Masal Ülkesinin Kralı Asla Ortadoğu'nun Gerçeklerini Kavrayamayacak

-
Aa
+
a
a
a

1 Ağustos 2006 Salı

The Guardian

 

İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı hakkında yazılan pek çok tuhaf şey arasında en dikkat çekici olanı Paddy Ashtown’un geçen Cumartesi bu sayfalarda yayınlanan yazısında yer alan ifadelerdi. “Bu krizin tek bir çözümü var, bu aynı zamanda Irak’ta da uygulamamız gereken bir çözüm: daha geniş çaplı bir Ortadoğu düzenine yönelmek ve bunu en kısa zamanda gerçekleştirmek. ABD bunu yapamaz. Ama Avrupa yapabilir.”

 

ABD bunu yapamaz mı? Bu ne demek oluyor?  İlk bakışta bu iddia düpedüz yanlış. İsrail Filistin topraklarındaki işgalini sürdürme niyetindeyken daha geniş çaplı bir düzene geçmek olası görünmüyor. Bu durum, İsrail üzerinde en büyük etkiye sahip olan ülkenin, barışa aracılık edebilecek en güçlü ülke olacağı anlamına geliyor. İsrail’in dış politikası ve askeri stratejisi ise ABD’nin onayına bağlı olarak şekillendiriliyor.

 

İsrail global gelişme indeksinde 23. sırada, Yunanistan, Singapur, Portekiz ve Brunei’nin üzerinde; aynı zamanda dünyada en fazla ABD yardımı alan ülke. ABD hükümeti 2004’te 11 milyar dolar sivil dış yardımda bulundu. İsrail bunun 555 milyon dolarını alırken dünyanın en fakir üç ülkesi olan Burkina Faso, Sierra Leone ve Nijer toplam 69 milyon dolar aldılar. Daha da önemlisi İsrail geçen yıl ayrıca 2,2 milyar dolarlık bir askeri yardım aldı.

 

İsrail ekonomik olarak bu yardıma bağımlı değil. Gayri safi milli hasılası 155 milyar doları bulurken askeri bütçesi 9,5 milyar dolar. Kendi silahlarını kendisi üretirken çeşitli parçaları da dünyanın dört bir yanından satın alıyor, bunlar arasında Guardian’ın geçen hafta ortaya çıkardığı gibi İngiltere de var. Bağımlılığı daha çok diplomatik alanda. ABD dış askeri finansman programı tarafından verilen paranın büyük kısmı, ABD’nin tüm yardım harcamalarında olduğu gibi yine ABD’de kullanılıyor. İsrail bu parayı F-15 ve F-16 jetleri, Apache, Cobra ve Blackhawk helikopterleri, AGM, AIM ve Patriot füzeleri, M-16 tüfekleri, M-204 el bombası atarlar ve M-2 makineli tüfeklerini almak için kullanıyor. Prestwick skandalının ortaya çıkardığı gibi, lazer güdümlü bombalar İsrail’e ABD tarafından gönderiliyor.

 

Bu silahların büyük kısmı Filistinli sivil halkı öldürmek için kullanıldı ve bugün de Lübnan’da kullanılıyor. ABD silah ihraç kontrol yasasına göre “ABD’nin güvenliğini sağlamlaştırmadığı veya dünya barışına katkıda bulunmadığı” sürece “ABD hükümeti hiçbir savunma malzemesini veya savunma hizmetini satamaz veya kiralayamaz”. Silahlar “yalnızca dost ülkelere iç güvenlik, haklı nedenlerle kendini savunma veya uluslararası barışı ve güvenliği koruma ve yeniden tesis etme” amacıyla satılabilir.

 

Bu silahları İsrail’e vererek ABD hükümeti aslında İsrail’in tüm askeri eylemlerini haklı nedenlerle kendini savunma, ABD’nin çıkarlarını koruma ve dünya barışına hizmet etme çerçevesinde gerçekleştirdiğini beyan etmiş oluyor. ABD bir yandan da İsrail’in sivilleri öldürmesine ahlaki olarak suç ortaklığı ediyor. Bu da İsrail’e diplomatik açıdan vazgeçilemez bir kılıf sağlıyor.

 

1972’den bu yana ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde 40 kez veto hakkını kullanarak Filistinlilerin haklarını savunmaya ya da İsrail hükümetinin aşırılıklarını önlemeye yönelik çözüm önerilerinin karara bağlanmasını engelledi. Bu, aynı dönemde diğer tüm daimi üyelerin kullandığı toplam veto hakkından daha büyük bir sayı. Bunun en son örneği 13 Temmuz’da hem İsrail’in Gazze’ye saldırmasını hem de Filistinli grupların füze atmalarını ve İsrailli bir askeri kaçırmalarını kınamaya yönelik bir hareketin bastırılması oldu. Geçen birkaç gün içinde ABD, İngiltere’nin de desteğiyle, acil bir ateşkes ilan edilmesine yönelik tüm uluslararası girişimleri engelleyerek İsrail’e açıkça Lübnan’a yönelik saldırılarına devam etme izni verdi.

 

Şurası herkes için açıktır ki (buna Paddy Ashdown da dahil), İsrail ABD’nin diplomatik koruması olmadan bu şekilde davranamazdı. ABD hükümeti İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmemesi durumunda askeri ve diplomatik desteğini keseceğini söyleseydi İsrail anlaşma masasına oturmak zorunda kalırdı. ABD’nin bu ülke üzerinde belirli bir gücü var. Peki bu gücü kullanabiliyor mu?

 

Mart ayında ABD’li akademisyenler John Mearsheimer ve Stephen Walt “İsrail lobisinin” Washington’u olağanüstü derecede etkisi altında tuttuğunu belgeleyen bir araştırma yayınladılar. Bu araştırmada yazarlar, muhafazakâr Hıristiyan gruplarla Amerika-İsrail Sosyal İlişkiler Komitesi gibi Amerikalı Yahudi kuruluşlarının Kongre çalışmaları sırasında ”İsrail’in her tür eleştiriden uzak kalmasını” sağladığını ve “yürütme yetkisine sahip kişiler üzerinde büyük bir etkileri olduğunu” öne sürüyor. Araştırmada İsrail hükümetini destekleyen politikacıların parasal kaynaklara boğulduğu, İsrail hükümetiyle tartışmaya girenlerin ise mektup kampanyaları ve medyada yürütülen karalama çalışmalarıyla yıldırıldığı ileri sürülüyor. Bunların hiçbiri işe yaramazsa “büyük susturucu”  kullanılıyor: Yahudi karşıtlığı suçlaması. İsrail hükümetinin politikalarına karşı çıkanlar Yahudilerden nefret etmekle suçlanıyor.

 

Tüm  bunlar dürüst bir politika yürütülmesini imkânsız hale getirmese de zorlaştırıyor. Lider olmanın ana şartlarından biri de zorbalara karşı durmaktır. İkinci dönemindeki bir ABD Başkanı İsrail’in geri çekilmesini ve anlaşma masasına oturmasını isteyecek güce sahip bir konumdadır.

 

Ancak Ashdown ABD hükümetinin psikolojik ve düşünsel açıdan harekete geçemeyecek durumda olduğunu söylüyor; haklı olabilir. Geçen Cuma Tony Blair ile birlikte katıldığı basın toplantısında George Bush Ortadoğu’daki çatışmalar hakkında her zamanki masalını anlattı: “Lübnan’da pek çok acı yaşanıyor” diyerek açıklamalarına başladı, “çünkü Hizbullah İsrail’e saldırdı. Filistin’de de pek çok acı yaşanıyor, çünkü Hamas militanları demokrasinin bu topraklarda yerleşmesini engellemeye çalışıyor. Irak’ta da acılar yaşanıyor, çünkü teröristler mezhep çatışmalarını yaygınlaştırmaya ve demokrasinin benimsenmesini engellemeye çalışıyorlar.” Lübnan’daki çatışmalar “birdenbire iki İsrail askerinin kaçırılması ve sınırın diğer tarafına füzelerin gönderilmesiyle başladı.”

 

İlk ateş açanın Hizbullah olduğuna katılıyorum. Ama bunu birdenbire mi yaptılar? İsrail’in daha önce Güney Lübnan’ı işgal etmesi, Golan Tepeleri’nde sürdürdüğü işgal, Batı Şeria’yı işgal edip yerleşime açması ve Kudüs’ü yavaş yavaş boşaltması, Gazze’de sivilleri, elektrik santrallerini, köprüleri ve boru hatlarını havaya uçurması, çocukları dövmesi ve vurması, Filistinli politik liderleri hapse atması veya öldürmesi, evleri buldozerlerle yerle bir etmesi, aşağılayıcı ve çoğunlukla öldürücü denetim noktaları; bunların tamamı Bush’a göre ya uydurma ya da herhangi bir politik sonuç doğurmayacak şeyler. Aynı durum ABD’nin Irak’a saldırıp ülkeyi işgal etmesi ve Suriye ile İran’a yönelttiği devamlı tehditler için de geçerli. Ortada sorunlara neden olan tek bir grup var: teröristler, ve bu teröristler kalplerindeki kötülük nedeniyle etrafa saldırmadan duramıyorlar.

 

Bu krizin tek sorumlusu İsrail değil. İsrail şehirlerine füze atılması tartışmasız biçimde terörist bir eylem. Ancak bu ülkeye saldıran insanların neden silahlarını bırakmayacaklarını anlamak ve Filistinlilere adil davranabilmek için masal ülkesinin kralının geçen altı yıl boyunca İsrail’in başka insanların topraklarını işgal edip sivilleri öldürmesinin ve kendi ülkesinin Irak’a saldırıp başarısız olmasının sonuçlarıyla yüzleşmesi gerekirdi. Ancak bunları yapabilme kapasitesi yok gibi görünüyor. Bunun yerine geçen Cuma günü verdiği yanıtlarda olduğu gibi, tırmanan çatışmaların özgürlük ve demokrasinin nihai zaferiyle sonuçlanacağına dair milenyumcu bir hikâye anlatıyor.

 

Paddy Ashdown’ın haklı olabileceğinden korkuyorum. ABD Ortadoğu’da daha geniş kapsamlı bir düzen kurma planını yürütemez, çünkü bu ülkenin başında kendi dünyasında yaşayan bir adam var.

 

Çeviren: Dilek Oktay