Nereye Gidiyorsun?

-
Aa
+
a
a
a

 11- 13 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da A Soul For Europe girişimi tarafından “Küresel Sorunlar, Kültür Vizyonları” başlıklı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Açık Radyo’nun yayın sorumlusu ve aynı zamanda bir programcısı olan Mahir Ilgaz da küresel sorunların arasında en öncelikli olan  iklim değişikliğini ele aldığı bir konuşma yaptı:

Değerli katılımcılar,

Sayın moderatör ve panelistler,

“Küresel sorunlara çapraz bakış” isimli bir panelde bulunuyoruz. Dolayısıyla ‘küresel sorun’ değil ‘sorunlar’ ve bunlara birden fazla bakış açısı olduğunu baştan vurgulamış oluyoruz.

Ancak, bizi bugün bulunduğumuz noktaya getiren olaylar ve bağlamlar her ne kadar çeşitli ve değişken de olsa şu an karşı karşıya olduğumuz sorunlardan bir tanesi var ki diğer hepsinden önde duruyor. Tabii ki sizlere iklim değişikliği meselesinden bahsediyorum.

“Biz” diyerek insanlığın bugün ve gelecekte var olacak bütünlüğünü kastediyorsak, enerjimizi her şeyden önce bu sorunu çözmeye harcamalıyız.

İnsanlığın varoluşundan 200 yıl öncesine kadar atmosferdeki karbon dioksit oranı milyonda 275 parçacık seviyesinde seyretti. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan enerji ihtiyacının karbon temelli fosil yakıtların kullanımını artırmasıyla birlikte bu oran hızla artmaya başladı. Bugün müreffeh halkların sahip oldukları refah seviyesinin altında bu ucuz enerji kaynağı yatıyor. Fakat, fosil yakıtların gerçek bedeli nispeten kısa bir süre önce açıkça konuşulmaya başlandı. 200 yıldan kısa bir süre içinde atmosferdeki karbon parçacığı oranı milyonda 392 parçacığa fırladı.

Küresel ısınmanın iki derecenin altında kalabilmesi için dünyada bu konuda çalışan bilim insanlarının %98’sinin üst limit olarak gördüğü oran ise milyonda 350 parçacık seviyesi. Yani şimdiden gelecek nesillerin hayatlarını ipotek altına almış durumdayız.

Yanlış anlaşılmasın, amacım burada gelecek nesillerin hakları üzerine felsefi bir tartışmaya girmek değil. Dikkatinizi daha kişisel bir soruna çekmek isterim. Atmosferdeki karbon oranı bu hızla artmaya devam ederse, kendi geleceğimizi de ciddi olarak tehlikeye atmış olacağız.

Küresel ısınmanın iki derecenin üzerinde seyretmesi halinde okyanusların ısınması, buzulların erimesi ve metan gibi karbon dioksitten çok daha etkili sera gazlarının atmosfere karışması gibi geri besleme mekanizmalarının devreye girmesi söz konusu olacak.

Bu durumda iklim değişikliğinin etkileri ise tahmin edebileceğimizden çok daha büyük olabilir.

İşte bu noktada iklim değişikliği meselesi de çetrefilleşiyor. Dallanıp budaklanıyor. Kendi içinden yavru sorunlar çıkarmaya başlıyor. Bunlardan bizim için belki de en önemlisi iklim değişikliğinin etkilerinin coğrafi olarak neden sonuçtan bağımsız olması. Evrenin ironisi veya başka bir şey diyelim; sorunun kaynağı ve sonuçlarından en fazla etkilenecek olanlar farklı coğrafyalarda bulunuyorlar.

Örneğin Türkiye, Akdeniz havzasında iklim değişikliğinden en fazla ve en kötü şekilde etkilenecek ülkeler arasında kalıyor. Bir diğer örnek olarak bugün küresel ısınma kaynaklı deniz seviyesi artışı neticesinde sular altında kalma tehlikesi yaşayan Maldivler ve Tuvalu gibi ada devletlerini verebiliriz. Bu ülkelerin tarihsel sorumluluğundan bahsetmek son derece gülünç olur.

İkinci sorun da tam bu noktada belirginleşiyor. iklimin kendisi maalesef ‘tarihsel sorumluluk’ tanımıyor. “200 yıldan beri atmosfere karbon salanlar düşünsün” mantığının artık hiçbir geçerliliği kalmadı. Tarihi sorumluluğu bulunanlar karbon salımlarını radikal bir biçimde düşürmedikçe hiçbir adım atılamaz, bu doğru. Bu çerçevede Avrupa Birliği gibi iklim değişikliği konusunda liderlik hedefleyen bir siyasanın %20 sera gazı azaltım hedefini radikal bir düşüş olarak sunmaya çalışmasını sadece trajikomik olarak niteleyebiliriz.

Öte yandan, tarihsel sorumluluğu olmayan veya nispeten düşük olan toplumların geçmişe değil ama kendilerine ve geleceğe karşı sorumlu olduklarını unutmamaları gerekiyor. Bu kapsamda çuvaldızı kendimize batırma adına söylüyorum; 1990 – 2007 arasında sera gazı artış hızında Türkiye %119’luk bir oran yakalayarak üst üste dördüncü kez rekor kırmıştır. Bu hiç de gurur duyulacak bir rekor değil maalesef.

İşte bu bilgiler temelinde son derece karmaşık bir sorunla karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Yine de umutsuzluğa kapılmaya mahal yok. Hâlâ bir şeyler yapabiliriz. Ancak, kendimizi radikal kararlara ve kazan-kazan bir sonucun olmadığı gerçeğine alıştırmak zorundayız. Yeşil teknolojiler veya yenilenebilir enerjiler dışarıdan müdahalemiz olmadığı sürece fosil yakıtlardan pahalı olacak.

Bugün belki de elimizdeki en iyi ihtimal herkesin daha az kaybedeceği bir gelecek senaryosu. Başta jenerasyonlar boyunca fosil yakıtların sağladığı rahatlığa alışan müreffeh toplumlar olmak üzere bu gerçeği kabullenmek zorundayız.

Bunun hiç de kolay olmadığının bilincindeyim. Fosil yakıtların sağladığı kolaylıklara alışmış toplumların kolayca bunlardan vazgeçmesini, gelişmekte olan toplumların ise hiçbir teşvik olmadan daha yavaş ekonomik büyümeyi seçmesini beklemek en hafif tabirle naiflik olur. Gelişmekte olan toplumlara bu teşvik mekanizmalarını, yenilenebilir enerji ve teknoloji transferi başta olmak üzere sağlamak zorundayız.

Dolayısıyla bir üçüncü alt sorunla karşı karşıyayız. Bizim Türkiye’de çok farklı bağlamlarda dillere pelesenk olan ‘siyasi irade’ kavramını kast ediyorum. Hep bir sonraki seçim dönemine odaklanan klasik siyaset anlayışıyla insanlık tarihinin en önemli sorununu – bir nevi varlık yokluk ikilemini – çözmekte geç kalıyoruz.

Ancak, bu soruna bugün çözüm bulmak ile gelecekte çözüm bulmak arasında çok ciddi farklar bulunuyor. Az önce bahsettiğim geri besleme mekanizmalarının devreye girmesi durumunda çok yakın bir gelecekte kendimizi gerekli kararların alınması için yeterli siyasi iradeye sahip ama çaresiz bir durumda bulabiliriz.

O halde hemen şimdi ihtiyacımız olan farklı tür bir siyaset. İklim değişikliği meselesinin sorumluluğunu birbirinin üzerine yıkmaya çalışan değil, bunu daha geniş bir adalet söyleminin içine oturtan bir siyasete ihtiyacımız var. Ancak, bu şekilde siyasi iradeyi temsili demokrasiye, demokrasiyi ise seçimlere hapsetmekten kurtarabiliriz.

İklim değişikliği konusunda adım atılması için gerekli siyasi iradeyi oluşturma potansiyeli taşıyan bir küresel adalet hareketinin oluşmakta olduğunu görüyoruz. Geçtiğimiz Pazar günü yapılan ve Türkiye’den de katılımın olduğu 350 eylemi bunlardan biriydi mesela. O gün, dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde toplam yedi bin eylem yapıldı. Bugüne kadar yapılmış en büyük eylem olarak tarihe geçti.

Öte yandan, türümüzün devamı için gerekli radikal değişikliklerin yapılabilmesi için insan rasyonalitesi de bize umut vermeli.

Mevcut sistemde devam edilmesi halinde dünyada zengin ve yoksul ayrımı daha da derinleşecek ve küresel ısınmanın da devreye girmesiyle belki de ebedi hale gelecek. Bunun yaratacağı umutsuzluğu, umutsuz kitlelerin tepkisini hayal bile edemiyorum. Terör, kıtlık, savaşlar ve daimi bir umutsuzluk...

Ne kadar ayrıcalıklı olursa olsun hiç kimse kendisini  bu sefalet ve umutsuzluk sarmalından ilelebet koruyamayacaktır. İnsanlığın kendi kendisini görerek ve bilerek yeryüzündeki cehenneme hapsedebileceğine inanmak istemiyorum.

Latince “Quo Vadis” veya “Nereye Gidiyorsun” soru cümlesinin artık hitabet sanatının klişelerinden biri haline geldiği aşikâr.  Halbuki İncil’in Yuhanna kitabında geçen bu masum sorunun hemen önünde cevabı da yer alır; burada aranızda anadili Latince olanlardan kötü telaffuzum için özür diliyorum:  “At nunc vado ad eum, qui me misit” veya Türkçe mealiyle “Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum”.

Bugün karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği sorununun boyutu da bu aslında: Bizi gönderenin yanına ne kadar çabuk gitmek istiyoruz?

Teşekkür ederim.