Milliyetçiliğin İyisi Var mı?

-
Aa
+
a
a
a

Radikal İki5 Haziran 2005

 

Milliyetçilik ideolojisinin temelinde, insanların bir grup olarak kendilerini diğer gruplardan bir takım özellikleri öne çıkararak ayırmaları var. Bu özelliklerin ne olduğuna göre de milliyetçiliğin "kötü" ya da "iyi" olarak nitelendirilmesi söz konusu oluyor. Eğer bir grup kendisini diğer gruplardan ırk, etnisite gibi "doğumla gelen" ve "değiştirilemez" özellikler ile ayırıyor ise buna "kötü" milliyetçilik deniliyor. Çünkü ne yaparsanız yapın o gruba üye olamıyorsunuz, kapılar kapalı oluyor. Ancak insanların biraz çaba göstererek söz konusu gruba üye olmalarına izin veren, nisbeten daha "açık" üyelik koşulları olan grupların milliyetçilikleri ise "iyi" kabul ediliyor. Milliyetçilik literatüründe "kötü" milliyetçiliğe örnek olarak kapalı, tecrit edici, organik ve ırk temelli Alman milliyetçiliği, "iyi" milliyetçiliğe örnek olarak da Fransız milliyetçiliği verilir.

Aralık kapılar, kapalı kapılar

Kısacası, üyelik kapılarını kapayan milliyetçilikler "kötü", kapıları nisbeten açık bırakan gruplar ise zararsız ve iyi olarak biliniyor. Örneğin, iyi Fransız milliyetçileri Fransızcayı iyi konuşmayı öğrenen ve Fransız kültürüne aşina olan Cezayirlilere "Fransız" olmanın kapılarını açarken, kötü Alman milliyetçilerinin Arapların zaten Almanca konuşmaya ya da Alman kültürünü içselleştirmeye bile layık olmadıkları düşüncesi ile hareket ettikleri varsayılır. Kısacası birincisinde kapı aralıktır ve adaylar istenileni yapınca içeri girebilirler; ikincisinde ise kapı kapalıdır. Aralık kapı durumu, "iyi" addedilen durumdur. Oysa bugün, içinde bulunduğumuz dönemde "kapı" denen olgunun bizatihi kendisi eleştiriliyor, onun aralık bırakılması yeterince demokratik bulunmuyor. Kapısızlık ve buna bağlı olarak kapıcısızlık söz konusu ediliyor. Kapıların ardındaki grupların "milletler" olduğunu düşünürsek, kapıcılar da bu gruplara üyelik koşullarını belirleyen ve uygulayanlar oluyor. Bugün, her an açık yerlerde bulunmanın yaratabileceği endişe ve fobiler yüzünden kapıları sıkı sıkıya kapamak dürtülerinin, kapıları tamamen ortadan kaldırmak isteği ile aynı anda varolduğu bir dönemden geçiyoruz. Radikal iki'de (22 Mayıs 2005) yayımlanan yazısında Taha Parla, içinde bulunduğumuz dönemin siyaset açısından en belirleyici sorusunu çok açık bir biçimde soruyordu: "Millet herhangi bir insan kümesinden neden daha değerli olsun?" Bu soruyu sorabilmek zaten açık kapılardan endişe ve fobi duymamaktır, özgüvendir, demokratlıktır... Oysa bugün çevremizde birçok kişi, milliyetçi duygularına o malum şerhi düşerek demokrat olduğunu sanıyor. Örneğin; "ben milliyetçiyim ama öyle kafatasçı değilim, iyi bir milliyetçiyim hatta belki de buna 'vatansever' demek daha doğru olur" gibi ifadeleri sık sık duyuyoruz. Aslında iyi kabul edilen milliyetçilikler de bir grubun ayırdedici ve üstün vasıflarını sıralıyorlar. Tek farkları, "yeterince çaba gösterirseniz sizi de kapıdan içeri alabiliriz" gibi bir yaklaşım içinde olmaları. Oysa ırkçı ve etnik milliyetçiliklerin "makbul sayılmadığı" varsayımından yola çıkarsak, açılım, Taha Parla'nın şu satırlarında gizli: "Milliyetçilik milliyetçiliktir. Makbul sayılmayan türlerin olgusal/tarihsel dayanağı zaten pek yoktur, mitostur. Makbul sayılanlar da mutlaka ayrılık (farklılıktan öte), ayrıcalık, istisnailik, özellik (özgüllükten öte) ve tabii üstünlük iddiasındadır." Böylesi ayrılık ve ayrıcalıkların grup olarak algılanması, o grubun "yüksek" çıkarları uğruna, çeşitli suçların işlenmesini haklı gösterir. Bu da, Taha Parla'nın da söylediği gibi aslında "ilkel" bir durum. Bunu Parla'nın yaptığı gibi açıkça telaffuz etmeyi, günümüz siyasal dinamikleri açısından son derece cesur ve önemli buluyorum. Milliyetçilik, bir grubun kendisini ayrılık ve ayrıcalıklar ile donatması olduğu için aslında "iyi" bir ideoloji değildir. Kapıları aralık bırakan "iyi" milliyetçilerin (yani vatanseverlerin) "kötü" milliyetçilere dönüşmesi kimi zaman farkına bile varılmadan olur. Tarihte kötü milliyetçiler olarak bilinen Naziler de aslında son derece saldırgan olan dış politikalarını Alman milletini savunmak adına akla uydurmuşlardı. İyi milliyetçilik ya da vatanseverlik kimi zaman kötü milliyetçiliğin bir öncülü oldu. Vatanseverlik, demirden bir el olan ırkçı, etnik temelli milliyetçiliğin, kadife eldivenine benzetilebilir. Yeri geldiğinde o da dışlayıcı, tecrit edici ve savaşçı olur.

1902'nin mandacısı, bugünün AB'cisi Ulus-devletlerin kurulma aşamasında, ülkenin dışarıdan yönlendirilmesine tepki duymak ve bu yönlendirmeyi isteyenleri "mandacılar" diyerek eleştirmek anlaşılabilir bir durum. Çünkü içinde bulunulan süreç, ulus-devletin kurulması süreci. 20. yüzyılın başında, Türkiye'de ulus-devletin kurulma süreci devam ederken, İttihat ve Terakki içindeki liberal ve ittihatçı kanat arasındaki gerilimin temelinde de -tuhaf bir şekilde günümüz siyasetine biçim veren dinamik var: Bir yanda liberaller ki bunlar aynı zamanda mandacılar, öte yanda da ulusalcı, devletçi ve militer kanat. Bugün "AB yanlılarının" Birinci JönTürk Kongresi'nde (1902) öne çıkan mandacılarla bir tutulması, hâlâ ulus-devletin kuruluş sürecinde ve bu sürece özgü bir seferberlik hali içinde olduğumuz yanılgısına yol açabilir. Çünkü aradan geçen bunca yıla rağmen, milli eğitim sistemimiz arkaik bir seferberlik hissini ayakta tutmaya yardımcı oluyor. Oysa bugün, Cumhuriyet'in evrenselleşerek demokratikleştiği, ulus ile olan organik bağını kopardığı ve evrenselliğin gerektirdiği "insan hakları" söylemine doğru evrildiği bir sürecin içindeyiz. Bu sürece ivme kazandırmak isteyenlerin mandacılar ile hiç bir ilgisi yok. Günümüzde sık sık AB yanlılarının sanki memleketi satıyorlarmış gibi görüldüklerine şahit oluyoruz. Bu durum sözü edilen arkaik seferberlik hislerinin hâlâ canlı olduğuna ve 1902'nin dinamiklerinden bir türlü kurtulamadığımıza işaret ediyor. İnsanların ulus-ötesinden söz etmesinin dahi zor algılandığı, ulus temelli ayrılık ve ayrıcalıkların kutsal addedildiği ülkemizde "ulus" değil de "insan" temelli düşünmek pekala mümkün. Örneğin, bir yangın olduğunda, bu ülkede yaşayan çoğu insan komşusunun Türk mü İngiliz mi olduğuna bakmadan onu kurtarmaya, yardım etmeye çabalar. Önce Türk komşumu kurtarayım, sonra İngiliz'i kurtarırım gibi bir hesaba girmez. (Yoksa girer mi?) Bugün insanların vatan haini olarak suçlanmaktan korkmadan "ben milliyetçi değilim çünkü insanları seviyorum" diyebilmeleri gerekiyor. Çünkü, aksi takdirde, evrenselliğe prim verenlerin bile "milliyetçi gibi yaptıkları" sahte bir siyasal söyleme teslim oluyoruz. Üstelik ulus-devletin kutsallığı üzerinden siyaset yapanlar hızla sosyal adalet konularını tekellerine alıyorlar. Bugün ulus-devletin kapılarının ötesini hayal edebilenlerin, evrensel demokratik kriterlere özlem duyanların, sosyal adalet konularına da duyarlı olduklarını telaffuz eden bir siyasal muhalefete olan gereksinimin zirvesindeyiz. Kapıları kapatmaya zaten eğilimli olan orta sınıf ile evrensel siyaseti barıştırmanın yegâne yolu sosyal adalet temelli bir siyasettir. Unutmadan, insan haklarını ulus-devletin üzerinde tutanlar, ulus olgusunun kutsallığını karşılarına alınca ille de nihilist olmuyorlar... Ben yangından ilk olarak çocukları kurtarırdım, çünkü uluslar değil belki ama çocuklar "kutsal" olana en yakın duruyorlar. Onlar insanlığın -hiçbir ulusun olmadığı kadar- kıymetlisi, ayrıcalıklısı...