Medya Konuşmaları XXIII: Türkiye'de Okur Temsilciliği

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugünkü konuğumuz Yavuz Baydar, Açık Radyo dinleyicileri kendisini uzun yıllar öncesinden, müzik programlarıyla tanırlar. Şu anda Sabah gazetesinin okur temsilcisi ve aynı zamanda New Anatolian gazetesinin yazarlarından. Televizyonda da, hem TRT’de hem de CNN Türk’de yaptığı “Soru Cevap” programlarıyla biliniyor. Aynı zamanda Sabah gazetesinde de, zaman zaman müzik ağırlıklı yazılar yazıyor.

 

Yavuz Baydar:Aslında pek yazmamaya çalışıyorum, çünkü ombudsmanın mümkün olduğu kadar, hatta hiç yazmaması lazım gazetede, tek işinin ombudsmanlık olması lazım, ama ara sıra ilk aşk depreşiyor.

 

ÖM:Hoş geldin.

 

YB:Merhaba.

 

ÖM: Bugün bu okur temsilciliği, ya da ombudsmanlık kavramı ve medya eleştirisi üzerinde konuşmak istiyoruz. Okur temsilciliğinin Türkiye’deki belki de ilk uygulaması seninle başladı, sonra da yaygınlaştı. Uluslararası okur temsilcilikleri kuruluşunda da yer aldın.

 

YB: Evrensel tanımına en uygun diyebileceğimiz okur temsilciliği uygulaması Milliyet’te Umur Talu ve Yalçın Doğan döneminde, onlar göreve geldikten çok kısa bir süre sonra başladı. 99 yılının Mart ayında ilk okur temsilcisi köşesi uzun bir süre tam sayfa halinde devam edegeldi, çünkü bol miktarda malzeme vardı. Böyle bir başlangıcı var. Okur temsilcisi kavramının isim babası Şahin Alpay’dır, uzun süre düşündük ‘ombudsman’ mı diyelim, ‘okuyucu temsilcisi’ mi diyelim, ‘okuyucu sözcüsü’ mü diyelim diye, sonunda ‘okur temsilcisi’ üzerinde mutabakata vardık.

 

Benim haber ombudsmanlığı kavramı ilk karşılaşmam 95’teydi, Washington Post’ta. Sonra devamlı izlemeye başladım elden geldiğince. Bu arada Ragıp Duran da daha çok Le Monde gazetesinde ve Fransız basınında medya özeleştirisini izlemekteydi. Umur Talu da bir başka yine Fransız basınını ağırlıklı olarak izlemekteydi. Tam da bizim, 99’un başında bu işi artık kâağıt üzerine döktüğümüz günlerden bir süre önce Ragıp bir yazı yazdı, Radikal 2’de, “Okur gazetenin neresinde?” gibi bir başlıkla. O zaten bu fikir üzerinde düşünmekte olan Umur için de bir ilham kaynağı oldu. Biz 98 sonbaharında o belalı 1990’lı yılların medyada yarattığı tahribat üzerinde kara kara düşünürken, birdenbire göreve yeni gelmiş olan Umur Talu ile kendimi onun Milliyet’teki odasında karşı karşıya konuşurken buldum. “Ne yapmalıyız, küçük de olsa önemli nasıl adımlar atabiliriz de bu berbat durumdan, bu sıfırlanmış olan okur güveninden Türk basınını tedrici de olsa kurtarabiliriz?” diye düşünürken, okur temsilciliği tartışmasının ortasında bulduk kendimizi. Biraz tereddütlüydük açıkçası, ama Umur oldukça umutluydu çünkü editoryal yönetimin arkasında duracağı bir okur temsilcisinin, destekleyeceği bir okur temsilcisinin bu işi yürütebileceğini ve oturtabileceğini düşünüyordu. Ben de bir müddet bunun üzerine çalışayım, endişelerimin ne kadar yerinde olduğunu ya da olmadığını göreyim diye bir iki ay müsaade istedim. 2-3 aylık bir ön çalışma, başka ombudsmanlarla yazışma safhasından sonra başlattık bunu. Tabii ilk başta epey sarsıntılı bir dönem geçti.

 Kısaca ombudsmanlı kavramının medyada ortaya çıkışını anlatayım; İlk başta, 1910’larda Joseph Pulitzer’in  çok kısa bir ön çalışması var; İkinci Dünya Savaşı öncesinde ise, Japonya’da yayımlanan Asahi Shimbun’da bir yıl kadar ombudsmanlık var. Sonraları, 1960’ların ortasında, ağırlıklı olarak Amerikan basınında görüyoruz ombudsmanlık kavramını. Amerikan medyası Vietnam savaşının sisleri içinde çırpınırken, ihtiyaçtan ötürü başlıyor; her gazetenin kendi atadığı bir obudsmanı oluyor. İsveç’teki gibi bütün gazeteleri kapsayan genel bir basın ombudsmanlığından veya hiçbir etkisi olmadığını düşündüğüm basın konseyleri konseptinden bambaşka, çok farklı bir şey. Ombudsmanın yaptığı şey, atandığı gazeteyi, sadece belli bir gazeteyi, gözetim altında tutmak ve okurlarla o gazeteyi çıkartan editoryal ekip arasındaki arasındaki köprüleri devamlı açık tutmak. Okurlar gazetelerinden memnun değillerse bu memnuniyetsizliklerini ombudsmana iletiyorlar. Ombudsman mutlaka ve mutlaka bağımsız olmak zorunda. Okuyucudan gelen bütün şikâyetleri, -makul olanlarını tabii, çünkü şikâyetlerin içerisinde çok sayıda hakaret ya da dayanağı olmayan iddialar da olabiliyor- bağımsız bir gözle inceleyip, editoryal ekibe iletip, sonuçlarını, kendi şahsi değerlendirmelerini de işin içine katarak, okurlarla açık olarak paylaşıyor. Aslında ombudsmanlık, gazeteler için, demokrasinin temel dayanaklarından bir tanesi olarak, şeffaflık ve hesap verme işlevinin bir parçası.

 

ÖM: Burada önemli bir nokta da, ombudsmanın yani okur temsilcisinin mali kaynağını, gazetenin dışından mı içinden mi alacağı meselesi. Bu nasıl hallediliyor?

 

YB: Bu önemli gibi görünse de çok önemli değil, National Public Radio (NPR)’den tutun, Kanada’nın yayın kuruluşu CBC’e, Le Monde’a, Guardian’a, Washington Post’a, Los Angeles Times’a kadar, hangi gazete olursa olsun, hepsi ombudsmanlarına kendileri maaş ödüyorlar. Burada önemli olan mali kaynağın nereden geldiği değil, ombudsmanın bağımsızlığının nasıl sağlandığı, nasıl taahhüt altına alındığı. Bu nedenle Washington Post, Chicago Tribune, Guardian, Observer, Le Monde gibi çok ağırlıklı gazeteler, ombudsmanlarını belli bir sözleşme ile atıyorlar. Kimileri açık uçlu olarak atıyor, örneğin Le Monde’un ombudsmanı, yıllardır görev yapmakta olan Robert Sole, aynı zamanda bir yazar, Türkiye’de de kitapları çıktı, İskenderiye doğumlu. “Ben istediğim zaman görevi bırakacağım” diyor, yani “ombudsman sıkıldığı vakit veya artık gerek duymadığı vakit işini bırakır” diye bir şey var sözleşmesinde.

 

Avi Haligua: Bunun dışında işten çıkartılamıyor mu?

 

YB: Hayır. Çok bariz hatalar yaparsa, ya da örneğin akıl sağlığı ile ilgili veya fiziksel durumuyla ilgili işini yapmasını önleyecek bir durum olursa o zaman farklı, ama tek taraflı olarak, keyfi bir biçimde işine son verilemiyor. Kısaca, yazdıklarından ve ifade ettiği görüşlerden ötürü asla işten çıkartılamıyor.

 

ÖM: Yani ABD sistemindeki akademik özgürlük gibi, profesörlük unvanı kişinin kendisine bağlı olarak, ömür boyu sürer.

 

YB: Le Monde’da böyle, ama Washington Post’ta 3 yıllık bir süre ile sınırlı. New York Times yeni başladı, ilk ombudsmanı Dan Okrent 8 ay süre ile görev yaptı, kendi isteği buydu, çünkü başka kitap projeleri vardı. Şimdi yeni atanan Barney Calame, Wall Street Journal’ın, eski, önemli editörlerinden bir tanesi, zannediyorum 2 ya da 3 yıl yapacak. “Açık uçluluk mu iyi, değişim, rotasyon mu iyi?” diye bana sorarsanız ben rotasyonun daha iyi olacağını düşünüyorum. Ben bu işi Milliyet’te 5 yıl yaptım, şimdi ikinci yılıma girdim Sabah’ta. Dünya ortalamasına bakıldığı vakit, ombudsmanlık tecrübesinde 5 yılın iyi bir sınır olduğu düşünülüyor, çünkü 5 yıl sonra aynı şeyleri yazmaya başlıyorsunuz, aynı meseleler karşısınıza geliyor etik anlamda veya hata düzeltme anlamında. Beşinci yıldan sonra biraz rutine giriyor iş. Bir de her gazetenin veya radyo televizyon kuruluşunun, farklı gözle ve akılla eleştirilmesinde yarar var. Ömer Madra’nın ombudsmanlığı Yavuz Baydar’ınkinden farklı olabilir, onun getireceği yeni şeyler olabilir. Bu çok önemli bence, yani eleştirmen tek ve aynı olarak kalmamalı, çünkü bir müddet sonra etkisini yitirmeye başlıyor sanki.

 

ÖM: Milliyet’ten5 yıllık normal bir sürenin sonunda ayrıldığın izlenimi ediniyoruz, oysa biraz da problemli bir ayrılma olmuştu.

 

YB: Bir hayli problemli.

 

ÖM: Bir sakıncası yoksa, Medya Konuşmaları açısından önem taşıdığı için, bu ayrılığın nasıl olduğunu özetleyebilirsen çok sevinirim.

 

YB: Bu aslında hem kapanmış hem de kapanmamış bir mesele. Bir bakıma da dünya haber ombudsmanlığı tarihinde bir ilk oluşturması açısından da geniş bir çerçevede, uluslararası planda da tartışıldı. Milliyet’te Ankara Büro Şefi imzalı bir haber yayımlanmıştı, daha doğrusu bu tam olarak bir haber değildi, bizim basında maalesef halen sürmekte olan yanlış bir gelenek var; haber yokluğunda, kimi zaman, köşe yazarlarının yazdıkları habermiş gibi değerlendirilip manşete çekiliyor.

 

ÖM: Bu da çok önemli sorunlarından bir tanesi aslında Türk basınının.

 

YB: Çok yanlış bir uygulama bence, benim bildiğim kadarıyla, gelişkin medya ve basının olduğu ülkelerde benzeri yok dünyada. Bu şöyle bir marazi duruma yol açıyor; köşe yazarları genellikle dokunulmazlıklarını ilan etmiş kişiler olduğu için, onların yorum üslubu ile yazdıkları metinlere dokunulmuyor. Yani “lütfen şunu haber üslubu ile yazın da öyle yayımlayalım” denseydi problem olmayacaktı.

 

ÖM: Editörün böyle bir şansı yok.

 

YB: Yok.

 

ÖM: Halbuki editörlerin böyle bir müdahale imkânı her zaman vardır bildiğimiz kadarıyla.

 

YB: Vardır ve uygulanıyor da aslında, örneğin, Hasan Cemal’in yönetimindeki Cumhuriyet’te Cengiz Çandar, Ortadoğu’dan veya İran’dan bir haber yazdığında bunu yorum üslubu ile değil, haber analiz gibi yazması isteniyordu ve o da öyle yapıyordu. Doğrusu da buydu zaten, yani köşe yazarının muhabir gibi çalışmasından daha doğal bir şey olamaz, neden olmasın? Neyse, Milliyet’te böyle bir metinle karşı karşıya kaldık, bu metnin içeriği kısaca şöyleydi; “ABD Dışişleri Bakanlığı’nda gizli bir toplantı yapıldı, bu toplantıya filanca, filanca isimler katıldı, bunların çoğu Amerikalı akademisyen ve Türkiye’yi tanıyan akademisyenlerdi. Bu toplantıda, ‘eğer Irak’ın kuzeyinde, Kerkük’te, Kürtler kontrolü ele geçirirlerse, Ankara’nın reaksiyonu, tepkisi ne olur?’ sorusuna yanıt arandı.” Ondan sonra haber, ya da yazı devam ediyordu, yazının içerisinde adı geçen bazı kişilerden de alıntılar vardı. Bu metin, “ABD’de gizli hesaplar” başlığı ile manşete yerleştirildi.

 

ÖM: Tarih 2004 müydü?

 

YB: 2004 yazı. NATO Zirvesi’nden hemen önce. Bu haberin ardından, yazıda adı geçen hemen hemen herkesten tepki aldık. “Böyle bir şey olmadı” dediler, hatta bir tanesi “ben ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan adımımı içeri atmadım” dedi. Bir başkası Kaliforniya’da sevgilisi ile beraber geziyormuş. Daha ilginci, bir başkası toplantının yapıldığı belirtilen tarihte, Ankara’da çok büyük bir gazetenin Ankara büro şefi ile o saatlerde görüşme halinde, Bunu o gazetenin Ankara büro şefi de teyid etti.

 

AH: Peki böyle bir toplantı gerçekten olmuş mu en azından?

 

YB: Böyle bir toplantıyı ABD Büyükelçiliği yalanlandı. ABD büyükelçiliği alışılmamış bir şey daha yaptı, Milliyet gazetesi tekzip yayımlamadığı için, ertesi gün daha sert bir dille yalanlama yayımladı, bu çok alışılmış bir şey değil. Buradaki sorun, adı verilmeyen, tek bir kaynağa dayalı bir haberin yazılmış olması. Gazete içerisinde de bir rahatsızlık ortaya çıktı, gazetenin güvenilirliğinin zedelendiği ve bunun biran önce düzeltilmesi gerektiği görüşü, muhabirler, editörler ve gazetede ağırlığı olan bir kesim tarafından dile getirildi.

 

ÖM: Bir medya organının en önemli silahı olan güvenilirliğin, saygınlığın bundan daha kolay zedelenmesi mümkün değil herhalde. Üstelik, bir köşe yazarının yazdığı bir yazının haberleştirilmiş manşete çekilmiş hali değil mi?

 

YB: Üstelik orada öyle bir üslup kullanılıyor ki, sadece bilgi aktarmakla kalmıyor, onun ötesine geçerek, iş bitmiş, Amerikalılar zaten Kuzey Irak’ı satmışlar Kürtler’e gibi bir takım sonuçlara da varıyor metnin sonunda. Bu aslında bir köşede yer alsa çok fazla tepki görmeyecek bir yazıdır, “o köşe yazarının şahsi görüşleridir, vardığı sonuçtur” deyip geçiştirilecek bir şeydir. Fakat manşete çekildiği vakit iş şekil değşitiriyor, bambaşka bir hal alıyor. Okur temsilcisi olarak, bu konuyla ilgili olarak yapmam gerekeni yaptım, bunu araştırdım, bu bilgileri teyit etmek için Milliyet gazetesinin Washington muhabirinin dahi aranmadığı, ortaya çıktı. Gazetenin Washington muhabiri, ki çok iyi kaynakları olan bir kişidir, Türkiye’nin en iyi yabancı ülke muhabirlerinden bir tanesidir, böyle bir toplantının olmadığını söyledi, “olsaydı ben bilirdim” dedi. Tekrar kontrol etti, “hadi bir kere daha kontrol edeyim” dedi ve böyle bir toplantının olmadığını söyledi. Ben de dedim ki Genel Yayın Yönetmeni’ne, “bu kişilerden gelen yalanlamaları yayımlamak durumunda gazete, bu haberle ilgili olarak şu, şu kişiler ‘ben orada değildim’ diyorlar, bunları olduğu gibi koyalım, daha doğrusu koymanızı öneriyorum” dedim. Güvenilir olmayan kaynağa dayanılarak bir haber yapılmış, olan olmuş, bu dünya basınında ilk defa Milliyet’in başına gelen bir şey değil.  Bu önerim, sert bir karşı tepki gördü, ‘bizim işimize ne karışıyorsun?” anlamında ve iş biraz büyüdü. İş büyüyünce ve tekzip yayımlanmayınca, ben de gazetenin kredibilitesi adına bunu kendi köşemde yayınlayacağımı söyledim. Beşinci yılıma yakındı, ilk defa bağımsız bir okur temsilcisinin, okurlara ait köşesine müdahale tehdidi ortaya çıktı: “Biz bunu yayınlatmayız, biz bunun yayınlanmasına müsaade etmeyiz!”dediler.

 

ÖM: Çok ilginç.

 

YB: Gerginlik büyüdü, yönetimin üst katlarına yansıdı. Ben gerek gazetenin kredibilitesinin gerekse gazetenin oluşturduğu ombudsmanlık müessesesinin Türkiye’de yerleşiklik kazanması açısından bunun çok çok önemli olduğunu, bu sınavı vermek gerektiğini ısrarla söylediysem de sonuç alamadım.

 

ÖM: Peki sen yazdın mı?

 

YB: Yazdığım, hazırladığım ve ısrarla “bunun yayımlanması gerekir” dediğim metin yayımlandı ancak onun yansımaları çok sert oldu. Çok fazla detaya girmeyeyim, ama kısa CNN Türk’teki programımın bir kaç hafta sonra ani bir kararla kaldırılmasına ve bir kaç ay sonra da benim artık ombudsmanlık yapmamam, başka bir iş yapmam teklifine kadar gitti. Orada bir netlik yoktu, benden ne istendiği de belli değildi, bu durumda yapılabilecek tek şey, kendi adımı ve en azından ombudsmanlık müessesesini korumak adına gazete ile yolları ayırmaktı, olan da bu oldu. Her kurumda krizler doğabilir, büyük çaplı krizler de olabilir. Kriz yönetimini üstlenlemek de, hangi kurum olursa olsun, üst ve en üst düzey yöneticilerinin sorumluluğudur. Burada iyi bir kriz yönetimi söz konusu olmadı maalesef. Yönetilebilirdi çok rahat, ilgili taraflarla konuşularak, halledilebilirdi. Buradan çıkartılan birinci ders bu, demek ki Türkiye’de kriz yönetimi her zaman bir sorun, bir kanayan yara olmaya devam edecek.

 

Avi Haligua: Okur temsilcisinin işlevi aslında tam da bu noktada ortaya çıkıyor galiba.

 

YB: Evet, maalesef bu sınav çok kötü verildi, acılara yol açtı, hem şahsi anlamda hem de benim tanıdığım pek çok saygın meslektaşım nezdinde. Bugün bile hâlâ onun sıkıntısı yaşıyorlar. Ben başından beri, gerek Umur Talu, Yalçın Doğan döneminde, gerekse ondan sonra gelen Mehmet Yılmaz döneminde; “uygulamada bağımsızlığın garanti altına alınabilmesi için mutlaka bir sözleşme imzalanması gerekir” diye ısrarcı oldum, “bir oyun kuralı, bir ‘guide lines’ konması gerekir” dedim. Bu nedense geçiştirildi, her gazetenin kendine göre oyun kuralları olabilir, bundan doğal bir şey olamaz, yani hem işveren ya da editoryal ekip, hem de ombudsman oyunu hangi kurallara göre oynayacağını bilmek zorunda, sınırının nerede olduğunu bilmek zorunda. Oysa bu kurallar konulmadı, esnek bir zeminde devam etti, hep iyi niyetle yürüdü. Hakikaten Aydın Doğan pek çok kez ombudsmanın yanında yer aldı, ama gazetecilik, habercilik çok esnek bir iş; burada yırtılabilirdi ve yırtıldı da nitekim. Yeterince ısrar etmedim, ben o yüzden biraz da kendi kendimi eleştiriyorum; ısrar edip şart olarak koşup bir aşamada bunu güvence altına alıp ve sınırlarını iyi belirleyip öyle yürümeye devam etmek gerekiyordu, bu çıkartılacak ikinci ders.

 

ÖM: İlginç olan noktalardan bir tanesi de şu; bu yazı da, bu olay da okur temsilcisi sütununda yer aldı, ondan sonrasını izah etmek daha da güç değil mi okurlara? Mesela anlatıldıktan sonra birden göreve son veriliyor ya da ayrılma oluyor. İlginç, Türkiye’ye özgü izler taşıyan bir olay tabii.

YB: En sonunda yolumu ayırmaya karar verdiğimde bir veda yazısı yazdım, çok sakin üslupla yazılmış bir veda yazısıydı; “Sevgili okurlar, bu iş devam edecektir, sizden şu kadar şikâyet geldi, şunları, şunları ele aldık” gibi, ama maalesef o yazının yayımlanmasına da izin verilmedi.

 

ÖM: Bu, Türkiye’ye özgü koşulları da kısmen barındırdığı anlaşılan Milliyet’teki macera, ilk okur temsilciliği denemesinin sonuçlanmasından sonra, Sabah gazetesinde devam eden ettin. Sabah’ta durumun nasıl devam ediyor? Acaba bu uygulamalarla Türkiye’de medyada, özellikle de gazetelerde güvenilirlik ve saygınlıkta bir yükselme oluyor mu?

 

YB: Sabah’taki konum ve işleyiş açısından baktığımızda, bağımsız iç eleştirmenlik serüveni açısından ileriki safhadayız. Ben kendi hesabıma çıkarttığım dersleri Sabah gazetesine ombudsman olarak geçişte birer öneri olarak sundum. Dedim ki, “ben eğer burada okur temsilciliği yapacaksam, önceki tecrübelerimden çıkan o tatsız sonuçların bir daha yaşanmaması için, bir oyun kuralları, çalışma kuralları metni oluşturalım.” Onlar da “bunu hazırla” dediler. Ben de 2,5 sayfalık bir şey hazırladım, internette mevcut, devamlı okurlara açık bir metindir o. Onu daha sonra verdim, bir tek kelimesine bile dokunmadan olduğu gibi kabul edip altına imza attılar.

ÖM: Bir sözleşme oldu yani?

YB: Evet. Çok daha ileri giderek, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin avukatlarını dahi şaşırtan bir başka koşulu daha kabul ettiler, çalışma kurallarının içerisinde bir yerde ve benim yapmış olduğum 212 anlaşmasına ek olarak şu var, “ombdusman, okur temsilcisi, çalışma kurallarında belirtilen ilkelere uyduğu için işten çıkartılamaz” diye bir ifade var. Bu hukusal olarak da güvence altına alınmış durumda, çok çok olumlu bir şey bu. Benim belki de, verdiğim mücadele en çok bunun içindi ve Sabah’ta bu noktaya gelinmiş durumda. Hiçbir müdahale söz konusu değil, olduğu gibi serbestim. Milliyet’te her zaman öyle olmuyordu, özellikle Umur Talu ve Yalçın Doğan döneminden sonraki dönemde sıkıntılar yaşandı, pek çok tartışmalar yaşandı. Aşıldı, ama her seferinde gerginliklerle. Belki o kadar önemli değil, ama ikinci koşulum da gazetenin künyesinde yer almaktı. Gazetenin künyesinde yer almanın önemi şu, Yavuz Baydar geldi, ombudsmanlık yaptı Sabah’ta, bir kaç sene sonra ayrıldı veya başına bir şey geldi, o zaman ne olacak? Bu, kurumsallaşması gereken bir şey ise, mutlaka künyeye konmak zorunda. Bugün künyede Yavuz Baydar olur, iki sene sonra başka birisi olur. Gazete künyesinde “okur temsilcisi filanca” dendiği vakit, “ben bunu kurumsallaştırdım, bu benim artık gazete olarak kimliğimin ayrılmaz, vazgeçilmez bir parçasıdır” demiş oluyor. Bunu da kabul ettiler. Dolayısıyla dünyada bile çok az sayıda gazetede varolan bir şey, Türkiye’de ilk kez bir gazete tarafından, Sabah gazetesi tarafından kabul edilip uygulamaya konmuş oldu ki, bununla gurur duymuyor değilim.

 

ÖM: Ombudsmanlık müessesesinin bir sözleşme ile, hukuki ve etik bakımdan da garantiye alınması gibi konularda epey mesafe alınmış oldu ve bunda da, haklı olarak övündüğün gibi, senin payının büyük olduğu söylenebilir.

 

Ombudsman okur güvenini arttırıyor mu acaba? Okur temsilciliğinin uygulaması önemli, böylesine ileri bir uygulamaya imza atmış olan gazeteler bunu yeterince duyurmuyorlarmış gibi geliyor. Yani okur temsilciliğinin hayati önemini, bağımsızlığını ve gazeteyi denetliyor, eleştirebiliyor olmasını çok daha iyi duyurabilirler, bunu yapmıyorlar. Medya Konuşmaları kapsamında, özellikle kamunun gazetelere ve medyaya duyduğu güveni konu alan bir araştırmayı tamamlamak üzereyiz. Hâlâ okur güveninin çok yüksek olduğu söylenemez gibi geliyor bana.

 

YB: Bu bana pek şaşırtıcı gelmiyor, çünkü Türkiye’deki basın manzarasına bakılırsa, eski alışkanlıkların devam ettiği görülüyor; haber değerlendirmeleri, birinci sayfa politikaları, dış dünya ile Türkiye’nin ilişkileri, iç ve dış haber dengesinin kurulması, magazin içerikli haberlerle diğer haber arasındaki dengenin kurulması vs. pek çok açıdan. Editoryal tercihlerde, bakış derinliğinde ciddi sorunlarımız var. Biz çok sert bir rekabetin yaşandığı bir ülkede bu mesleği icra etmeye çalışıyoruz. O sert rekabetin esas unsuru da ticari başarı, “mümkün olduğu kadar çok satalım, çok para kazanalım”, “mümkün olduğu kadar iyi haber verelim” değil. “Habercilik üzerinde çalışalım, elemanlarımızı eğitelim, onların İngilizce bilenlerinin lisanlarını geliştirmelerini sağlayalım” vs. bu tür şeyler çok öncelikli kaygılar değil hâlâ. AB’nin içine doğru hafif adım atmış vaziyetteyiz ve “AB standartlarını pek çok açıdan yakalayacağız” diyoruz, ama bizim sektörde pek yaprak kımıldamıyor henüz, ama şu ya da bu şekilde olacak.

ÖM: Son derece güncel bir parantez açmak istiyorum; biraz önce konuşuyorduk Açık Gazete programında, Türkiye’nin bugünkü, yani 3 Ağustos 2006 Perşembe tarihli 3 gazetesinde şöyle bir duruma rastlıyoruz: Bir tanesi senin okur temsilciliği yaptığın Sabah, biri Hürriyet, bir diğeri de Akşam. Bunların üçünde de çok ilginç bir şey gözümüze çarptı bugün; biz Sabah’la ilgili şikâyetimizi, okur temsilcisi olarak sana burada bildirmeye karar vermiştik Avi ile. Her 3 gazetenin de birinci sayfasında, manşetlerinde ve sürmanşetlerinde dünyanın şu anda uğraştığı temel mesele, yani İsrail’in Lübnan ve Gazze saldırıları, buradaki muazzam kayıplar, insani ve göç, vs. yok, bu konu ile ilgili hiçbir haber yok. Sabah gazetesinde dolaylı olarak değinilmiş; CHP’li bir milletvekili, “İsrail haklı” demiş ama neden haklı, neden haksız anlamaya imkân yok birinci sayfadan verilmediği için. Her üç gazetenin de, sağ üst köşede, sürmanşette, Göcek’te yaşanan bir bir gizli aşk macerasını aynı fotoğraflarla, aynı yerde vermeleri çok çarpıcı geldi bize. Yeri gelmişken de söylemeden edemedik doğrusu.

 

YB: Bu okurların sürekli olarak, düzenli olarak tepki gösterdiği bir şey. Geçenlerde yine Sabah’ta bir şey vardı, yine buna benzer bir manzara, onun yanında da Lübnan’da çocuk ölümleri ile ilgili  bir haber yanyana getirilmişti. Bu sayfa düzeninde yaşanan bir şey, okurların tepkisini çekebiliyor. Ama okur, “o haberi niye buraya koydunuz, bunu niye bunun yanına koydunuz?” demekten ziyade, “kardeşim dünya yanıyor, dünya yanarken siz burada lay lay lom haberleri niye bu kadar çok dolduruyorsunuz?” diyor hep.

 

ÖM: Bugünkü çok tipik bir örnek gibi, son derece vahim bir gün geçirdi yine hem Gazze, hem Lübnan hem de Irak ve hakikaten, Radikal gazetesinin “Sözün bittiği yer” şeklinde bir manşet attığı ve çok çarpıcı bir fotoğrafla bunu verdiği bir noktada, Türkiye’nin 3 gazetesinin de güne aynı mizanpaj ve aynı anlayışla yaklaşıyor olması ve dünya gerçekliğini arka plana atıp, Türkiye içinden, tamamen magazinel, dedikodusal bir haberi bu kadar tepede vermesinde okurun güvenini hakikaten zedeleyebilecek bir şey var gibi geliyor bana.

 

YB: Büyük gazetelerin editörlerinin üzerinde çok ciddi bir beklenti var. Gazeteyi mümkün olduğu kadar kârlı hale getirmeleri bekleniyor. Bu beklenti, büyük bir gazete patronunun, geçen sene söylediği ve maalesef çok geniş bir kesim tarafından kabul gören, “ekonomik başarı ve bağımsızlık esastır” şeklindeki, bu mesleğin ruhuna son derece aykırı sözlerinde özünü buluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Yani bir gazetenin ekonomik bağımsızlığı, dolayısıyla ekonomik başarısı esastır diye bir şey olabilir mi? Bir gazetenin esas malzemesi doğru, dengeli, dürüst haberdir, yani okur böyle algılar gazeteyi. “Çok iyi satan bir gazete en doğru, en güzel, en sağlam gazetedir” diye bakmıyor ki okur. Maalesef zihniyet şu; “mümkün olduğu kadar patronlarımızı memnun etmek için çıkartalım gazeteyi, okurlar daha sonra gelir.” Yani okur yerine patronları, sermaye sahiplerini memnun etmek üzere yapılan bir gazetecilik söz konusu. Bir tarafı ile mesele bu, ama diğer taraftan her gazete kendi kimliğini belirler, siz bunu çok iyi biliyorsunuz ki çeşitlilik çok önemli. İngiltere’ye baktığınızda en ırkçısından, en sansasyonel magazin gazeteleri de var, ama merkezde duran Daily Telegraph gibi, taş gibi sağcı, ama müthiş sağlam haberciliği ile tanınan, adını dünyada iyice yerleştirmiş bir gazete de var, solda başka gazeteler var, daha küçük ölçeklerde satsa da yine çok iyi haberciliği ile tanınan Independent gibi gazeteler var. O çeşitlilik yelpazesi içerisinde başvuru kaynağı olarak okurların yöneldiği gazeteler var. Türkiye’de editörlerde, “biz popüler gazete çıkartıyoruz, okurlara şunları şunları veriyoruz, onları cezbedecek malzemeler arasında okuması gerekenleri de yediriyoruz onlara” şeklinde basitleştirebileceğim bir anlayış var. Ben bunu anlamıyor değilim, anlıyorum, ama Türkiye’de şu anda esas sorun çok satan gazetelerin haberciliğinden ziyade, artık bir referans gazetesinin, yani 150-200 bin satması yeterli olabilecek bir referans gazetesinin yokluğu. Böyle bir gazetenin olmayışı nedeniyle biraz da biz bu sıkıntıları, bu tartışmaları yaşıyoruz.

 

ÖM: Çok önemli bir noktaya değiniyoruz, az önce konuştuğumuz konuya döneceğim yine, bugünkü üç büyük gazetenin haberi kapsama tarzında, tam da dediğinin aksine bir durum var. Burada bir çeşitlilik olması şöyle dursun, iç sıkacak kadar da aynı, haberin yeri aynı fotoğraf aynı, “fena yakalandı!” tarzındaki alt düzey üslup aynı.

 

Crimes Against Nature adlı kitabında Robert F. Kennedy, Amerikan medyasını kuvvetle eleştiriyor, “özellikle küresel iklim değişikliği konusunda, enerji patronlarının emrindeler” diyor. Washington’da Ulusal Basın Klübün’de, bir konuşma öncesinde, oraya plaket olarak konmuş, gazetecilik amentüsü diyebileceğimiz metni okuyor, “gazetecili mesleğine inanıyorum” diye başlıyor ve “bir gazete son noktasına kadar kamunun haber bekçiliğini yapmak durumundadır, bunun tersi gazeteciliğe ihanet olur” diyor. Bu gazeteciliğin evrensel amentüsü olarak kabul edilebilir bence, demin sözünü ettiğin, ekonomik başarının, kârın birinci planda olduğu üslupla taban tabana zıt.

 

YB: Aynen katılıyorum. “Biz halkın ihtiyacı olanı değil, onun istediğini düşündüğümüz şeyleri onlara veririz” anlayışı üzerinden satışı artırma anlayışı hakim. Buradaki sorun, özellikle son 10 yıl içerisinde, editoryal bağımsızlık meselesinin Türk basınının bir numaralı meselesi haline gelip yerlemesi ve halen orada duruyor olması. Geçenlerde çok etkin bir beyin avcısı ile konuşuyordum, çok iyi tanıyor bir çok sektörünü Türkiye’nin, “Türkiye’de en son sorunlu sektör sizin sektörünüz. Bu kadar oynaklık, vasıflara dayalı olmayan bir personel politikası, bir kariyer merdiveni, bu kadar amorf bir kurumsallaşma anlayışı bir tek sizin sektörünüzde yaşanıyor” dedi. “Türkiye’de reformlardan sonra bir çok sektörde pek çok şey oturdu diyor üç aşağı beş yukarı. Herkes profesyonelleşmenin ve yapılan işinin gereğinin, ruhunun ne olduğunu anlayarak hareket etmenin artık şart olduğunu anladı iyi kötü ve bu yolda ilerleniyor” diyor “ama basın sektörü olduğu yerde hâlâ tepiniyor” diyor. Bir örnek verdi; “herhangi bir bankayı ele alın, bankanın başına birisini atar, o atadığı adamın mümkün olduğu kadar bu işi iyi bilen birisi olmasına dikkat eder ve ona karışmaz. 10-15 günde bir toplantı yapar, sonuçlara bakar, kötüyse belki ufak tefek tartışmalar yapar, devam eder yoluna” diyor. Türkiye’de herkes futbolu çok iyi bilir ya, basının tepesindekiler de bu mesleğin içerisinden gelmemelerine rağmen çok iyi bildiklerini iddia ederek, son 10-15 yıldır özellikle herşeye müdahale etmeyi bu işin doğal bir parçası olarak gördüler. Maalesef bu, o editoryal bağımsızlık konusunda bir kanser haline dönüştürdü ve bundan kurtulamıyoruz. Yani gazete patronu herşeye karışma hakkını kendisinde görebiliyor.

 

ÖM: Hem patronundan, hem de devletten bağımsız olamamak gibi çok önemli bir sorunu var Türkiye’de medyanın, ikisi de içiçe herhalde?

YB: Ben devletten bağımsız olmayı artık ikincil, üçüncül olarak görüyorum, Bence bir gazetenin bağımsızlığın turnusol kâğıtlarından bir tanesi, sermaye sahiplerinin, diğer iş ilişkileri ile ilgili haberleri doğru ve bağımsız olarak kendi gazetelerinde verip veremeyeceği ile bağlantılı.

 

ÖM: Çok önemli.

 

YB: Bu çok önemli bir ölçü. Tabii bu bize çok uzak bir şey, en çok dikkat edilen ve otosansür müessesesinin en iyi işlediği alan şu anda bu.

 

ÖM: Gazete patronunun diğer ticari faaliyet alanlarıyla ilgili haberlerin verilmesi ya da kasten verilmemesi.

 

YB: Tabii, bunun altını çizmek lazım.

 

ÖM: Senin adınla anılan ilk uygulamadan sonra, şimdi Türkiye’de bir çok gazetede var okur temsilciliği, Timuçin Tüzecan Hürriyet’te, Derya Sazak Milliyet’te, Okay Gönensin de Vatan’da. Başka bilmediklerim de varsa ekleyebiliriz.

 

YB: Zaman ve Yeni Şafak’ta da var. Akşam da atayacağını ilan etti ama henüz atanmadı.

 

ÖM: Timuçin Tüzecan’ın aynı zamanda halkla ilişkiler ve tanıtımda bir görevinin de olması bir çıkar çatışması meydana getirmiyor mu? Ya da Derya Sazak’ın, gazetedeki çok önemli köşeleri ve ayrıca Sohbet Odası’yla bu görevinin bağdaşıp bağdaşmayacağı da sormamız gereken bir soru. Aynı şekilde Okay Gönensin için de geçerli tabii, Vatan’da yazıyor bir yandan.

 

YB: Bağımsızlık burada esastır, okur temsilcisinin sadece o işle uğraşması ve kendisini aktif üretimin, haber üretiminin ya da yorum üretiminin dışında tutması lazım. Yaklaşık 100 ombudsman var dünyada, onların içinde, yerel Amerikan eyalet gazetelerinde aynı zamanda yorum sayfaları editörlüğünü de yapan bir kaç istisna var, ama Dünya Ombudsmanlar Örgütü üyeliğine alınabilmek ve orada saygın bir yer edinebilmek için, mutlaka ve mutlaka tek ve asli işinin ombudsmanlık olması şartı aranıyor. Eğer siz gazetede başka bir görevde iseniz, özelikle içeriğine düzenli olarak katkıda bulunuyorsanız, size ait içerikle ilgili olan şikâyetleri kim değerlendirecek? Yani sahanın iki tarafındasınız, bu pozisyon okurun gazeteye güveni açısından sorun yaratabilir.

 

ÖM: Bu sözünü ettiğimiz insanların yazdıklarının, yaptıkları röportajların, köşe yazılarının değerini hiç tartışmıyoruz, hatta kendi payıma gayet iyi olduklarını düşünüyorum, ama iki görevin bağdaşmasında bir sorun var; okurun, kamuoyunun kafasında bir karışıklığa yol açabileceğini ve güvenilirliği bir ölçüde düşürebileceğini düşünüyor insan.

 

YB: Guardian gazetesi Milliyet’le aşağı yukarı aynı sıralarda, 98 sonbaharında başlamıştı. Guardian’ın bir ombudsmanı var: Ian Mayes, sadece bu işle uğraşıyor ve Genel Yayın Yyönetmeni Alan Rusbridger’in sağ kolu durumunda. Guardian ombudsmanlığı öne çıkartmaya en çok önem veren gazete, onun sonuçlarını da okurun geri dönüşü anlamında görüyorlar zaten. Bununla yetinmiyorlar, yani “ombudsman bağımsızdır” diye bas bas bağırıp bunu kullanmanın ötesine geçtiler, 1999’dan itibaren bir üst ombudsman da atadılar. Diyelim ki, Guardian’ın ombudsmanı sizin şikâyetinize tatminkâr bir yanıt veremedi, - bir kaç kez oldu bu tür olaylar- o zaman üst ombudsmana başvurma hakkınız var, o kişi de bir hukukçu aslında, ama medya hukukçusu gibi çalışıyor. Ombudsmanlık denen şey her gazete için, o gazetenin güvenilirliğinin sağlanması için küçük, ama önemli bir adım. Herşeyi çözecek bir formül değil, o formüllerin ayrılmaz bir parçası olarak görmek lazım.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz, fevkalade aydınlatıcı bir saat geçirdik beraber.

 

(3 Ağustos 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)