Hüseyin Çağlayan İle Söyleşi

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Eraslan Sağlam: Açık Radyo mikrofonları Garanti Galeri'ye sızdı ve Hüseyin Çağlayan'ı yakaladı Türkiye'deki sergisi ile ilgili. Hoş geldiniz.

 

Hüseyin Çağlayan: Hoş bulduk.

 

ES: Sizinle ilgili yaptığım araştırmada aklıma ilk gelen ve size ilk sormak istediğim şey şu Uyku, Rüya ve Uyku Sonrası Sükûneti Kavramları. Bunlar sizin hayatınızda ve işlerinizde ne gibi anlam ifade ediyor?

 

HÇ: Normalde iş ve kişisel hayatım birbirine örülü olduğu için yaptığım projeler tabii bütün hayatımı sarsıyor. Çok yoğun projelerle uğraştım bu son 10 yıldır. Benim için aslında bir proje bitmeden bir sonraki projeyi düşünmek doğal oluyor, yani her şey birbiri ile bağlantılı ve bir proje başka bir projeye yol açabiliyor. Onun için açıkçası çok sükûnet kalmıyor arada ama hâlâ bu yaşlarda enerji sarf edebileceğimi düşünüyorum. Onun için bir şekilde heyecan da duyduğum için yaptığım işlerden, çok yorucu gelmiyor. Benim için daha önemli olan aslında denge ve bir işi yaparken bir denge içerisinde yapabilmek ve çok fazla seyahat etmemek, çünkü işim epey seyahat gerektiriyor, o çok yorucu bir şey. Sükûnet ise uçakta oluyor galiba, bir yerden bir yere uçarken, bu aralar öyle hissediyorum. Bir de yemek yerken, yani yemeğe düşkünüm ama gerçekten hayatım koskoca bir proje gibi şu an.

 

ES: Aslında yorucu bir tablo çiziyorsunuz kendi hayatınıza dair, bu sükûnet anlarını uçakta ve yemekte yaşıyor olmanız aslında bir nebze de olsa üzücüymüş gibi geliyor, ama sizin yaratıcılığınıza hizmet ediyorsa tabii ki neden olmasın...

 

HÇ: Normalde heyecan duyduğunuz bir şey varsa yorucu gelmiyor, ama strese girebiliyorsunuz yine de. Her zaman bunu söylerim, herkes zevk aldığı işi yapmalı, yapmak istemediği işi yapmamalı. Bu durumda tabii ki yoruluyorum ama işkolik değilim tamamen, sadece bir proje başka bir projeye yol açıyor ve şanslı oldum şimdiye kadar. Belki arkadaşlarımla görüştüğüm zaman gidip bir parkta yürüyebilirim, vs. ama orada da fikirler hakkında konuşuyorum yine bir şekilde. Aslında sükûnet diye bir şey var mı bilmiyorum, belki bizim yarattığımız bir fikir o, çünkü uykunuzda bile rüya görüyorsunuz, aslında o da yoran bir şey. Bilmiyorum belki fiziksel olarak bazen daha sakin olabiliyorsunuz ama her zaman bir şey oluyor. Sessizlik de yok, sessiz olduğunuz bir odada her zaman ses var. Bence sükûnet bizim yarattığımız bir fikir aslında.

 

ES: Sakinlik hissini sizinle yaptığımız söyleşide çok fazla alıyoruz. Aslında yaptığınız tasarımlar kışkırtıcılık gibi bir unvanla nitelendiriliyor özellikle Londra'da. Londra moda dünyası ve tasarım dünyası hangi özelliğinizle sizi bu kadar kışkırtıcı buluyor?

 

HÇ: Kendimi hiçbir zaman kışkırtıcı bulmadım açıkçası ama gerçekten fikirleri seven bir insanım. Londra'da sanırım işimin özelliği, değişik disiplinlerden yola çıkmış olmam, bir de aslında belki de başka bir kültürden gelip orada yaşar bulunmam. Bu ikisinin özelliği, bir de oraya ait olmama hissi, aynı zamanda da bir çok kültürden gelen insanlarla bir arada yaşamanın etkileşimi. Bunların karışımı bir şey ve işlerimde sanırım insanlar için en bariz olan nokta, kesin değişik disiplinlerin bir araya gelişi, bir şekilde kimlik olayına da değişik açılardan bakmam belki, modada çok görülen bir şey değil. Benim girişimim birazcık daha deneysel ve daha sorgulayıcı olduğu için o anlamda belirli insanlar işlerimi ilginç bulabilir.

 

ES: Aynı zamanda yaptığınız moda tasarımlarında muhafazakâr olmanın ötesinde duruyor olmanız da, İngiltere çevresinde tabii ki kışkırtıcı bulunabilir, bu da çok anlaşılır bir şey. İngiltere'den Almanya'ya uzanacak olursak; modadaki 10. yılınız şu anda Almanya'da bir sergiyle kutlanıyor. Biraz bize bu sergiden söz eder misiniz?

 

HÇ: Şu anda Wolfsburg'ta bu sergi, Berlin'in biraz dışında, o sergi daha önce Hollanda'da Groninger Müzesi'ndeydi ve aynı sergiyi Wolfsburg aldı. Bu sergi sadece giyim değil, yaptığım filmler ve yerleştirmeler de var, hepsi birbiri ile çok bağlantılı. Aslında yine multi disipliner bir sergi, bence bu sergiye bir mimar da gidebilir, bir grafik tasarımcı da gidebilir, bir endüstriyel tasarımcı da gidebilir, bir modacı da gidebilir. O anlamda çok memnun kaldım ve epey zengin sonuç yarattı.

 

ES: Hazır bu disiplinlerden söz etmişken; şunu biliyoruz sizin sanatsal hayatınızla ilgili olarak, yeni bir tasarım yaptığınızda bu disiplinleri de son derece profesyonel bir şekilde kullanıyorsunuz. Genel olarak hangi disiplinlerle akrabalık yaşıyorsunuz?

 

HÇ: Genelde iletişim kurarken bu tür terimler kullanmak zorunda kalıyorum, multi disipliner vs., aslında fikirlerle başlıyorum ve üzerinde çalışmak istediğim fikre ne uygunsa onu kullanıyorum. Yani bu arkeoloji olabilir, antropoloji olabilir, mimari teoriler olabilir, aerodinamizm olabilir, tarih olabilir, aynı zamanda bir biyologla çalışabilirim. Son projemde bir biyologla çalıştım. Gerçekten ne uygunsa onu uyguluyorum. İnsanlar bir şekilde sınıflandırılmak için belirli terimler kullanıyor; "sen entelektüel bir tasarımcısın" ya da "içgüdüsel bir tasarımcıdır" vs. Yani genelde gerçekten fikirle alakalı, yani bir fikir tamamen içgüdüsel de olabilir, hiçbir disipline referans bile yapmaz belki de. Fikir bazlı çalışıyorum.

 

ES: Bir moda tasarımına, sanatsal bir yaratıya nasıl hizmet edebilir antropoloji ya da nasıl ilişkilendirilebilir antropolojiyle?

 

HÇ: Değişik çaplarda antropoloji var; sonuçta insanoğlunun etüdü... Yani şu anda seyahat ederken havaalanlarında bulunan bekleme odaları bile aslında antropolojik incelemeye mahkum olan bir durum. Çünkü orada bile yalnız geçirdiğimiz vakit aslında yeni bir antropoloji, yani kendi başına yeni bir antropoloji. Seyahat ederken yaşadığımız yalnızlık, yaşadığımız izolasyon bir şekilde modern hayatın yarattığı izolasyon, internet aracılığıyla iletişim kurup da aslında yaşadığınız bedensizlik. Antropoloji her zaman tipik tarihi anlamda olmak zorunda değil.

 

ES: Bu anlamda da pek çok tasarıma neden girmesin, kolaylıkla pek çok sanatsal işe girebilir. Entelektüel birikimin tasarımdaki yeri ve önemi nedir? Şunun için soruyorum, az önce konuşurken bahsettiniz, tasarımcıları çeşitli şekilde kategorilere sokuyorlar, entelektüel ya da içgüdüsü önde olan gibi.

 

HÇ: Bu başlık benim için çok zor, çünkü her düşünen insana entelektüel denilebilir mi bilmiyorum. Şimdiye kadar kendimi entelektüel olarak nitelemedim ama düşünen bir insanım kesinlikle.

 

ES: Oryantalizmin size ne gibi katkıları oldu?

 

HÇ: Çok katkısı oldu diyemem, sadece Türkiye'ye ve bir çok Ortadoğu ülkesine bakış tarzı Oryantalizm, bir çok insanın oryantalist bir bakış açısı var bu coğrafyaya. Biraz yapay ve biraz abartılı buluyorum. Bir çok Batılı yazarın ya da eleştirmenin Türkiye'ye Oryantalist bir şekilde baktığını düşünüyorum. O anlamda ilgimi çekiyor ve çok çelişkili buluyorum ve gerçek bulmuyorum, biraz fantezi gibi geliyor bana. İstanbul dediğinizde bir çok insan için cami akla gelir, ya da İslam akla gelir, İstanbul'un dokularından, noktalarından sadece bir tanesi o. Bir yeri bir açıdan değerlendirip o yeri yine kategorize etmekle ilgili, yani insanın temelinden gelen bir şey bu; bir yerde değişik dokuların olduğunu görmüyor insanlar, onun için bu yer budur, İstanbul denince akla camiler ve İslam gelir. Bu anlamda İngiltere'de çok tartışmaya giriyorum ama benim işimi çok direk bir şekilde etkilemiyor.

 

ES: Öğretilmiş olanlarla düşündüğümüz için genellikle bu tip sorunlar yaşıyoruz.. Biraz daha zor bir yere girmeyi tercih ediyorum, moda ile modern sanatın ilişkisini nasıl açıklıyorsunuz?

 

HÇ: Aslında kişiye bağlı, tasarımcıya bağlı, Issey Miyake gibi bir Japon tasarımcı geçmişte bu ikisini çok iyi birleştirdi. Japonlar bence bu işi iyi becerdi diyebilirim. Normalde sanat ve moda tasarımı çok ayrı şeyler, bir kere moda endüstriyel bir iş, sanat o kadar endüstriyel bir iş değil. Bir de sanat eğitimi çok farklı, moda eğitimi çok farklı. Kendi işlerimde ikisini ayrı görmüyorum ama yine de yaptığım işe sanat da diyemem, çünkü gerçekten fikirlerle başlıyorum ve fikre ne uygunsa onu işliyorum. Diğer sanatçılara baktığımda, bazen tasarımcılar daha ilginç işler çıkarabiliyor, yani bu da yeni bir durum aslında.

 

ES: Bu soruyu da kişisel olarak cevaplamanız açıkça hoşuma gidiyor, yine kişisel olarak bir başka yerde durmak istiyorum sizinle ilgili olarak; biraz karışık bir kişisel tarihiniz var, bu kişisel tarihinizde de pek çok kültürel katmanı barındırıyorsunuz aslında. Bana kalırsa bu bir şans, sizin işlerinizi nasıl etkiliyor, olumlu ya da olumsuz anlamda?

 

HÇ: Kıbrıs'ta büyüdüm, Kıbrıs'ta bildiğiniz gibi bir çelişki var, bir gerginlik var, küçükten beri bunun kokularını duyuyoruz. Biz savaşta yer almadık ama bir şekilde o atmosferi yaşadık, savaş sonrası atmosferi yaşadık. Devamlı soruların sorulduğu bir yer diyelim. Aslında ben bir adadan başka bir adaya göç ettim, yani İngiltere de bir ada sonuçta ve orada da tabii ki bir şekilde hiçbir zaman kendimi yerli hissetmedim. Kıbrıs'a geri döndüğümde de kendimi tamamen yerli hissetmiyorum. İstanbul'da kendimi daha rahat hissediyorum açıkçası, bilmiyorum neden? Babam burada okudu, küçükten beri geliyoruz buraya, amcam burada yaşıyor, ama bence bu ait olmamak hissi ile alakalı ve bir şekilde ait hissetmediğim için olaylara dışarıdan bakabildiğimi düşünüyorum, bu da sanırım geçmişimle ilgili.

 

ES: Bu tasarımlarınıza nasıl yansıyor?

 

HÇ: Yine olaylara dışarıdan bakabiliyorum, yani bir şekilde kendimi devamlı inceleyen, insan hareketlerini, durumları dışarıdan inceleyen birisi olarak görüyorum ve bu benim geçmişimle de alakalı bir şey. Burada belki belirli durumları süzgeçten geçirerek kendi bakış açılarımı bir şekilde öneriyorum, projeler aracılığıyla.

 

ES: Bu önerileriniz arasında hemen bir tanesini seçelim ve "Ceketli Portreler"e girelim, "Ceketli Portreler" savaş duygusu ile ilgili bize nasıl bir his veriyor?

 

HÇ: Bu portreler yapılırken o kişilerin, çocukların büyük bir insan ceketini giymesi önemliydi, çünkü aslında orada o ceket, onların büyüyünce o ceketi nasıl dolduracaklarını, deneyimlerinin onları nasıl etkileyeceğini sembolleştiriyordu.

 

ES: Aynı sembolün bir başka, bence sosyolojik göstergesini Türkiye'de yaşadık, bununla ilgili. Türkiye ile ilgili gözleminizi çok merak ediyorum; bir dönem haute couture denilen çok fazla kullanılıyordu, ardından Türkiye'deki gelişim ve Cumhuriyet'in de kendi içinde değişimiyle birlikte haute couture yeterli olmamaya başladı ya da haute couture piyasanın ihtiyacını karşılayamamaya başladı ve konfeksiyona girildi. Konfeksiyonla birlikte aslında seri üretime de girilmiş oldu ve o otomasyon sisteminin yoğun bir şekilde başlaması heute cotoure'den konfeksiyona geçiş süreciyle bağlantılı. Siz bunun ucunu moderniteye bağlayabiliyor musunuz? Türkiye'de modernitenin varolma çabasına bağlayabiliyor musunuz?

 

HÇ: Çok ilginç, aslında bu kendi başına bir tez konusu. Ben her zaman Türkiye'ye bir tarım ülkesi olarak bakmıştım, yani endüstrileşme buraya geç geldi, sonuçta kültür, moda da dahil, hiçbir zaman çok büyük bir rol oynamadı bence. Diğer ülkelerde, gelişmiş ülkelerde, endüstrileşmiş olan ülkelerde, kültüre çok daha fazla yatırım yapılıyor. Son yıllarda Türkiye'de bu tür olaylara daha fazla önem verilmeye başlandı. Türkiye'de şu anda yaşayan çok dinamik bir nesil var, eğitim düzeyi de fena değil. Bu benim kendi izlenimim. Ben yeni nesilden çok umutluyum ama geçmişe bakarsak, Cumhuriyet sonrasında kültür kavramı ve giyim zaten Batı'dan bir şekilde ithal edilmiş bir fikirdi. Hiç bir zaman kendi kültürüne bakarak modern bir şey çıkarmaya falan çalışmadı, tamamen Batı'dan alınmış bir şeydi. Ama yeni nesil biraz daha yurt dışına meraklı olduğu için, MTV kültürü var, pop kültürü var, küreselleşmeden dolayı herkes diğer ülkelerde ne olup bittiğini biliyor; bunun yarattığı yepyeni bir ortam var. Sanal ortam da var, kültürel ortam da var, internet vs. Buradan çıkacak olan kültür ve tasarım anlayışı da ileride farklı olacak. Bu artık Türk olmakla da alakalı değil sadece, global kimliğin bir sonucu, ama böyle bir coğrafyadan gelen bir insanın da çıkaracağı şey farklı, bir şekilde daha orijinal olabilir, ama bence bizim tasarımcılarımız bunu kullanmayı bilmiyor. Aslında bu coğrafyanın bir şekilde çok fazla malzemesi var, hem Ege kültürü, hem Doğu kültürü, hem Karadeniz kültürü, hem Trakya kültürü... Sonuçta esin kaynağı var, yalnız bunu kullanmayı öğrenmemiz lazım.

 

ES: Çok yordum sizi, biraz sakinleştirici ve kendinizi iyi hissedeceğiniz bölümlere geçelim dilerseniz. 51. Venedik Bienali nasıl geçti?

 

HÇ: Venedik için yaptığım proje, "Absent Presence", epey iddialıydı, epey zamanımı aldı, çok iyi bir deneyimdi benim için, çok iyi insanlar tanıdım. Aslında konu önemliydi, bu projeyi Galerist'te izleyebilirsiniz. Burada bir deney aracılığıyla bir hikâye anlatmak söz konusuydu. Bilinmeyen kişilerden aldığımız elbiselerden DNA alıp onların kim olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Aslında onların zaten kodları vardı bizde, ama hiçbir zaman onların kim olduklarını bilmek istemiyorduk deney gerçek olsun diye. Onları yarattığımız animasyonlarla kıyasladık. Bu aslında İngiltere'ye yurtdışından gelen ilticacılara yapılan muamele ile ilgiliydi. 11 Eylül olaylarından sonra yurtdışından gelen, özellikle, daha kuşku uyandıracak ülkelerden gelen insanlara yapılan, yoğun ve bir nevrotik bir muamele var terörizm korkusu yüzünden. Bunu düşünerek bu projeye. Bilim aracılığıyla, bir insan hakkında ne söylebilirsin, ne kadar diyebilirsin,? Bu bir soru işaretiydi, aslında gerçek durumla fantezi arasındaki boşluğu doldurmaya çalıştım. Bunu da Tilda Swinton adlı oyuncu bir hikâye olarak anlattı, bu bir  filmdi ve filmde kendisi çelişki yaşayan bir bilim kadınıydı.

 

ES: "Şefkat Yorgunluğu" ile ilgili buradayız her ne kadar söyleşinin en sonuna bıraktıysak da, çünkü sizi bulmuşken sizin sanatsal skalanız hakkında dinleyicilerimiz bir fikir sahibi olsun istedik. Sergi henüz açılmadı, biz Garanti Galeri'nin arka odasında sizi işinizden alıkoyarak bu söyleşiyi yapıyoruz. Hemen biraz "Şefkat Yorgunluğu"ndan söz edelim, "Şefkat Yorgunluğu"ndaki sanat tasarım ilişkisini Açık Radyo dinleyicilerine açıklar mısınız?

 

HÇ: Şefkat Yorgunluğu Art Nouveau ve Rococo gibi akımların stilize edilerek doğayı kontrol altına alma durumuyla ilgili. Bu akımlara bakarsanız, aslında bir çok bitki örtüsü, doğada ne varsa stilize edilerek yapılmıştı. Koleksiyon da aslında bu tür ortamlara uygun bir şekilde yapılmıştı, o ortamları bir şekilde yansıtmaya çalışmıştı. Burada aslında insan vücudunun hareketleri ve yarattığımız etiketler de bağlantılı. Aslında onlar da bu tür ortamlara uygun bir şekilde tasarlandı bence, bu kodlar diyebilirim. Film de aslında bu projeye başka bir bakış açısı yarattı. Bir şeyi kontrol altına almayı büyü yapmakla sembolleştirmeye karar verdim. Burada 4 kişi bir grup halinde aslında bir ritüel oluşturuyorlar. Kıyafetleri giyen 3 kişi merkezi kişiye büyü yapıp onu bir şekilde yapıtlaştırmaya çalışıyorlar. Bu da kontrolle ilgili ve büyü de aslında doğayla çok bağlantılı. Büyü pagan insanlar arasında çok kullanılan bir şey ve bir şekilde değiştirme arzusu ile ilgili. Burada bir ritüelle kızın etrafında dönülüyor, dua gibi bir şey okunuyor, vs. Aslında seyretmeniz gerek. Bir kişi de ortama uygun olması için heykele dönüştürülüyor ve o heykel de Rococo ve Art Nouveau karışımı. Aslında bizim, insanoğlunun bu yarattığı ortamlar içerisine tekrar bir heykel olarak girmesiyle ilgili. Sergide bu küçük filmi görebilirsiniz, bir de bu filmden çıkan fotoğrafları görebilirsiniz.

 

ES: Aynı zamanda Galerist'te de bir işiniz var, iki sergiyle Türkiye'desiniz. Kısaca bu Galerist'teki sergiyi de özetlemenizi rica edeceğim.

 

HÇ: Şu anda Galerist'te 2003 ve 2006 arasında yaptığım 4 tane film var, bir tanesini daha önce Platform'da göstermiştik "Place The Passage" diye. Orada aslında bir periyodu oluşturan işler söz konusu ki her şey çok birbirine bağlantılı ama aynı zamanda her filmin kendi karakteri var. Bunu aylarca planlıyorduk, şimdi gösteriyoruz, umarım gelecek olanlar eğlenceli bulur.

 

ES: Şefkat Yorgunluğu'nu 11 Mart'a kadar Garanti Galeri'de gezebilirsiniz.

 

(2 Şubat 2006 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi'de yayınlanmıştır.)