Kimse Aşktan İyileşmek İstemez ki (2)

-
Aa
+
a
a
a

“Bu gidişle aşkın tedavisini de bulacağız” SSRI diye bilinen modern antidepresan sınıfının psikiyatri uygulamalarına yeni girdiği bir dönemdeydik. 1990 yılında İstanbul’da yapılan bir bilimsel toplantıda, psikofarmakolojinin öncülerinden Psikiyatr Donald Klein antidepresanlar alanındaki gelişmelerini ve yeni antidepresanların etkililiğini anlatmaktaydı. Değişimin çarpıcılığı çok belirgindi: Yan etkiler geçmiş preparatlara göre çok daha az gözüküyordu; etkiden yana da eskilerden geri kalmıyorlardı. Dr. Klein konuşması sırasında bilimsel gelişmeleri aktarırken iyice coşarak, “pek yakında bir hap olacak, ve aşkı bile tedavi edebileceğiz,” dedi. Demesiyle birlikte, salon şöyle bir çalkalandı. Dinleyiciler arasında epey bir aşık vardı herhalde. Nezaketten olsa gerek, kimse çıkıp bir şey söylemedi.

 

Aynı günün akşamı New York’ta psikiyatri profesörü olan Dr.Bayram Karasu ile Cumhuriyet gazetesi için bir görüşme yapıyordum. Klein’ın sözlerini hatırlattım, “Aşkın tedavisi olur mu?” gibisinden bir soru ile (sorar sormaz anlamsızlığı hissedilen sorulardan birisiydi işte!). “Yankı,” dedi Dr. Karasu, “aşkın tedavisini bulsalar ne olur? Kimse aşktan iyileşmek istemez ki...” (Bu görüşmenin diğer ayrıntılarını Labirent Yolculukları adlı kitabımda yazmıştım; s.108-112, Remzi Kitabevi, 1991).  

 

Depresyon ne zaman normaldir? Depresyonun tıpkı aşk (ve aşk acısı) gibi insani bir duygu olduğunu hatırlayınca, antidepresanlar ile neyi tedavi ettiğimizi düşünmemek mümkün değil. Normal bir duyguyu mu düzeltiyoruz, yoksa... Bu noktada, “normal” kavramının tuzaklarından birisine düşmek pek kolay. “Normal” olması beklenen, herkeste olabilen anlamına yorulması gereken bir kavram burada. “Anormal”den ise, bir tedavi (müdahele, yardım, düzeltme ne derseniz artık) gerektiren durumu anlıyorum. Depresyon eğer bu anlamda normal bir ruh durumu ise, ki öyle, anormalliğini (yani, tedavi gerektirecek bir durumda olup olmamasını) depresyonun bizatihi varlığı/yokluğu belirleyemez. Fazla kafa karıştırmaksızın, soruyu şöyle sorayım: Depresyonu ne zaman yalın bir üzüntü, bir acı, bir insanlık durumu olarak görebiliriz? Bu depresyon ne zaman tedavi edilmesi gereken bir depresyon olur?

 

Taş düşmüş baş kadar normal.Normal duruma bir örnek; kafasına taş düşen birisinin kafasının yarılması ve canının acıması normaldir. Beklenen bir durumdur; ancak bu normal sonucu doğuran kafaya taş düşme vaziyetini pek normal bir durum sayamayız (arzulanan olmadığı zaten kesin...). Sonucun beklenen cinsten olması, anormal bir durumun sonucunu normal kabul edip, kendi haline bırakmamız için yeterli değil. “Taş düşen baş”ın yarasının onarılması ve acısının dindirilmesini beklemeliyiz.

 

Depresyon normalde işe yarayabilen, insanın öğrenme ve gelişme sürecinin bir evresini oluşturabilen, aynı zamanda da acı verici bir süreçtir. Uzadığında, kendisini doğuran durum ile orantısız ağırlıkta olduğunda, doğurduğu acı ile bireyin gelişimini engeller hale geldiğinde savuşturulması zorunlulaşır. Antidepresan bu savuşturma noktasında işe yarayan kimyasaldır.

 

Taş düşen her baş yarılmayabilir. Antidepresan, acı dindirme ve acıyı aşma yolunda kişiye yardım etmenin sayısız aracından birisidir.  Antidepresan ilacın etkililiği bireyin depresyon tarzı ile yakından ilişkilidir. Bireyin depresyon tarzını ne belirler? Kim olduğu, taşıdığı genetik yük ve onun getirdiği yatkınlıklar, geçmişi, başına gelenler, başına getirdikleri... Beyin işleyişi bu geçmişin sonuçlarını yansıtabilir. Klinik depresyon sadece başımıza gelenlere bir tepki değildir. Bazılarımız başına gelenlerden (diğerlerine nazaran) daha kolay etkilenebilir.

 

Beyin işleyişi belirleyici. Beynimizin işleyiş özellikleri yaşananların olumsuz etkisini kimimizde “amplifiye” ederken, kimimizde hiç böyle bir etki gözlenmez. Antidepresan kullanımı, beynin işleyişinde yaptığı değişiklikle yaşananların yıkıcı etkisindeki büyüteç etkisini ortadan kaldırır. Bu düzeltme kalıcı değildir. Antidepresanlar, beyin hücresi yenilenmesini sağlasalar bile, yeterince onarıcı olamadıkları için, tekrarlayıcı depresyonlarda, antidepresan tedavinin kesilmesiyle, depresyon riski tekrar yükselir (bkz. “Fareler antidepresanlarını düzenli almalı” başlıklı makale; www.yankiyazgan.com ). Geleceğe dönük klinik depresyon riskini azaltmanın yolu, antidepresan kullanımının sağladığı soluk alma fırsatından yararlanıp,  düşünüş şeklimizi gözden geçirmektir. Bu düşünüş şekli değişikliği beynimizin işleyişi üzerinde daha yavaş, ama daha uzun süreli bir etki sağlayabilir. Genlerimizin çektiği yöne savrulma hızımızı bir parça kontrol edebiliriz. Antidepresan kullanımını, taş yağmurunda, başımıza bir miğfer geçirmek gibi görürsek; düşünüş şekli değişikliğini başımızı taşın altına uzatmaktan vazgeçmek gibi tasavvur edebiliriz.

 

Aşık ve hastalığı. Yazının girişindeki tedavi kabul etmeyen aşık ve hastalığı bahsine geri dönelim. Freud’a yakıştırılan bir söz var: “Aşk geçici bir cinnettir.” Geçiciliği ne kadar teselli verir bilemem, hastalık tanımına uyduran bir yanı da, istem dışı gelmesi ve istem dışı gitmesidir. Kontrol edilemezliği, uslanmazlığı ile “deli gönül” tedavi kabul etmez. Ama hayatın ve soyumuzun devamı aşk hastalığının yaygınlığı ve geçiciliği ölçüsünde mümkündür.

 

Depresyon hayatın devamını zorlaştırır, giderek imkânsızlaştırır, hayata ters gider. Geldi mi gitmek bilmez, kendiliğinden gitse de geride bıraktığı iz ile hayatın akışını bozar. Bu koşullarda, depresyon tedavi edilir.

 

Aşk ise, davet edilir. Antidepresan gerektirmez.

 

 

* Yazının ilk şekli 1990 yılında yine Cumhuriyet Bilim Teknik’te yayınlanmış bu makaleyi 14 yıl sonra tekrar yazdığımda, Türkiye’de antidepresan kullanımı liste başı olacak düzeye varmıştı. Bunun ticari, moda, lüzumsuz kullanım gibi nedenlerini tartışmak mümkün; ama antidepresanlara ihtiyacın gerçekten artabileceği olasılığını ve bunun psikososyal sebeplerini irdelemek de gerekmekte... Beynimizin yapısı 14 yılda pek o kadar değişmemiştir! Yapıyı nasıl kullandığımızın değişmesi için ise, yeterli bir süre...

 

www.yankiyazgan.com

www.guzelgunler.com