Saf Kalmak

-
Aa
+
a
a
a

Her canlı doğduğunda saftır.  Saflık, doğal olmak, özünü yitirmemek, başka şeylerle karışmamak, değişmemek, yalın olmaktır.  Saflığı kaybetmemek, kimilerine göre küçümsenecek  bir olgudur, kimilerine göre yüceltilecek. Sürekli daha fazlasını isteyen gelişim ve değişim meraklıları, 'enayi' yaftasını taşıma pahasına saf  kalmayı ilke edinen insanları anlamakta güçlük çekerler. Hele bu bir birey değil de bir işletme olunca durum daha da şaşırtıcı oluyor. Turizm gibi, suları fokur fokur akmakta olan bir gelir çeşmesinde yıkanmak yerine, uzanıp sadece birkaç yudum su içmekle yetinen bir  tatil köyünde geçirdiğimiz yedi gün,  yaşadığımız birçok güzelliğin yanı sıra bir işletme olarak da  saf kalınabileceğini kanıtlaması bakımından son derece eğitici oldu.

 

‘Tatil köyü’ deyince akla tenis kortları, jimnastik salonları, saunalar, yüzme havuzları ile  insanların tıka basa yemek yedikleri ve nerede ise zorla eğlendirildiği tesisler geliyor. Akdeniz’in parlak mavi sularının çakıl taşlı koylarının birinde tatilimizi geçirdiğimiz kamp, çam ormanlarının denize doğru koştuğu ve kıyıya  varmadan yavaşlayarak pembe zakkumlar, mor sümbüller, begonviller, aloe-vera kaktüsleriyle söyleştiği bir alanda yer alıyordu. 

 

 Atların, köpeklerin, tavukların serbestçe dolaştığı çayırları, içinde ördeklerin yüzdüğü küçük bir havuzu vardı. Denizin kıyıyı yararak içerilere doğru uzandığı bir girintide demirli iki üç balıkçı teknesi hafif dalgalarla sağa sola salınıp duruyorlardı.

 

Ağaçların altında, çalılıkların katkısıyla oluşan  kuytu köşelere kurulu çadırlar neredeyse görünmez olmuşlardı. Yer yer  hanımeli, portakal karışımı kokular insanı  rahatlatıyor, bazen de kendinden geçiriyordu.  Nadir bulunan çeşit çeşit kuşların  farklı ötüşleri  sessizliği bozmuyor, aksine güçlendiriyordu.  Adına tatil köyü denmesi gereken belki de böyle bir yerdi.

 

 İlk geceyi  çok büyük bir arazide yer almasına rağmen, yıllar içinde sayıları artmamış olan ağaç evlerden birinde geçirdik.  Merdivenli, yan duvarları yarı açık ve odundan yapılmış olan bu evlerde cibinlik altında  açık havada gecenin hafif ürpertici serinliği içinde en derin rüyalara dalmak mümkün. 

Gün ışıdığında ise tamamen dinlenmiş ve zinde olarak ayağa fırlamak. Takip eden gecelerde kaldığımız “bungalow” ise  ördeklerin yüzdüğü havuza bakan, minimum gerekli konforu sağlamak üzere düşünülmüş kerpiç bir yapıydı.  İçinde yemekhanenin bulunduğu tek katlı ana bina, kaldığımız “bungalow”a çok yakındı.  Gerek yemeklerin yenilebileceği kapalı alanda, gerekse bu alanın açıldığı bahçedeki masalarda oturan misafirler ortama uyarak birbirleriyle fısıltıyla konuşuyor, hiç gürültü yapmıyorlardı.  Akşam yemekleri sırasında bahçedeki tek aydınlatma meşaleler oluyordu.  Günlük olarak pişirilip hazırlanan taptaze ve son derece lezzetli sebzeler, etli yemekler, zeytinyağlılar ve salatalara  her gün değişik tatlılar eşlik ediyordu.

 

Gün içindeki faaliyetlerimiz denize girmenin dışında,  arkadaşımız olan  yöneticinin tabiriyle “çimenin büyümesini seyretmek” ten öteye geçemiyordu.  Hakikaten de kitap okumaya bile ihtiyaç hissetmiyor, bazen saatlerimizi sadece ve sadece doğayı seyrederek geçiriyorduk. Kitap okumak isteyip de yanında getirmeyi unutanlar veya getirdiklerini beğenmeyenler, her dilde okunmuş kitapların bulunduğu küçük bir kitaplıktan faydalanabiliyorlardı. Daha yapıcı olmak isteyenler için akla gelmedik bir olanak vardı.  Bir marangoz atölyesi.  Maharetine göre masalar, tabureler ve hatta sandalyeler üretenlerin bazıları, bunları kullanılmak üzere kampta bırakarak evlerine döndüklerinden,  birçoğu profesyonelce yapılanlardan da güzel olan eserlerini görmemiz mümkün oldu.  Yemekhanede kullanılan cam bardak ve küllüklerin hepsinin farklı farklı, renkli, sıra dışı işlemelerle süslü olduğu dikkatimizi çektiğinde, bunların yine kalan misafirler tarafından boyanıp bırakıldığını öğrendik.  Cam boyama ve süslemesi ile tatilini  değerlendirmeyi  tercih edenler oluyordu. Spor meraklıları ise  kampın ahırlarında bakılan atların üzerinde gezintiler yapabiliyor, veya çam ormanlarının içine dalıp ta Fethiye’ye kadar uzanan Likya yolunda uzun yürüyüşler yapabiliyorlardı.

 

Bu tatil köyünün yöneticileri, işletmelerinin saf ve aynı kalabilmesi için özel bir çaba gösteriyorlar. Fazlasıyla geniş bir arazileri olduğu halde,  daha çok para kazanabilecekleri yeni binalar eklemiyorlar.  Tabelaları o kadar az ve gösterişsiz ki, arazinin yolunu bile bulmakta zorluk çekiyorsunuz.  Reklamdan o kadar kaçınıyorlar ki güneşin ağaçlar ile denizin arasında  dans ettiği bu cennetin adını ne yazık ki size veremiyorum.