Güvenlik Siyasetinin Sonu ve Kıbrıs Çıkmazı

-
Aa
+
a
a
a

Kıbrıslı Rumların denetimindeki Kıbrıs Cumhuriyetini tek taraflı olarak 2004 Mayıs’ında Avrupa Birliği’nin tam üyesi yapacak olan anlaşmanın imzalandığı 16 Nisan Çarşamba günü, Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti açısından da tarihsel bir dönüm noktasıdır. Zira bu anlaşma Rauf Denktaş yönetiminin ve onun Türkiye’deki destekçilerinin yıllardır izleyegeldikleri Kıbrıs siyasetinin üzerine kurulu olduğu temel ‘paradigmanın iflasını’ simgeleyen olayların en son halkasıdır. Tüm toplumsal talep ve arayışlara sağırlaşarak Kıbrıs meselesini soğuk savaş artığı, devlet merkezci bir güvenlikleştirme ideolojisiyle ele alan bu paradigma, Atina zirvesinde onulmaz bir mağlubiyet daha aldı. Denktaş oligarşisinin ve onun Türkiye’deki yandaşlarının iki düşman kampın uzlaşmaz çelişkisi biçiminde sundukları Kıbrıs meselesini, taşıdıkları bu çıkmazın adanın Türk nüfusu için tercümesi, biraz daha yalnızlık, dışlanmışlık, daha fazla güvensizlik, umutsuzluk, fakirlik ve geleceğini kendi iradesiyle belirleyememenin yol açtığı acziyet ve öfkedir.

Gelinen bu noktanın Türkiye’ye faturasıysa AB’ye tam üyelik ve daha da önemlisi demokratikleşme süreçlerinin devamından yana olanların uğradıkları mevzi kaybından hemen her alanda hayal kırıklığı yaşamakta olan Türk dış politikasının muhtemel yeni krizlerle karşı karşıya kalması riskine kadar bir dizi olumsuz gelişmeyi içermekte.

 

Barışı askıda tutma politikası

 

Türkiye’nin Kıbrıs’a o günün koşullarında en azından nedenleri itibariyle haklı olan 1974 askeri müdahalesinin hemen ardından dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Kıbrıslı Türkler için eskisiyle karşılaştırılamayacak, geri dönüşü olmayan bambaşka bir dönemin başladığından söz ediyordu. Ecevit ve Denktaş başta olmak üzere birçok devlet adamı ve bürokratın zaman zaman açıkça seslendirmekten de kaçınmadıkları görüşe göre aslında sorun bu müdahaleyle 1974’te çözülmüştü. Tıpkı Rum muadili Makarios gibi Denktaş’ın da kuruluşuna gönülsüzce razı olduğu 1960 ortak Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen çökmüş, sıra adada iki ‘egemen’ devletin varlığını esas alan bir statükonun inşasına gelmişti. Askeri müdahaleyi bir milat olarak alan bu anlayış, Türkiye’nin ve ada Türklerinin güvenlik endişelerine en fazla yanıt veren ve Denktaş’ın deyimiyle “Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarını” en fazla koruyan çözüm şekline ancak bu statükonun pekişmesiyle ulaşılacağını öngörüyordu.

İzleyen yıllarda Denktaş, Türkiye’deki kimi devlet adamı ve siyasetçilerle zaman zaman çelişerek de olsa ama askeri ve sivil bir bürokrat zümrenin desteğini her zaman arkasında bularak kafasındaki planı adım adım hayata geçirmeye başladı. Bunun için bir yandan Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan sayısız barış müzakerelerini askıda tutmak, bir yandan da adadaki iki toplumun etnik, siyasi, coğrafi ve kültürel ayrımlarını derinleştiren politikalar izlemek gerekiyordu.

 

Zira geçtiğimiz Mart ayında TBMM’deki konuşmasında da söylediği üzere Denktaş, Kıbrıs’ı “Türkiye’nin jeopolitik hakkı” olarak görüyor ve onun Anavatana katılacağı günlerin özlemini duyuyordu. Liderliğini yaptığı halkın Kıbrıslılık kimliğini inkar ederek onları büyük Türklük dünyasının bir unsuru sayan Denktaş’ın bu politikaları, adayı vazgeçilmez bir jeostratejik değer olarak kavrayan Türkiye’deki siyasi ve bürokrat zümre tarafından da desteklendi. Dolayısıyla Türkiye’de Kıbrıs meselesi diye bir meselenin varlığının resmi olarak kabul edildiği 

Kıbrıslı Türkler kaderlerinin figüranı (AP)

1950’lerin ikinci yarısından bugüne dek ülkenin Kıbrıs siyasetine işte bu çevrelerin teknokratik bir otoriteryanizmle biçimlendirdikleri güvenlikleştirme ideolojisi yön verdi. Türkiye’nin adadaki varlığını öncelikle stratejik nedenlere dayandıran bu ideoloji uyarınca bu varlığın sürmesi hem NATO’nun güneydoğu kanadının istikrarı hem de ulusal güvenliğimiz açısından yaşamsal önemdeydi.

 

Ayrıca “II. Dünya Savaşından sonra Oniki adayı kendisine katarak Kapıkule’den Meis adasına kadar bir çember oluşturan Megali İdea peşindeki Yunanistan’ın bu çemberi biraz daha uzatarak Kıbrıs’ı da içine almak suretiyle Türkiye’yi güneyden ve batıdan kuşatmak sevdasında” olduğu söyleniyordu.

 

Sivillere asla sorulmadı

 

Böylelikle Türkiye’de dış politikaya yön verenler etnik açıdan homojenleşmiş ve egemenlik hakları gerçek bir birlikteliği mümkün kılmayacak derecede genişletilmiş iki ayrı devletin varlığını “Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarları” açısından elzem gördüler. Tüm hesapların olası bir Türk-Yunan savaşı üzerine kurulduğu bu güvenlik ideolojisi uyarınca Kıbrıs’ta yapısı ve egemenlik hakları Türkiye’nin güvenlik öncelikleri ve stratejik çıkarlarıyla sınırlanabilecek bir Türk devleti bulunmalıydı. ‘Anavatan’ın güney kıyılarının yalnızca 40 mil uzağında olan bu inci parçası muhtemel bir savaşta Türkiye’nin düşmanını can evinden vurabileceği, Yunanistan’ın silahlandırdığı Ege adaları sayesinde sahip olduğu deniz ve hava üstünlüğünü bertaraf edebileceği ileri bir karakol, bir askeri üs olarak mutlaka elde tutulmalıydı. Bunun için gerekiyorsa aslında Rauf Denktaş’ın baştan beri istediği üzere KKTC’nin bağımsızlığına da son verilebilir ve Türkiye ile entegrasyonu (iltihakı) gerçekleştirilirdi. Nitekim Güney Kıbrıs Rum Kesiminin tüm dünyayla ve AB ile entegrasyon sürecini başlattığı ve derinleştirdiği 1990’lar boyunca Kuzey Kıbrıs’ı dünyadan daha da izole edecek ve Türkiye’ye bağımlı hale getirecek uygulamalara devam edildi.

 

Üzerine bir ulusallık ve kutsiyet toprağı örtülerek yıllarca tartışılması tabu haline getirilen Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti, bugüne dek hep bu güvenlik ideolojisi bağlamında belirlendi. Bu aşırı güvenlikleştirme ideolojisi uyarınca varoluşsal ve ezeli bir tehdit olarak görülen/gösterilen ‘karşı taraf’la dengenin ancak askeri ve stratejik üstünlüğün korunmasıyla sağlanabileceği varsayıldı. Böylelikle konunun salt uzmanlarınca ilgilenilmesi gereken bir güvenlik meselesine indirgenmesi hem Türkiye’de hem ‘yavru vatan’da sivil siyasal odakların inisiyatif almasını, aykırı görüş bildirmesini yıllarca engelledi. Siyasetin tam da merkezinde olması gereken bir konu, siyasetsizleştirilerek hamaset dozu yüksek algılama ve temsil etme kalıpları içine hapsedildi, kamusal tartışma ve fikir üretme süreçlerinden özenle kaçırıldı. Kıbrıs’a değin hemen herşey adada ve Türkiye’de yaratılan ‘davanın yılmaz savunucusu büyük milliyetçi önder’ Rauf Denktaş kültü üzerinden kurgulandı. Bu kültü ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs üzerindeki denetimini daha da sağlamlaştırmak adına 1974 sonrasında onbinlerce Türkiyelinin Kıbrıs’a göç etmesi sağlanırken yerli Kıbrıslıların görüş ve beklentilerine asla önem verilmedi.

 

Çelişki üstüne çelişki

 

Bu güvenlikleştirme operasyonu Kuzey Kıbrıs’ta, acı ve katliamlarla dolu geçmişin  bugünün bilinçlerini dumura uğratacak biçimde her an teyakkuzda tutulmasıyla işletildi. AB’ye üye olmanın ve barışçıl bir çözümün getireceği refah ve güven ortamını isteyenlerin karşısına geçmişte yenen süpürge tohumları ve faşist Rum komitacıları çıkarıldı. Kendi iktidarlarını, özlem ve amaçlarını meşru kılmak üzere mekanik bir tekrarlar silsilesinden ibaret gördükleri tarihi, Kuzey Kıbrıs halkının başı üzerinde her an Demokles kılıcı gibi sallandıranlar toplumu yıllarca kolektif bir sessizliğin, durağanlığın içine ittiler. Fakat uluslararası politikanın bir güç çatışması biçiminde algılandığı soğuk savaş döneminde sorunsuzca işleyen bu güvenlikleştirme siyasetinin paradigmatik çöküşü, bugün artık hiçbir millilik ve kutsilik perdesinin örtemeyeceği kadar aşikârdır. Adanın kuzeyinde yaşanan ekonomik ve toplumsal buhranın, hissedilen sıkıştırılmışlık ve dünyanın dışında kalmışlık baskısının tahammül edilebilir, varoluşsal bir tehdit olarak gösterilen düşman/kardeş karşısında yaşanan ekonomik ve siyasal gerilemenin açıklanabilir bir yanı kalmamıştır. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin 1475 sayılı son kararında Denktaş’ın deyimiyle “uygulanması halinde Kıbrıs Türklüğünü beş on yıl içinde bitirecek olan” Kofi Annan planının bundan sonraki müzakereler için esas kabul edilmesine sevinir hale gelmiştir. Gene Türkiye konunun, üyesi olmaya çalıştığı AB platformuna çekilmesini önleme paradoksuyla karşı karşıyadır. Daha hayati bir paradokssa Türkiye’nin yaklaşık yarım asırdır sürdüregeldiği Avrupa Birliği macerasını bugün varlığını bile tanımadığı küçük bir ada devletinin onayına teslim etmesi olacaktır.

Sorunu bugünkü çıkmaz noktasına taşıyan ‘dünyaya karşı dayılanma kültürünün’ baş öğütçüleri hâlâ televizyon ve gazetelerde bundan sonra yapılması gerekenin KKTC’nin Türkiye’ye entegrasyonunu güçlendirmek olduğunu savunabiliyorlar. Bugüne dek olduğu gibi, sözünü ettikleri bu entegrasyonun ada Türklerince istenip istenmediğini onlara sormak akıllarından bile geçmiyor. Gerektiğinde müdahale edilerek demokratik işleyişe ters düşen bir şekilde ayakta tutulan şimdiki Kıbrıs Türk liderliğinin toplumunu temsil etme gücünü tümden yitirdiğini görmüyorlar. Ne ki Türkiye’nin yüksek tehdit algılamalarına kilitlenmiş ve konunun farklı sosyopolitik boyutlarını değerlendirmesini engelleyen  bu güvenlikleştirme ideolojisiyle biçimlenen Kıbrıs siyasetini tümüyle gözden geçirmesinin zamanı geldi. Bu aynı zamanda miadını çoktan doldurmuş Amerikan tarzı güvenlik anlayışıyla çıkarların uzlaştırılmasına dayalı bir barış ortamıyla garanti altına alınan Avrupa tarzı yeni güvenlik yaklaşımı arasında bir seçim olacak. Dolayısıyla Türkiye’nin bundan sonraki Kıbrıs politikası, onun küresel siyaset içinde nerede duracağının da temel belirleyicilerinden biri olacak.