Rüyalar, hayaller ve sanrılar

-
Aa
+
a
a
a

El-Ahram30 Ağustos 2003Cumhuriyetçi Parti'nin Teksas senatörü, parti grup başkanı ve Washington'daki en güçlü dört adamdan biri olarak tanımlanan Tom Delay, Temmuzun son günlerinde Ortadoğu yol haritası ve bölge barışının geleceğine ilişkin görüşlerini açıklayıp rahatladı. Konuşması, daha sonra yaptığı İsrail ve birçok Arap ülkesini kapsayan geziyi duyurmak amacını taşıyordu. Gezi sırasında da fikirlerini açıkça söyledi. Bush yönetiminin yol haritasını desteklemesine kesinlikle karşı olduğunu açıkça ilan etti. Özellikle de haritada bir Filistin devletine yer verilmesine karşı… “Bu bir terörist devlet olur” dedi üstüne basa basa.  "Terörist" kelimesini şartları, tanımı ve somut özellikleri dikkate almaksızın kullanmak, resmi Amerikan konuşmalarında adet haline geldi. Delay İsrail'e ilişkin görüşlerine de "Hıristiyan Siyonist" inancından aldığı yetkiyle vardığını ekledi. "Hıristiyan Siyonist" deyimi sadece İsrail'e ne yaparsa yapsın destek verme anlamına gelmiyor. Aynı zamanda Yahudi devletin dini hakkına dayanarak, birkaç milyon “terörist” insan ne kadar zarar görürse görsün, şu anda yaptıklarına devam etmesi anlamına geliyor. ABD'nin güneydoğusunda Delay gibi düşünenlerin sayısının 60-70 milyon gibi muazzam bir rakama ulaştığı unutulmamalı. Bunların birisi de, hidayete erip tekrar Hırıstiyan olan, İncil'de yazılan herşeye harfi harfine uyulması gerektiğini düşünen George W. Bush'tan başkası değil. Bush onların lideri ve -bana göre kazanamayacağı- 2004 seçimlerinde onların oylarına güveniyor. Yurtiçinde ve yurtdışında uyguladığı yıkıcı politikalar yüzünden Bush'un başkanlığı tehdit altında. Onun için Bush ve seçim stratejistleri Hıristiyan sağ oyları, özellikle Orta Batı bölgesinde artırmaya çalışıyorlar. Bütün bunları birleştirirsek, Hıristiyan Sağcı görüşle, çılgıncasına İsrail yanlısı, büyük lobi gücüne sahip neo-con hareketi bir ortaklık oluşturuyor. Bu ortaklık Amerikan iç politikasında korkunç bir güç. Ne yazık ki Ortadoğu tartışmaları işte bu ortamda yapılıyor. Şu daima akılda tutulmalı; Amerika'da Filistin ve İsrail bir iç mesele gibi görülüyor, dış politika meselesi gibi değil.

 

Filistin’e engel, din adınaDelay'in söyledikleri aşırı dinci birinin fikirleri veya tutarsız bir kuruntunun dağınık sayıklamaları olabilir. İnsan bu görüşleri saçma diye niteleyip bir kenara atabilir. Ama bu görüşler Amerika'da kolay karşı çıkılamayan bir dilin gücünü temsil etmekte. Çünkü çok sayıda Amerikan vatandaşı, gördükleri, inandıkları ve bazen yaptıklarında Tanrının yol  gösterdiğine inanıyor. Başsavcı John Ashcroft'un her iş gününe ofisinde toplu ibadet ile başladığı belirtiliyor. Alâ, insanlar ibadet edebilirler, anayasaya göre mutlak din özgürlükleri var. Ama Delay bütün bir ırkın, Filistinlilerin, tamamen  “teröristlerden,” yani bu sözcüğün Washington'ca yapılan yeni tanımıyla insanlığa düşman olanlardan oluşan bir devlet kuracaklarını söylemekle, onların kendi geleceklerini belirleme hakkına ciddi bir şekilde engel oluyor, onların sırtına çekilecek yeni cezalar ve acılar yüklüyor. Bütün bunları din adına yapıyor. Ne hakla? Delay'ın duruşundaki katıksız insanlık dışılığı ve emperyalist küstahlığı ele alalım: Onun gibiler, onbin mil ötedeki güçlü ve yüksek yerlerinden Filistin'in özgürlüğünü geciktirmeye, yıllarca sürecek fazladan baskı ve acı yaratmaya karar verebiliyorlar. O kadar cahiller ki, Arap Filistinin yaşadığı hayat hakkında, ancak aydaki adamın hayatı hakkındaki kadar bilgileri var. Delay bütün bunları, kanıt ve mantığın geçerli olmadığı kendi Hırıstiyan Siyonizmi öyle emrettiği için yapıyor. Böylece Kongre, buradaki İsrail lobisinin ve tabii oradaki İsrail hükumetinin yaptıklarının üstüne yenilerini ekliyor. Filistinli erkek, kadın ve çocukların yollarına yeni engeller, yeni barikatlar dikiyor. Bu kadar kolay işte…

  Cumhuriyetçilerin güçlü isimlerinden, Tom Delay

Delay'in söylediklerinde bana çarpıcı gelen sadece sorumsuzca ve uygarlık dışı (teröre karşı savaşta çok kullanılan kelime) bir şekilde ona karşı hiçbir kötülük yapmamış insanları yok sayması değil.  Aynı zamanda Ortadoğu, Araplar ve İslam'la ilgili tartışmalarda ve bu konulara ilişkin politikalarla ilgili söylediklerindeki gerçekdışılığın, saplantılı gerçekdışılığın, resmi Washington ağzıyla çoğu zaman tıpatıp aynı olması. 11 Eylül olaylarından bu yana geçen zaman içinde bu şiddetli, hatta deli saçması kültürlerarası ayırma yeni zirvelere ulaştı. Hiperbol tekniği, yani bir durumu açıklamak, abartarak açıklamak için gittikçe şiddeti artan ifadeler kullanma tekniği, kamuoyunu teslim aldı.
Bu tabii ki Bush'un metafizik ifadeleriyle başladı: İyi ve kötü, şer ekseni, Allah'ın ışığı ve terörizmin kötülükleri hakkında tabiri caizse tiksindirici iç dökmeler. Bunlar insanlık tarihi ve topluma ilişkin dili, dayanaksız ve işlevini kaybetmiş, yeni bir katıksız polemik platformuna taşıdı. Bütün bunlar bir taraftan da  dünyanın geri kalanına neden sonuç ilişkilerini araştırma, aşırılıktan kaçınma, uygar ve akılcı olma konusunda verilen vaazlar ve bildirimlerle bezendi. Buna karşılık mutlak yönetim güçleriyle klimalı lüks Washington ofislerinde oturan politika belirleyicileri, burada bir rejim değişikliğine, şurada bir işgale, bir başka ülkede “yeniden yapılandırmaya” karar verebiliyorlar. Demokrasi fikrinin kendisi dahil, demokratik değerlerin geliştirilmesi ve uygar tartışma ölçülerini belirlemenin yolu bu mudur?

Araplara “bilimsel” açıklama19. yüzyılın ortalarından beri Şarkiyatçı tezlerin ana temalarından biri, Arapça ve Arapların hem düşünce hem de dil olarak gerçeklere önem vermeme müptelası olmalarıdır. Birçok Arap da bu ırkçı deli saçmasına inanmaya başlamıştır. Sanki Arapça, Çince veya İngilizce gibi ulusal diller, onları kullananların düşüncelerinin doğrudan temsilcisi olabilirmiş gibi. Bu düşünce 19. yüzyılda sömürge baskısını mazur göstermek için kullanılan ideolojik cephanenin bir bölümüdür: Thomas Carlyle'a göre “Zenciler” doğru konuşamazlar, o halde esir kalmalıdırlar; Ernest Renan'a göre “Çince” muğlaktır bu yüzden Çinli erkek ve kadınlar sapkındırlar, baskı altında tutulmalıdırlar; ve bunun gibi şeyler. Artık günümüzde bu gibi düşünceleri, kimse ciddiye almıyor. Tabii Araplar, Arapça ve Arabiyatçılar için bu geçerli değil. ”Tarihin sonu” düşüncesiyle birkaç yıl önce kısa süreliğine ün kazanan filozof ve sağ görüşlü ahkam kesici Francis Fukuyama, Dışişleri Bakanlığının Arap yanlıları ve Arapça konuşanların işine son vermesi gerektiğini söyledi. Çünkü bu dili öğrenince, Arapların yanılsamalarını da öğreniyorlardı! Bugün, üstatlardan Thomas Friedman dahil, medyadaki her köy filozofu aynı telden gevezelik ediyor, Araplara kendi bilimsel açıklamalarını getiriyorlar. Arapçayla ilgili birçok yanılsamadan biri de Arapların kendileri hakkında inandıkları “mitos.” Friedman ve Fouad Ajami gibi otoritelere göre Araplar bayrakları olan aşiret  ve göçebelerden oluşan gevşek bir topluluk yapısında, ama gerçek bir kültür ve halkmış gibi ortaya çıkıyorlar. Bunun Şarkiyatçı bir sanrısal yanılsama (hallucinatory delusion) olduğu söylenebilir. Tıpkı Filistin'in eskiden boş olduğu, Filistinlilerin orada olmadığı, zaten onların bir halk sayılmadığı şeklindeki Siyonist inanç gibi. Korku ve cehaletle yapılan varsayımlarının geçersizliği bu derece açık olan birşeye karşı çıkmaya hiç gerek yok.Ama hepsi bu değil. Araplar daima gerçekle başedebilme yetenekleri bulunmayan, gerçekler yerine süslü sözleri tercih eden, kendine acıma ve kendini büyük görme bataklığını, gerçekten yana akılcı düşüncelere yeğleyen insanlar olarak görülmüşler. Yeni moda, Arapların kendini suçlama eğilimine “tarafsız” bir kanıt olarak geçen yıl çıkan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Raporu'nu göstermek. Raporun kendisi önemli değil. Daha önce de söylediğim gibi, rapor düşünceleri sığ ve yetersiz bir lisansüstü sosyal bilim öğrencisinin tezi niteliğinde. Amacı zaten Arapların kendilerinin bile bu gerçekleri dile getirdiklerini kanıtlamak. Düzeyi İbn-i Haldun'dan bu yana geçen yüzlerce yıldaki analitik literatürün çok ama çok altında. Bütün bunları ve raporu yazanların keyifle görmezden geldikleri emperyal kapsamı bir kenara bırakmak ve sözkonusu kişilerin Amerikan pragmatizmi saflarında yer aldığını göstermek belki daha iyi olur.

 

Zorlama emperyal varsayımlar

 

Diğer uzmanların çoğu sık sık Arapçanın muğlak, bir şeyi açıklıkla anlatabilme imkanından yoksun bir dil olduğunu söylüyorlar. Kanımca bu gözlemler ideolojik açıdan üstünde tartışmaya değmeyecek kadar kasıtlı. Eğer Amerikan pragmatizminin büyük başarılarından birini inceleyip, bu başarının şimdiki liderlerin ve yetkililerin gerçekle akılcı ve realist şekilde başedebilmelerinde nasıl yararlı olduğuna bakarsak, bu fikirlerin nasıl ortaya çıktığını anlayabiliriz sanıyorum. Tartıştığım konudaki ironinin hemen anlaşılabileceğini umuyorum. Düşündüğüm örnek, savaş sonrası Irak'a ilişkin Amerikan planları. Bu konuda 4 Ağustos tarihli Financial Times'ta tüyler ürpertici bir hikaye var. Bush yönetiminin en güçlü, seçimle gelmemiş, İsrail'in Likud partisiyle yakın bağları olan, şahin neo-con'ları, Douglas Leith ve Paul Wolfowitz Pentagon'da bir uzmanlar grubu kurmuşlar. Bu grup “bunca zamandır bu işin (savaş ve savaş sonrasının) argo tabiriyle bir çalım satma (cakewalk) şeklinde, yani hiçbir çabaya gerek kalmayacak kadar kolayca gerçekleşeceğini’ düşünüyormuş. ‘Bütün iş’ 60-90 gün arası bir sürede olacak, bir takla…ve Çelebi ile Irak Ulusal Konseyi'ne devir teslim. Böylece Savunma Bakanlığı bu işten yakayı çabucak sıyıracak, tereyağdan kıl çeker gibi hızla oaradan çekilecekmiş. Ortaya uyanışıyla başbaşa bırakılmış, istediğimiz gibi yumuşak başlı ve demokratik bir Irak çıkacakmış. İş bu kadar basitmiş.”

 "Karnesi pek iyi sayılmaz..." ABD'nin atadığı Irak Ulusal Konseyi Başkanı Ahmet Çelebi geçen hafta Ankara'daydı (Reuters)

Tabii artık bu zorlanmış emperyalist varsayımlarla savaşıldığını ve Irak'ın işgal edildiğini biliyoruz. Muhbir ve bankacı olarak Çelebi'nin karnesi pek de iyi sayılmaz. Şimdi kimse kendisine Saddam'ın devrilmesinden sonra Irak'ta neler olduğunun hatırlatılmasını istemiyor. Harabeye ve mezbahaya dönen Irak. Müze ve kütüphanelerin yağma ve talanı (üstelik bunların korunmasındaki sorumluluk kesinlikle işgal gücü olarak ABD'ye düşüyor). Altyapının tamamen felç olması. Iraklıların düşmanlığı (demek ki her şeye rağmen homojen ve tek bir grup değilmişler). Anglo-Amerikan güçler. Kıtlık ve asayiş yokluğu. Hepsinden önemlisi, Garner, Bremer, onların dalkavukları ve askerlerin, Irak'ın savaş sonrası sorunlarını çözmede gösterdikleri, bu kelimenin altını çiziyorum, “insani” beceriksizlikleri...
Bütün bunlar Amerikan düşüncesinin yıkıcı sahte pragmatizmini ve sözde gerçekçiliğini kanıtlıyor. Halbuki Amerikan düşünce tarzının Arap düşünce tarzıyla taban tabana zıt olması gerekirdi. Hani şu bir halk bile olmayan, hayallerle dolu, dilleri kusurlu Araplarla. İşin doğrusu şu; gerçeklik, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar bireylerin emri altında olamaz, bazı halklara ve onların düşünce tarzlarına diğerlerininkinden daha sıkı sıkıya bağlı da değildir. İnsanlık durumu, deneyime ve yorumlamaya dayanır ve bunlar da asla tek bir güç tarafından tamamiyle baskı altına alınamaz: Aynı zamanda bunlar tarihte insanlığın ortak alanıdır. Wolfowitz ve Leith'in yaptıkları korkunç yanlışın özünde, çok daha karmaşık ve inatçı gerçeğin yerine soyut ve cahil bir dili kibirle koymaları yatıyor. Dehşet verici sonuçları önümüzde.

Çukurdaki ırkçılık

Artık dil ve gerçeği sadece Amerikan gücünün malı olarak gören ideolojik demagojiyi, veya Batılı görüş açısı denen şeyleri kabul etmeyelim. Meselenin özü tabii ki emperyalizm. Adalet ve ilerleme adına dünyayı Saddam gibi kötü kişilerden kurtarma görevini, sonuç olarak adi bir işi, kendi kendine üstlenme. Irak'ın işgali ve terörizme karşı Amerikan savaşının kabul görmeyen revizyonist bahaneleri, geçmişte başarısızlığa uğramış bir imparatorluktan, Britanya'dan ithal edilme. Bu bahaneler Amerika'ya Britanya'dan gelme gazeteciler tarafından gerçekler ve tarih saptırılarak, kaba bir şekilde, fakat korkutucu bir belagatle ortaya konuyor. Bunlar mertçe ortaya çıkıp; “evet biz üstünüz, yerlilerin kötü ve çağdışı birşey yaptıklarını düşündüğümüzde, gidip onlara ders verme hakkına biz sahibiz” diyemiyorlar. Peki bu hakkımız nereden geliyor? Amerika'nın izlemesini istediğimiz, 500 yıllık imparatorluk yönetimi tecrübemizle tanıdığımız bu kıtık saçlı yerliler hata yaptılar: Bizim üstün uygarlığımızı anlayamadılar, onlar batıl itikatlara ve fanatizme bağımlı, cezalandırılmaya müstahak ıslah kabul etmez zorbalar. Biz de Allah'ın izniyle uygarlık ve ilerleme adına bu işi yapacak ve onları cezalandıracağız. Eğer bu çok fazla efendiye hizmet etmekten ahlakla hiçbir bağları kalmamış medya cambazları, Marksist olmadıkları ve İngilizce dışındaki bütün diller ve bilimsel çalışmalar hakkında son derece cahil oldukları halde, bir de kendi görüşlerini pekiştirmek için Marks ve Alman bilimcilerden alıntı yapmayı becerebilirlerse, çok daha zeki görünebilecekler... Ne kadar süslenirse süslensin, buna çukurdaki ırkçılık denir.

Sorun Amerikan gücünün medyadaki temsilcilerinin ve polemikçilerinin düşündüğünden çok daha derin ve ilginç. Bütün dünya büyük bir şaşkınlıkla Amerikan “pragmatizmi” ve neo-liberalizmini oluşturan düşünce ve sözleri izliyor. Amerikalı politika yapıcıları tarafından evrensel ölçülerin yerine konması için ortaya atılan düşünce ve sözler. Yukarıda verdiğim Irak örneğinde görüldüğü gibi, aslında “gerçekçilik” ve “pragmatizm” gibi kelimeler çifte standart ve anlam farkı içeriyor,  “laik” ve “demokrasi” gibi diğer kelimelerin tekrardan düşünülüp değerlendirilmeye ihtiyacı var.

Filistinliler öfkeli, yeniden Arafat çevresinde birleşti (AP)

Gerçek, “ortaya bize karşı uysal ve demokratik bir Irak çıkacak”  gibi zayıf bir formülle açıklanmayacak kadar karmaşık ve çeşitlilik gösteriyor. Bu akıl yürütme gerçeklik sınavından geçmez. Anlamlar bir kültür tarafından diğerine empoze edilemez. Tıpkı işleri etkin bir biçimde yapma sırrının, sadece bir kültürün tekelinde olmadığı gibi.

Washington'un gücü gözümüzü yıldırmamalıBir Arap olarak dikatinizi çekiyorum ve bir Amerikalı olarak diyorum ki, tartışmalarımızda ve alışverişlerimizde “biz”, “bizim tarzımız” gibi kelimelere çok fazla anlamlar yükledik. Günümüzde çoğu Arap ve Amerikan aydınının önemli başarısızlıklarından biri, laiklik ve demokrasi gibi iyice araştırılmaya muhtaç kavramları, sanki herkes bu sözcüklerin anlamını biliyormuşçasına, olduğu gibi kabullenmek. Bugün dünyadaki ülkeler arasında hapishanelerinde en çok tutuklu bulunan ülke Amerika; en çok idamın yapıldığı ülke de Amerika. Başkan seçilebilmek için çoğunluğun oyunu almanız gerekiyor, bir de seçim kampanyası sırasında 200 milyon dolardan fazla para harcamanız. Bütün bunlar “liberal demokrasi” sınavından nasıl geçiyor? Öyleyse tartışmayı hiçbir şüphe duymaksızın “demokrasi” ve “liberalizm” gibi birkaç savruk kavram veya “terörizm”, “gerilik” ve “aşırılık” gibi açıklık ve tartışma isteyen üzerinde düşünülmemiş kelimelerle yapmak yerine, deyimlerin birçok görüş açısından tanımlandığı ve tarihsel koşullar içinde değerlendirildiği bir tartışma ortamı talep edelim. Wolfowitz, Cheney ve Bush usulü Amerikan “imgesel düşüncesinin” büyük tehlikesi, bütün halklar ve kültürler için uyulacak bir üst standart olarak konulmak istenmesi. Kanımca, eğer Irak çarpıcı bir örnekse, kuvvetli tartışmalar, araştırmalar ve analizler olmaksızın bunun olmasına izin vermemeliyiz. Washington'un dehşet verici ve dayanılmaz gücü gözümüzü yıldırmamalı. Ortadoğu'ya gelindiğinde, tartışmalar eşit düzeydeki Arap ve Müslüman, İsrailli ve Yahudi katılımcılar arasında yapılmalı. Herkese ısrarla söylüyorum: birleşin, değerler, tanımlar ve kültürler alanını karşı koymaksızın terketmeyin. Bunlar tabii ki birkaç Washington görevlisinin malı değil. Ortadoğu'yu idare eden birkaç kişinin malı olmadığı gibi. Herkesin ortaklaşa yükümlenmesi gereken, yaratılacak, tekrardan yaratılacak bir alan var. Ne kadar emperyal şiddet gösterilirse gösterilsin, bu gerçek ortadan kalkmayacak.

 

Çeviren: İnci Ötügen