Homo millennium – Kendi kendini yöneten insan

-
Aa
+
a
a
a

Seçim arefesi sendromlarını ülkece dolu dizgin yaşadığımız bu günlerde, önceki arefelerde de tanık olduğumuz bir olgu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. İttifaklar, küsmeler, yeniden barışmalar, hesaplar, kitaplar, her şey söz konusu olgu için, ve bu olgunun adı iktidar.

Neredeyse histeri nöbetleri şeklinde kendini gösteren iktidara adaylık, sözde amacının çok ötesinde, kendi başına bağımsız bir hedef olarak sırıtıyor sanki. Öyle ya, sonuçta ülke insanına hizmet, özünde, ‘vatanın ve milletin yararı’ ise ve eğer kişiler bu uğurda o kadar da önemli değilse, bu kapışma, bu didinme de nesi diye soruyor insan. Ekran karşısına çıkan adayların halka rahat ve sevimli görünme adına yüzlerine kondurdukları zoraki gülümsemelerin ardında hırs ve iktidarın gerilimini hissetmemek mümkün değil. Bu ‘uygar’ görüntü denemelerinin gerisinde ‘seçin beni, iktidar yapın beni’ şeklinde sloganlaşan bir talebin yattığını görebiliyoruz.

İktidar ve tarihsel kökenleri üzerine ayrıntılı bir incelemeye kalkışmak bu yazının niyeti değil; ancak böyle bir incelemede odak noktasını kuşkusuz yönetme-yönetilme ayrımı oluştururdu. Söz konusu ayırım varolan küreselleşmenin de ana sorunsalı olarak evrensel boyutta öncelliğini korumakta.

Yönetme ve yönetilme ikililiğini toplumsal ve tarihsel bir doğal veri kabul edenler, söz konusu ayrımın kendisinde ve onunla birlikte gelen iktidar olgusunda herhangi bir sorun göremezler. Onlar için, yönetilmek üzere hep varolmuş kitlelerle, onları yönetmek üzere yine hep varolagelmiş yönetenler kadrosu, sosyolojik bir varoluşun vazgeçilmez unsurları gibidir; neredeyse toplumların DNA’sında yer alan mutlak yasalardan farksızdır onlar. Tıpkı doktorlar ve hastaları, avukatlar ve müvekkilleri, öğretmen ve öğrenciler ve benzer ikili ayırım kategorilerinde olduğu gibi...

Homo millennium

Oysa sosyolojik olguları değişim değişkenine göre ele alanlar için, diğer bir deyişle, toplumların geçirdiği evrelere de bilimin gözüyle bakılabileceğini kabul edenler için, bilimin kullandığı aynı sorgulama yöntemi yöneten ve yönetilen ayrımının geçerliliği  için de kullanılabilir. O zaman girilen milenyum ile birlikte tüm dünya toplumlarının bilgisayarla birlikte yaşamakta olduğu devrimsel bir değişimi sorgulama yöntemimizin temel ayracını yerine koyabilir ve örneğin şu varsayımı öne sürebiliriz: Eğer internet denilen iletişim-bilişim ortamı yalnızca bilgiye sınırsız bir erişim olanağı sunmakla kalmıyor, ama insanları da birbirleriyle sınırsız bir iletişim olanağıyla birleştirebiliyorsa, o zaman Milenyum İnsanı, tarihin öteki milenyum insanlarından bu niteliğiyle ayrılmaktadır (daha doğrusu ayrılabilir, eğer farkına varırsa!) Söz konusu niteliği, kendisi ve çevresiyle daha egemen ilişkiler kurabilmesi biçiminde de ifade edebiliriz. Bu anlamda insanın istediği alanlarda istediği kadar yoğunlaşması, kendi doktoru, avukatı, eğitmeni olması teorik olarak olanaklıdır. Ancak bu varsayımın pratikteki geçerliliğine gelince, o vakit de yukarıda değinilen bilgisayarlı devrimin bir başka sonucuna işaret etmek gerekiyor.

Milenyum İnsanı’nın artık eskisinden çok daha fazla zamanı olabilmektedir. Bilgisayarlı üretim sistemi, üretim sürecini çarpıcı bir biçimde kısaltmakta ve üretimi önceki dönemlerle kıyaslanmayacak bir yetkinlikte artırmaktadır. İşte ortaya çıkan bu boş zaman, erişilen bilginin pratik hayata yansıtılmasında kullanılabilir. Erişim ve iletişimde devrimsel olanaklar sunan internet ortamıyla yerleşim birimleri  sanal dünyanın bilgilenme ve haberleşme potansiyelini pratik hayata dökebilir. Bu anlamda kendi tıp, hukuk ve eğitsel sivil toplumlarını oluşturabilir, kendi kendini yönetmenin nüveleri olacak gerçek anlamda ‘sivil’ örgütlenmelere geçişi sağlayabilir. Örneğin bir mahalle en temel gereksinimlerinden başlayarak, diyelim kendi yolu ve suyunu girdisi, çıkltısı, planı, projesiyle böylesi bir örgütlenme içinde, sözde kalmayacak bir şeffaflık ve gerçek anlamda demokratik bir katılımla hallederek, buradan kültürel, sosyal ya da politik alanlara geçebilir. Kaldı ki, var olan üretimdeki bilgisayara geçiş olgusunun en can alıcı yanı, bu üretimin zaten yönetme esasına göre işlemesidir. Diğer bir deyişle, üretimi programlama ve bu programlamaya göre üretimi yönetme ilkesine göre çalıştığından, bilgisayar başındaki insanı zaten kendiliğinden yönetme olgusuna alıştırmaktadır. Vida somununu sıkan kol gücüne karşılık, şimdi aynı somunu sıkması için programlanan makineye komutu veren kafa gücü. Vida sıkan makine-insan olmaktan çıkıp, vida sıktıran egemen insan olmaya geçen Yeni İnsan...

1950'lerde Köln'de bir konfeksiyon fabrikasında kadın işçiler

Yönetim aracı bilgisayar

Varsayımsal sorgulamamızda bir soru daha kalıyor geriye: Peki, verili bir ülkede ya da dünya genelinde söz konusu modeli denemek için engel oluşturacak ekonomik ve eğitsel eşitsizliklere ne olacak?

Demek ki o zaman toplumların bu doğrultuda yeniden yapılanmaları gerekecek; ama önce mentalitede gerçekleşecek bu yeniden yapılanma. İnsanlar bilgisayara da, çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon gibi zorunlu gereksinim ürünü olarak bakacak, ancak zorunlu tüketim aracı olarak değil. Zira evlerinde artık bir zorunlu üretim aracı da olacak; kendilerini

yönetmek için kullanacakları, kendilerini ve içlerinde yer aldıkları toplumları doğrudan yönetebilecekleri bir araç olacak bu.

Ne var ki mentalitenin yenilenmesinde en başta gelecek faktör, söz konusu yenilenmenin her şeyden önce etik bir gereksinime dayandığının ön kabulü. Bu ön kabul milenyumun Yeni İnsan’ının üzerinde birleşebileceği ortak payda olabilir. Etik gereksinimi şöyle formüle edebiliriz:

Kendi kendini yönetme insan etiğinin artık kaçınılmaz bir gereğidir.

Ya da: Yönetilmek insan etiğine göre YANLIŞTIR.

Toplumların kendi kendilerini yönetebilme olasılığı tabii ki kendi kendilerini yönetebilme olanağına bağlıdır; ancak bu olasılığın doğruluğu ÖNCE teorik olarak doğrudur ve bu ‘doğru’luk onun insanı insan yapan değerler sisteminde yer almasının bir sonucudur. Diğer bir deyişle, olanaklı olmasaydı bile, yönetilmenin etik, ya da daha popüler deyişle ahlaki açıdan yanlış olduğunu iddia etmek doğru olacaktı. Bunu bir başka örnekle karşılaştırabiliriz: Fizik gücü üstün birinin zayıf olana güce dayalı şiddet uygulaması ve karşılığında eşitsiz bir ilişki kurması karşısında, insanlık etiği, genel ahlak, yanlış yargılaması yapıyorsa, bu durumda zayıf olanın karşı koyma olanağına bakılmaksızın eşitsizliğin yanlış olduğu söylenecektir. Zira tersi bir mantık, güçlü olanın eşitsizlik uygulamasını, olanaklılığı gerekçesinde meşrulaştırmış da olacaktır.

Yönetme ve yönetilme olgusuna da aynı uslamlamayla yaklaşarak akıl, eğitim, beceri, sermaye ve benzeri üstünlük ya da avantaj olanaklarıyla yönetme erkini elde bulundurma ve meşrulaştırma iddiasının ‘yanlış’lığından söz edebiliriz. Etmeliyiz de. Milenyum İnsanı, hayranlık ama biraz da kaygıyla izlediği bilimsel gelişmelerin gerisinde kalarak bilimin kölesi durumuna düşmeden, tersine, o gelişmelerin içinde yer almalı ve kendi onurunu yeniden inşa etmelidir. Yeni İnsan’ın bilim-kurgusunda, önce kendi kendini yönetme yer almalıdır.