İhtiyar Delikanlılar Orhan Peker'i Anlatıyor...

-
Aa
+
a
a
a

Teşvikiye’deki Milli Reasürans Sanat Galerisi’ndeyim. Orhan Peker sergisinin açılışı olacak (7 Şubat)... Sergi açılmadan önce Amelie Edgü ve bu sergi için İstanbul’da bulunan Orhan Peker’in arkadaşları Cornelius Bischoff ve Çetin Öner’le konuşacağız. Bu sabah saatinde salonda yoğun bir çalışma var. Herşey hazır görünüyor, son çalışmalar yapılıyor. Kendilerine “ihtiyar delikanlı” diyen iki eski arkadaş şaşkınlık nidalarıyla her tablonun önünde başka bir yorum yapıyorlar, birlikte yaşadıkları geçmişin yansıdığı tablolara bir kez daha bakıp farklı bir çözüm buluyorlar. Örneğin kedilerin ayrı ayrı mekanlara yerleşimlerindeki tezatlık onları neredeyse otuz yıl önceki tartışmaların ortasına bırakabiliyor ya da gözlerini süzen at onlara birisini çağrıştırıyor. Ama bu fikirlerinin gizli kalmasını istiyorlar. Çünkü onlar çocukluk arkadaşlıklarını, gençlik arkadaşlıklarını, birlikte yaşadıkları o dönemi de bu sergide yeniden yaşıyorlar. Bugünden baktığımızda yalnızca resimleri görebiliriz. Oysa onlar yapılış nedenlerini de biliyor, görüyor, anlıyor, hatırlıyorlar.

Amelie Edgü, iki yıldır Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından topladığı Orhan Peker çalışmalarını ve bu çalışmalarına şahit olan arkadaşlarını bu sergide buluştururken, ülkemizin çok da uzak olmayan sanat tarihinden bir kesiti de bir araya getiriyor. En azından bu sabah, serginin açılmasına yalnızca birkaç saat varken; Almanya’dan gelen Cornelius Bischoff ve bir zamanlar küfürleşerek tanışmalarının ardından neredeyse zorla resimlenen “Gülibik”in gerçek öyküsüyle dolu Çetin Öner gibi iki önemli isim, serginin son hali üzerine konuşup, küçük ve tatlı çekiştirmeler ve benzetmelerle dolaşıyorlar ve Amelie Edgü’ye de takılıyorlardı zaman zaman... Serginin son hazırlıkları yapılırken biz bir köşede sohbete başladık.

Hüzünlü bir sergi

Amelie Edgü: “Orhan Peker’in son sergisi 1978’de Bedri Rahmi Galerisi’nde oldu. O zaman sergisinin açılışına geldi ve açılıştan sonra kapıda durdu, bütün arkadaşlarıyla vedalaştı ve birkaç hafta sonra da öldü. Zaten o serginin açılışından sonra çok kötüydü. 1993 yılında Milli Reasürans çalışmaya başladıktan sonra bana açılış sergisinin ne olacağını sorduklarında aklımda iki isim vardı; ilki Orhan Peker, ikincisi ise Kuzgun Acar. Kuzgun Acar sergisini ancak dört sene sonra yapabildim çünkü malzemeyi bulamadım. Orhan Peker sergisi için de, bütün Türkiye’deki arkadaşlarına telefon ederek, seyahatlerle onlara ulaşarak, ziyaret ederek çalıştım ve çok güzel bir açılış sergisi oldu. Bir kitap da yaptık o zaman. Ve şimdi benim Milli Reasürans’ta 50. sergim.
Orhan Peker olması konusunda hiçbir tereddütüm yoktu. Karar verdik böylece iki sene evvel gene yola düştüm, her yerde Orhan Peker diaları çektim. Ve kitabı yaptık. Kitapta da Turhan Erol ve Ferit Edgü yazdılar. Sergi bu akşam açılıyor ve Cornelius Bischoff’a telefon ettiğim zaman ‘Hemen’ dedi ‘Amelie geliyorum’ ve iki günlüğüne bu sergi için Hamburg’tan geldi. Çetin Öner Ankara’dan geldi. Ragıp Uluç gelecekti bu sabah telefon etti. Maalesef gelemiyor, Mustafa Plevneli burada olacak akşam. Sergide ayrıca Ara Güler’in Orhan Peker portreleri karşılayacak gelenleri. Ara Güler sergisi de girişte açılacak... Orhan Peker’in sergisi benim için hüzünlü bir sergi.. Ölmüş olan ve çok sevdiğim bir sanatçının resimlerini toplamak... Tabii, bazılarının nerede olduğunu biliyorum ama, bazılarına ulaşamadık. Örneğin iki tane karpuz dilimleri vardı; seneler boyunca bizim evde şöminenin üzerinde duran tabloyu bulamadım. Tabii bu hüzünlü, zaten Orhan Peker’in resimleri hüzün ve yalnızlık dolu... Belki de bunun için Orhan Peker’i seçtim.”

Amelie Edgü bunları anlatırken, yıllardır görüşmemiş eski dostlar Bischoff ve Öner, Orhan Peker’in tabloları önünde kim bilir kaçıncı kez gördükleri ve nasıl çalıştığını çok iyi bildikleri ressam arkadaşlarının çalışmalarını tartıyorlardı. Amelie, Cornelius Bischoff’u tanıtırken; “Orhan Peker’in en eski arkadaşı, belki yukarıda fotoğraflarını gördün, genç bir delikanlı olarak St. Georg Lisesi’nden... Ve Çetin Öner en eski arkadaşlarından biri ve ikisi geldiler, buradalar...” derken Öner “En eski ve iyi” diye ekliyordu. Kendi deyimleriyle bu yaşlı delikanlılar, yollar ve yıllar ötesinden eski arkadaşları Orhan’ı ve arkadaşlıklarını görmeye gelmişlerdi. Nereden başlayabilirdik, nerelere gidebilirdik...

"Kalk gel, sake içelim!"

Cornelius Bischoff (fotoğrafta 1940'larda, sağdaki Peker ): “Biz Orhan’la St. Georg yatılı okulunda tanıştık. Ben ilkokul 5. sınıftaydım. Almanya’dan gelmiştim. 1939 yılında ve Orhan benden bir yaş büyüktü, 6. sınıftaydık. Türk olduğu için ilkokulu Türk okulunda okumaya mecburdular. Biz ortaokuldaydık. Ondan sonra da olgunluk imtihanından sonra ben İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ne girdim. Orhan o zamanlar güzel sanatlar fakültesindeydi. 1939 yılında Almanya’dan gelmiştik, 1948 yılında Hamburg’a döndüm. Ben Hamburg’luyum. O zamandan beri ilişkimiz, mektuplaşma kesilmedi ara sıra Hamburg’a geliyordu. Ara sıra ben o İstanbul’dayken İstanbul’a geliyordum. Paris’te buluştuk. Brüksel’de sergisi olduğunda buluştuk. Hatta Japonya’da, Osaka’da bile buluştuk. Uluslararası fuar zamanında canı sıkılmıştı, bana bir telgraf çekti.

Bir gün arayıp 'Kalk gel, sake içelim' dedi, rakı yok ya. Kalktım Hamburg'tan uçakla gittim. Hong Kong'u gezdik. Orhan'la ölünceye kadar ilişkimiz kesilmedi. Mektuplaşma vardı ve aslında ilişkimiz hiç kesilmedi."

"Sanattan anlamak bence pek mantıklı bir tümce değil ama ben resimden anlamıyorum. Fakat ben onun ilk resimlerini yaptığı zamanlardan biliyorum. Orhan’ın ilk hocası Bedri Rahmi değil, okuluna gelen resim hocası Beyaz Rus bir resim profesörü ve okulun o zamanki müdürü; adını hatırlamıyorum. Orhan’ın resim düşkünlüğünü anlamıştı ve o zaman revirin yarısını atölye yaptırdı. O öğretmişti, Orhan o zaman başladı ilk yağlı boya resim çalışmaya. Ben ara sıra top oynarken -ki Orhan hep resim yapardı-, başım ağrıyor deyip, kaçamak yapar yanına giderdim. Sırf resimlerini seyretmek için yukarıya git, ilaç al... Taa o zamandan...” deyip susuverdi Bischoff. Yıllar öncesine gitmek o kadar kolay değil. Üstelik gittiğinizde gitmenize neden olan kişiler yanınızda olmazsa, ulaşabileceğiniz, fırsat bulunca uçağa atlayıp yanına varabileceğiniz bir yerde değillerse, hiçbir zaman da olamayacaklarsa... Gözlere doluverir, istesek de istemesek de yıllar, anılar...

Boynuz kulağı geçer

Ama Çetin Öner hemen araya giriyor ve anıların bugünün güzelliğini bozmalarına izin vermiyor: “Cornelius hakikatten çok duyarlı, duygusal bir insan. Çok da eski, en eski arkadaşı, en eski dostu tıpkı ben Erkan Yücel’i andığımda nasıl hüzünlenirsem... Ama benim Orhan ağabeyimle ilişkim çocukken filan değil, ben belki çocuktum, o kocaman bir adamdı. Ünlü bir adamdı, çok iyi bir ressamdı ve benim ailem de resme meraklı, -ağabeyim resimle ilgili öğretim üyesi aynı zamanda. Bir sergi açılmıştı. Tesadüfen gitmiştim, Artisan’ın ilk yerinde, Ankara’da... Şok oldum! Hayatımda böyle resimler görmemiştim. Sordum, soruşturdum... Devlet memuruyum, geldim TRT’ye, Özdemir İnce var, şair, benim ağabeyim... Dedim ki ‘Ya bir resimler gördüm, çıldırdım ağabey.’ Yani iki maaşımla alamam herhangi birisini; o zamanlar maaşlar daha iyiydi, demek ki. Şimdi yüz maaşımızla alamayız ya da bin... ‘O benim arkadaşım’ deyince, ‘Taksit yapsa, alırım’ dedim. ‘Sen bir ara söyle’ dedi, aradım bir ters laf etti. Kavgayla başladı bizim ilişkimiz, ben küfrettim, o küfretti kapattık. Çok ters bir şey söyledi bana, şimdi söyleyemeyeceğim kadar kötü. Özdemir, ‘Ya o iyi bir adam sen de öylesin o seni çok sever’ diyerek yatıştırdı. Sonra bir hikaye yazmıştım. Fiziki olarak ben daha önce hiç görmemiştim Orhan ağabeyi. Bir gün, Kızılay’ın en kalabalık zamanı, Ankaralı’ların piyasa yaptığı dönem, karşıdan bir adam geliyor. Böyle kısa boylu, gayet şık bir adam ama bir o tarafa gidiyor bir bu tarafa; sarhoş, gündüz vakti. İnsanlar açılıyorlar, şerrinden, çatar diye. Gittim önünde durdum.

Dedim ki: ‘Sen Orhan Peker misin?’

'Evet.’

‘Benim bir hikayem var, resimler misin?’

‘Malı görelim!’ dedi.

Böyle başladı ilişkimiz. O yaz Bischoff’la da tanıştım.Orhan’ı tanıyordum ama fizik olarak bilmiyordum. O yaz hep birlikte Ayvalık’a tatile gidecektik, benim eşim de hamileydi. Atladık gittik. Ondan sonra uzun bir süre görüştük ettik ama, sonra yine kavga ettik. Kavgayla başladı bizim ilişkimiz, kavgayla bitti. Ama şurası kesin ki Türkiye’de çok yazar, çok şair, çok ressam var. Ben Edebiyatçılar Derneği üyesiyim ve başkanıyım, 850 bine yakın üyem var ama, bin yazar var mı Türkiye’de deyip, çok gülüyorum. Resim de öyle...

Çok ressam var fakat baktığınız zaman Orhan Peker bir numara. Hiç kimseyle kıyaslanamaz resim tekniği açısından, tarzı açısından bir tek belki Avni ağabeyi; çok sevdiği için Avni ağabeye zaten ‘ustam’ derdi. Avni ağabeye ben gidip ‘Sana ustam diyor’ dediğimde ‘Boş ver’ dedi, ‘boynuz kulağı geçer, geçti’ dedi. Avni ağabey ondan en az on, onbeş yaş büyük. Büyük bir jesttir bu."

“Kavga etmediği adam yoktu”

“O yazı ben de hatırlıyorum” diyor Cornelius Bischoff: “O yaz Ayvalık’taydık, siz gelmiştiniz. Ondan sonra Orhan gene içmişti, o günü de hiç unutmam çünkü demişti ki: ‘Evet, senin Gülibik desenlerini yapıyorum, bu Alman arkadaş da çevirisini yapacak.’ Ben de tabii epey içmiştim ve hayatımda çeviri yapmamıştım. ‘Hem çeviri yapacağım, hem de yayınevi bulacağım’ dedim o sarhoş kafayla. Sabahleyin eşimle ‘Ya, ne dedim ben? Oraya delikanlı bir yazar geldi, adı Çetin Öner, ona söz verdim kitabını çevireceğim diye. O sözü tutacağım, kitabını çevireceğim, uğraşacağım ama bir söz daha verdim: Yayınevi bulmaya. Şimdi ayığım ve o sözü nasıl tutacağım.’ Fakat ben yayınlattım o kitabı. Almanya’da birkaç yayınevine gittim ve en sonunda buldum. Çok iyi de bir yayıneviydi. Almanya’da basıldı ve Orhan’da çok sevindi. İşte bu yüzden o günleri çok iyi hatırlıyorum Ayvalık’a gelmeni. Zaten ilk tanışmamız orada oldu, Orhan’ın atölyesinde. Bana Ergun, -Cumhuriyet’te yazan arkadaşımız, şimdi o da aramızda değil- sormuştu: ‘Cornelius, sen hiç Orhan’la kavga etmedin mi?’ Dedim ki ‘Valla etmedim’ ; biliyorsunuz Orhan’ın kavga etmediği adam yoktu; tek ben. Ama belki de biz uzaktaydık... Onunla bir kavgamız yoktu, ara sıra hırçındı Orhan. Farkındaysanız, o resimlerinde bazen müthiş bir kırmızı leke vardır. Orada müthiş canı sıkılıyordur. Ben Orhan’ı iyi tanıdığım için anlarım, o zaman hırçındır. Ve Orhan’ın epey hırçınlık dönemleri vardır.”

Kırmızının sırrı

Çetin Öner alıyor sözü bu noktada: “O dönemlerden bahsederken; kırmızıların ağırlıkta olduğu, resimlerinde cart kırmızıların olduğu dönemler canı sıkkın, stresli ve saldırgan olduğu dönemlerdir. Bunu söylüyor Cornelius, gerçekten de öyle; bunlar yansımıştır resimlerine. O zamanlar ben çocuktum. Hem Orhan ağabey, hem de Cornelius benden büyüklerdir. Tabii o cahil cesaretim ve diklikle ileri geri konuşuyordum ben Orhan Ağabeyle, yaşıtımmış gibi. Cornelius’la pek konuşamıyordum. Eleştiriyordum ‘İşte 68 kuşağı, biz böyle cart curt... İşte şu, işte bu...’ Ya dedim ‘Orhan ağabey, bu resimlerinde bir tane insan yok? Nerede at, it, bir sürü şey? Nerede insan minsan?’ Hiçbir şey demedi ama zaten esmer bir adamdı, iyice karardı. Aradan bir süre geçti, bir sergi açtı Alman Kültür Merkezi’nde. Ben de hemen koşarak gittim.
Ama anladım ben onun çok sinirlendiğini girer girmez, daha hiçbir şey demeden kolumdan tuttu götürdü; bir tane at resmi... Portre at resmi... Çok güzel bir at,‘Bu ne?’ dedi. ‘At’ dedim. ‘Haydi oradan bu sensin!’ dedi. Kendinin de oto portre bir resmini yapmıştı: Bir boğa; ama gerçekten benziyordu. Çok hareketli çok atak bir insandı, çok sıkıntılar, çok üzüntüler yaşadı Ankara’da. Özden’den ayrılması da uzun bir süre çok canını sıktı, alkol oranını yükseltti. O yıllarda Allah’tan hiç kavga etmedik. Bir de bonkör bir adamdı ve eli çok açıktı. Yenmiş içmiş, resimmiş... Hiç ummadığınız insanlarda çalışmaları çıkar. Garsonlardan, bir gazeteciden... Sevdiği insanların portrelerini yapardı. Fikret Otyam’ın kızlarının portrelerini yapmıştı. Yani öyle paraydı puldu hiç umurunda değildi, yazık oldu. Şu açıdan: Ekonomik açıdan rahat bir yaşamı hiçbir zaman olmadı. Şimdi bir resmiyle çok daha rahat, keyifli yaşayabilirdi. Bir tek resmini satsa... Benim üzüntüm odur, bir de şu var; ‘Gençlik tedavisi imkansız bir hastalıktır’ diyor Bernard Shaw ‘erken geçirmeye bakmalı.’ Şimdi ben bu yaşımda, o da o yaşında olsaydı, çok daha iyi anlaşırdık. Kırgınlıklar, kızgınlıklar oldu, sertleşmeler oldu, mektuplaşmalar oldu...”

İnce mizah, biraz ironi, tezatlar...

Cornelius Bischoff: “Ben epey ressamla tanıştım, fakat Orhan’ın ressamlığı bir tanedir. Çünkü resimden başka bir şey yoktu onun dünyasında... Hatta giyinişinde bile bir tavır yoktu. Çünkü o resmin içinde yaşıyordu. Hatta resim yaparken gömlek, kravat giyerdi. Ressamdı çünkü, bir gösterişe ihtiyacı yoktu. O da onun tuhaf tarafı, hiç öbür sanatçılara benzemiyordu. Orhan okula geldiği zaman daha ilk günden tuttuğum günlükte ‘Orhan isminde bir çocukla tanıştım’ diyerek yazmışım, tarihiyle birlikte... Müzikten iyi anlıyordu. Zaten ilk müzikle tanışıp anlaştık. Her akşam müzik salonunda o zamanın Amerikan filmlerinin müziklerini çalardık. Çocuklar gelip bizi dinlerlerdi. Orhan piyanoda, ben gitar ya da akordionda... O zaman yaşımız 12-13 filan. Ve çok güzel de resim yapıyordu. Bizim öğretmenler de bunu anladı. Orhan’ın resimlerinde gayet ince bir mizah vardır. Biraz ironi de vardır. 
Örneğin biraz önce de dikkat ettim: Bir kedi, kocaman bir koltuğa oturmuş. Tezatlar var. İşgal etmiş gibi... Hatta bazen içkili olduğunda daha da büyük kullanırdı çizgilerini; tezatlar büyürdü. Yani Orhan ressamlıkta bir numaradır, benim için.”

Sonra çay içtik, Cornelius Bischoff’la, Çetin Öner’le, Amelie Edgü’yle.. Onlar sohbete daldılar etraflarında Orhan Peker (sağdaki fotoğraf ) dolaşırken, ben radyoya döndüm, resim tarihimizden bir yaprak elimde...

Orhan Peker retrospektif sergisi, Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde 24 Mart’a kadar gezilebilir.