıkan ağacı göstererek sormuş:

 

-Biz buna “tree” deriz. Siz ne dersiniz?

 

Türk yanıtlamış:

 

-Valla, biz bir şey demeyiz. Yanından geçer gideriz.

 

Mehmet Güleryüz, Siyah Kalem'i, “Modern Türk resmi için özel bir dayanak noktası” olarak değerlendiriyor ve "Resim öğrencisi de olsanız, ressam da, büyük ressamlarla açıklayamayacağınız grift, zorlu bir ilişkiye girersiniz. Gördüğünüz resim sizi en çözülmez haliyle çarpmıştır" diyor.

 

Sanatçılarla tarihçiler arasındaki  en temel farklardan biri de bu bilinmezlik meselesi galiba. Tarihçiler, kendilerini sorulara cevap bulmak zorunda hissederken, sanatçılar böyle bir kaygı taşımıyor. Onlar cevap bulmak yerine, yeni sorular üretiyor ve sorularla besleniyorlar.

 

Gustave Mahler'le ilgili bir hikâye vardır. Üstat son bestesi üzerinde çalışıyormuş. Bir dostu bestenin çalınması bittikten sonra sormuş: "Çok güzel üstat, çok güzel. Bu bestenizle ne anlatmak istediniz?" Mahler bestesini bir daha çalmış ve adama dönmüş: "Bunu" demiş.

 

Başka sanat dallarında da durum çok farklı değildir. Bir çizere en çok sorulan birinci soru:  “Bununla ne anlatmak istiyorsunuz?” sa, ikincisi de “ Yazı yazıyor musunuz?” dur. Çizerler yazar zaten. Ama kullandıkları alfabe farklıdır: sonsuz sayıda eğrilerden oluşan bir alfabe. Çizmek akılla ilgili bir iş değildir ki, akılla anlaşılsın.

 

Buna rağmen sanat tarihçileri: "Elimizde Siyah Kalem'in metinleri yok. O yüzden bu resimler dilsiz "  gibi cümleler kurabiliyor.

 

Mehmet Güleryüz, Siyah Kalem'den etkilenen üç ressamdan söz ediyor. Bunlar, Yüksel Arslan, Ömer Uluç ve Güleryüz'ün kendisidir.  Birbirlerinden farklı tarzları olan bu ressamlar, Siyah Kalem'den de farklı biçimlerde feyz almışlardır.

 

Ben bu listeye İbrahim Balaban'ın da eklenebileceğini düşünüyorum. Balaban ile Siyah Kalem arasındaki akrabalık, İslamiyet’in heterodoks boyutunun yanı sıra, İslam-öncesi pagan ritüelleri, Şaman dansları, Yörük kültürü gibi  unsurlardan oluşuyor gibidir. (Balaban’ın Hallac-ı Mansur, Nesimi, Pir Sultan  vb. temalı resimleri, aklıma geliyor)

 

Güven Turan ise,  H.G. Wells'in ünlü romanı Doktor Moreau'nun Adası'nın sinema uyarlamalarına dikkat çeker. Ona göre Siyah Kalem'in resimlerinde bol miktarda yer alan, insanla hayvan arası canlılar (demonlar) o filmlere esin kaynağı olmuş gibidir. Güven Turan'ın açtığı kapıdan biz de girelim ve boyumuzdan büyük bir laf daha edelim.  Maurice Sendak ünlü bir çocuk kitapları yazarı ve çizeridir. Türkçe’ye çevrilen Canavarlar Ülkesinin Kralı kitabındaki bir çizim, Siyah Kalem'in Demonların Dansı adı verilen minyatürünü çağrıştırmaktadır.

 

 

Demonların Dansı, SiyahKalem                                     Canavarlar Ülkesinin Kralı'ndan, M. Sendak

 

"Her okuma metni yeniden üretir" derler. Bu, şüphesiz plastik sanatlar için de böyledir.