Münih'ten Hukuk Devleti'ne...

-
Aa
+
a
a
a

Türk sinema tarihinde ilk üç gününde 1.1 milyon kişi tarafından izlenerek rekor kıran "Kurtlar Vadisi Irak" filmi ortalığı esip kavura dursun sinemalarda çok daha ilginç ve her dâim güncel bir konuya değinen bir film daha oynuyor: Münih. "E.T", "Jaws", "Indiana Jones", "Jurassic Park" gibi filmlerinden tanıdığımız Amerikalı yönetmen Steven Spielberg bu sefer gayet ciddî bir konuya eğilmiş, devlet ve hukuk ekseninde en temel soruları irdelemiş: "Devlet intikam alır mı? Devlet teröriste karşı bile olsa terör uygular mı?" Ve en önemlisi: "Devlet terörle mücadele için hukuksuzluğu kabul edip "hukuk devleti" idealinden ferâgat edebilir mi?"

 

Spielberg'in filmi elbette bir "yarı kurgu", yani bir belgesel değil. Tam tersine, filmden belirli sonuçları çıkarmak için konuyu iyi bilerek gitmek de gerekli. Yeri gelmişken başka bir filmi tavsiye etmekte yarar var: "One Day in September". Arthur Cohn ve Kevin MacDonald'ın çektiği film 2000 yılında Oscar kazanmış ve Münih olaylarını anlatan bir belgesel. Spielberg'in filmi ise George Jonas'ın 1984'te yazdığı (ve şimdi film sayesinde tekrar gündeme gelince yine basılan) "Vengeance: The True Story of an Israeli Counter-Terrorist Team" kitabına ve kitabın da temelini oluşturan Avner takma isimli Juvav Aviv'in anılarına dayanıyor.

 

Kısaca Spielberg'in filmi, 1972'de Münih'te ne olmuş?" sorusuna cevap veren bir filmden ziyade, olayların ekseninde daha genel soruları yönelten bir film. Bu da filmin tahlili için temel bir soruyu ön plana çıkarıyor: "Bir devletin meşruiyeti nereden kaynaklanır?"

 

Kanunu "yapan" nedir?

 

1651'de Londra'da ilk defa yayınlanan Leviathan'da Thomas Hobbes, "tabii durum" (status naturalis) olarak, herkesin herkesle mücadele/savaş içinde bulunduğu devletin olmadığı hali niteler. Kalıcı barışı sağlamak; ancak her insanın hürriyetinin bir kısmını devlet dediğimiz kuruma teslim etmesiyle mümkündür. Buna ek olarak devletin de bireyler kadar kanunlara bağlı olmasıile, devletsizlik durumundan her şartta üstün olan bir barış durumu ortaya çıkar.

 

Hobbes için devletin meşruiyetinin temeli kanunlarının adaletli olup olmamasından ziyâde devletin kanunları oluşturacak, hukuku uygulayacak, koruyacak bir iradeye sahip olmasında yatar: Auctoritas, non veritas facit legem – Kanunu yapan hakikat değil, otoritedir. Hakimin hukuku ve kanunu korumadaki iradesi, hukukî nizamın sürdürülebilirliğinin temel taşıdır.

 

"Tabii durum": Barış değil, savaş ama...

 

"Tabii durum"dan yola çıkarak "hukuk devletinin zarûreti"ne ulaşan elbette bir tek Hobbes değil. Bugünkü birleşmiş milletler kavramının fikir babası sayabileceğimiz Kant da "insanların bir arada barış içinde yaşamasının tabii durum olmadığını"belirtiyor. "Tabii durum", tam tersine "savaş"tır, her zaman etkin olarak sürdürülen değil, ancak her an patlayabilecek bir savaş. Kant için devlet, ahlâkî bir kimliğe sahiptir. 1795'te yayınlanan "Nihâî Barışa Dair" eserinde Kant, devletin bu etkin ahlâkî kimlik çerçevesini terk edip "edilgen bir nesne" haline gelmesinin, devletin hukuksal meşruiyetini kaybedip barış ihtimalini yok edeceğini belirtir

 

Kant'a göre, hiçbir devlet, bir diğeri ile savaşta; gelecekteki bir barışın temelini oluşturacak karşılıklı güveni zedeleyecek adımlar atmamalıdır. Kant bu tarz uygulamalara siyasî  terör, ihanet, casusluk vb. örnekler verir Söz konusu örnekleri, bugün hukukun geçerli olmadığı sahadaki terörist eylemlerle karşılaştırabiliriz. İsrail ve Filistin söz konusu olduğunda "devlet kuramı" sorusu bilhassa Filistin tarafında masaya yatırılabilir. Ancak bir "hukuk devleti" olma iddiasındaki İsrail'in bizzat devlet olarak terör uygulaması, "gelecekte barışı" Kant'ın kuramınca "imkânsız hâl"e getiren bir tablo oluşturuyor.

 

Kant "ahlâk" mânâsında kullanabileceğimiz "moral" kavramının siyasîler tarafından kabul edildiğini, ancak hukuk ve hukukun üstünlüğünü temsil eden "moral" kavramından kaçınıldığını belirtir. Oysa, hakim unsura ne kadar "pahalıya" mal olursa olsun, "bireylerin hak ve hukuku" kutsaldır. Bu hak, yarıya bölünüp reelpolitik bir fayda anlayışına da pay bırakan bir anlayışa çevrilmemeli, tam tersine siyaset bu kutsal hak ve hukuk önünde diz çökmelidir.

 

Devlet "meşruiyetini" nereden alır?

 

Özetle, bir "devlet", meşruiyetiniher şeyden önce herkesin birbiri ile mücadele/kavga halinde bulunduğu tabii duruma (status naturalis); güvenilir, herkes için geçerli bir hukuk yapısını içeren bir alternatifsunmasından alır. Yani denilebilir ki devlet, -müşteri konumundaki- bireylere daha câzip teklifi yapar. Bu yüzdendir ki; adalet mülkün temelidir - Iustitia fundamentum regnorum est.

 

İsrail'in devlet olma serüveninde 20. yy'da birkaç dönüm noktası var.

 

Bunlardan birincisi, elbette 1917yılında Britanya dışişleri bakanı Arthur James Balfour'un Londra'da Lionel Walther Rothschild'e mektup yazarak "Filistin'de Yahudi halkına bir vatan vaat etmesi"dir.

 

İkincisi, Britanya'nın 1948 yılında bölgeden havlu atıp çekilmesinden sonra, 14 Mayıs 1948'de David Ben-Gurion tarafından Tel Aviv'de radyodan İsrail Devleti'nin kurulduğunun ilân edilmesi ve aynı gün Amerika tarafından de facto, Sovyetler Birliği tarafından da de jure tanınmasıdır.

 

Üçüncüsü ise, İsrail'in ilk defa devletler hukukunu çiğnediği 22 Kasım 1967 tarihidir.

 

İsrail'in 1948'de resmen kurulmasından, -Spielberg'in filmine konu olan- 1972'deki olaylara kadar geçen süre, bir savaşlar dizisidir. Daha kurulur kurulmaz Arap Birliği kuzeyden Suriye ve Lübnan, doğudan Irak ve Ürdün, güneyden de Mısır olmak üzere İsrail'e saldırırlar. Savaş, başta Arap Birliği'nin lehine gibi görünse de İsrail'in zaferi ile sonuçlanır. İsrail 1947'deki Birleşmiş Milletler'in kararı ile kendisine verilen ve Filistin'in yüzde 56,4'lük kısmına denk düşen toprak oranını yüzde 77,4'e çıkarır.

 

1956 yılında Mısır'ın karizmatik devlet başkanı Cemal Abdül Nasır, Süveyş Kanalı'nı devletleştirir, İsrail bunun üzerine taarruza geçerek Süveyş Kanalı'na kadar olan bölgeyi ele geçirir. Ancak gerek Amerika ve Sovyetler Birliği, gerekse Fransa ve İngiltere; İsrail'i geri çekilmeye zorlarlar, Sina yarımadasına Birleşmiş Milletler askerleri yerleştirilir. Ancak Nasır, 1962yılında Birleşmiş Milletler askerlerini bölgeden çıkarır ve Arap dünyasından büyük alkış alır, Cezayir, Libya, Suriye, Ürdün, hattâ Pakistan destek verirler. 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü kurulur, 1967'de 6 Gün Savaşı'ndaİsrail giderek artan tehdide karşılık olarak 5 Haziran'da savaş ilân etmeden Mısır'ın 340 savaş uçağından 309'unu tahrip eder Mısır ordusu Süveyş Kanalı istikâmetinde kaçar. Arap Birliği'nden Mısırlı, Suriyeli, Ürdünlü yaklaşık 15.000 asker ölür. İsrail Batı Şeria'yı, Gazze şeridini, Sina yarımadasını, Golan tepelerini ve Doğu Kudüs'ü işgal eder. Bu mağlubiyet Nasır'ın sonunu getirir. İsrail hemen "anlaşma" önerir: İşgal ettiği topraklardan geri çekilecektir. Ancak Arap Birliği İsrail ile anlaşmayı reddeder.

 

1967: İsrail İşgalci

 

22 Kasım 1967'de Birleşmiş Milletler 242 sayılı kararı ile İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ister, ancak İsrail bunu kabul etmez. Dolayısıyla 1967 tarihinden beri İsrail Orta Doğu'da işgalci konumundadır. Denilebilir ki, 1948'deki kuruluşundan 1967'ye kadar İsrail'e hukuksal açıdan yöneltilebilecek eleştiri yokken, 1967 yılından itibaren İsrail hukuk devleti kimliğini bir kenara bırakmıştır. İşte Spielberg'in filminde verilmek istenen mesaj, İsrail'in 1967'de girdiği bu yolun çıkmaz sokak olduğudur.

 

5 Eylül 1972'de –tarihin garip bir cilvesi olarak- Amerikalı atletlerin yardımı ile Olimpiyat kampına giren Filistinliler; sabah saat 04:35'te İsrailli atletlerin odalarına hücum eder. 21 saat sonra saat Münih Fürstenfeldbruck havaalanında olaylar bittiğinde; 8 Filistinli terörist, 11 İsrailli atlet ölmüştür. Teknik açıdan bakıldığında Almanlar'ın kriz yönetimi alanındaki kifayetsizliği yadsınamaz: O sırada, henüz resmî niteliği bulunmayan özel tim (Alman özel timi GSG9 Münih olayları sonrasında kuruldu) kendi kafasına göre hareket eder, teröristlerin talep ettiği uçağa "kabin ekibi kıyafetleriyle" binen polisler, daha sonra uçağı terk eder. Havaalanındaki kulede ve alanda bulunan Alman keskin nişancılar arasında telsiz bağlantısı yoktur… Sonuçta kimin nereye ateş ettiği belli olmayan bir hengâmede teröristlerden biri bir helikoptere el bombası atar, diğeri ikinci helikopterdeki atletleri makineli tüfekle öldürür. Bütün olay saat 01:32'de son bulur.

 

"Terörle karşılık" vermenin anlamı

 

Kuruluşundan beri "daimî bir savaş" halinde bulunan İsrail'in başbakanı Golda Meir, olaylardan sonra bakanlar kurulu ile görüşüp karar verir: İsrail'in kaybettiği 11 atlet karşılığında olaylarla doğrudan ilgisi bulunduğu kabul edilen 11 Filistinli öldürülecektir. Golda Meir gerçi 1973'te Mısır ve Suriye'nin Musevîlerin en önemli dinî bayramları Jom Kippur'da beklenmedik saldırıya geçmesi ve İsrail'in –kısa süreli de olsa- gafil avlanarak bozguna uğraması üzerine altı ay sonra istifa eder. Ancak ondan sonra gelen bütün İsrail başbakanları, Menachem Begin, Yitzhak Rabin, Yitzhak Shamir ve Shimon Peres aynı şekilde İsrail istihbaratı tarafından önlerine getirilen dosyaları imzalamaya, yani teröristlere "terörle karşılık" vermeye devam ederler.

 

1972ve 1992yılları arasında İsrail ajanları Roma, Paris, Beyrut, Lefkoşe'de 1972 olayları ile bağlantısı bulduğundan şüphelenilen 11 kişiyi öldürürler. Resmî olarak İsrail'in hiç haberi olmayan bu eylemler, İsrail'in bir devlet olarak hukuk çerçevesi haricindeintikam almasıdır.

 

Spielberg'in olağanüstü istiârelerle dolu filminde, İsrail'in bu yöndeki ilk adımı çok çarpıcı bir şekilde gösterilmiş: 16 Ekim 1972'de Roma'da asansörüne binmeden öldürülen Filistinlinin kucağındaki kese kâğıdı yere düşer, süt şişesi kırılır, yere yayılan beyaz süte kurbanın kırmızı kanı yavaşça karışır. İsrail'in 1967'deki Birleşmiş Millet kararını bir kenara bırakırsak 1972'ye kadar süren hukukî meşruiyeti artık bozulmuş, İsrail karşı tarafa geçmiştir.

 

Spielberg'in filminde sorulan en önemli sorulardan biri burada karşımıza çıkıyor: "Devlet intikam alır mı?" İsrail bugün de, sevindirici istisnâlar bir kenara, "göze göz – dişe diş" anlayışı ile siyaset yapan bir devlet. İsrail'in ilk defa bir Birleşmiş Milletler kararını çiğnediği 1967'den bugüne yaklaşık 40 yıl geçti. Filmin Amerika'daki Yahudiler ve İsrail tarafından bu kadar eleştiri oklarına hedef olmasının arkasında, Spielberg'in bir gerçeği ortaya koyması yatıyor: 40 yıllık bu süreç aslında bir "çıkmaz sokak"tır ve şiddetin daha fazla şiddeti doğurduğu bu kısırdöngüde İsrail, maalesef hukuku bir kenara bıraktığı için "galibiyet" şansını kaybetmiştir. 

 

Spielberg bu bağlamda filmde teröristlerin de, İsrailli ajanların da insan olduğu (Avner'in tereddüt geçirdiği sahneler), hayatla ölümün ayrılmazlığı(Avner'in karısı ile sevişirken görüntüye havaalanından sahneler girmesi) gibi yüzeysel mesajların yanında, en büyük istiârelerden birini filmin sonuna saklamış: Son sahnede gözüken Dünya Ticaret Merkezi kuleleri, Amerika'nın -İsrail'in de uyguladığı- önleyici saldırı doktrini çerçevesinde hukuk devleti olmayı bir kenara bıraktığı son beş yılın bilançosunu sorguluyor.

 

Filmin belki de en etkileyici sahnesi, öldürülme korkusu içinde yatağında uyumaya korkan Avner'in gardroba girip, kapıyı kapaması. Kamera dolabın kapısının parmaklıkları arasından Avner'in tedirgin yüzüne yaklaşırken filmin ana fikri karşımıza çıkıyor: Hukuk devleti olmayı bırakan devlet, "kafese" girmiştir artık.

 

Bu yazı ilk olarak 19 Şubat 2006 tarihinde Radikal İki'de yayımlanmıştır.