Francesco Martinelli ile Avrupa cazına bir bakış

-
Aa
+
a
a
a

Seda Binbaşgil: 1987 yılında ABD Kongresi cazı “bireysel ifadenin mükemmel bir modeli” ve “nadir ve çok değerli bir Amerikan ulusal hazinesi” olarak tanımlayan bir kararnameyi kabul etti. Özellikle Afrika kökenli Amerikan kültürünün kendini ifadesinin bir ürünü olan cazın, her zaman diğer kültürlerin, geleneklerin müzikal etkilerine de açık olduğunu ve 1920’lerden beri de dünya üzerinde çok farklı ülkelerin müzisyenleri tarafından çalındığını biliyoruz.Fakat, önümüzdeki iki program boyunca, biz çok özet olarak ve hızla cazın sadece Avrupa’daki serüvenine göz atacağız:

Martinelli hakkında

Yazıları Italian Musiche, Musica Jazz, Il Sismografo, Nerosubianco, French Improcaz, Canadian Coda, Austrian Jazz Live, English Avant ve American Signal To Noise gibi birçok dergide yer alan İtalyan caz tarihçisi ve gazeteci Francesco Martinelli, 1976-1982 yılları arasında CRIM (Emprovize Müzik Araştırma Merkezi) ile Piza Caz Festivali'ni organize etti. 1982'de CRIM'in dağılmasına rağmen festival ve konser organizasyonlarına devam eden Martinelli, 1998'den beri Roma Controindicazioni Festivali'nin yöneticiliğini de yapmaktadır.

Sanırım herşey 1918 Şubat’ında James Reese Europe’un 25 Fransız şehrini “Hellfighters” ismini taşıyan ve 369. Piyade Alayı’nın Ragtime grubuyla ziyaret edip konserler vermesiyle başladı, değil mi?

Francesco Martinelli: Tam olarak bir Ragtime grubu değildiler, ama çaldıkları müzik Ragtime’a çok yakındı. Amerikan ordusunun, daha doğrusu o alayın resmi bando takımıydı. Dolayısıyla, ilahiler ve askeri marşlar çalan bir gruptu. Ragtime ve dans müziği, repertuarlarının sadece bir bölümüydü, ama Avrupa’da verdikleri konserlerde ön plana çıkardıkları buydu, ve senkopasyon, müziğin sololara açık oluşu, çalanların müziğe bireysel katkıları, o zamana kadar sadece “Avrupa Klasik Müziği”nin daha katı kurallarına alışmış Avrupalı dinleyiciler için bir şoktu elbette.

Hatta marşları bile bir Avrupa bandosundan çok daha farklı yorumluyorlardı. Alayın Amerika’ya dönüşünün güzel bir tablosu vardır: New York limanına indikten sonra 5'ci Cadde boyunca Manhattan’da yürüdüler. Böylece ilk defa zencilerden oluşan bir geçit töreni yapılıyordu New York’ta. Askeri marşlar çalarak başladılar yürüyüşlerine... yolda askerler, eşlerine, ailelerine, sevgililerine kavuşmaya başladıkça, çaldıkları müzik de değişmeye başladı ve sonunda 125'ci Cadde'ye yani Harlem’e geldiklerinde müzik tamamen caza dönüşmüştü ve artık sokaklarda onların dönüşünü kutlayanlar için çalmaya başlamışlardı. Bu Amerika’da zenciler için çok önemli bir andı ve James Reese Europe da bu başarının sembolüydü.

Seda Binbaşgil: O tarihlerde Avrupa’yı dolaşan sadece

James Reese (solda) ve Hellfighters

James Reese Europe değildi, değil mi? “Original Dixieland Jazz Band” de var mesela bildiklerim arasında ve üstelik bir de Buckingham Sarayı'nda Kral 5'ci George’un huzurunda bir konser vermişler. Bir de Avrupalılar, cazı bu saydığımız gruplar gibi Avrupa’da turneye çıkan müzisyenlerden dinleyip tanıdılar, ama aynı zamanda zencilerden oluşan revülerle turneye çıkan ve caz çalan orkestralardan da bu müziğe aşina olmaya başladılar, doğru değil mi?

Francesco Martinelli: Elbette. Bu cazın Avrupa’ya ilk geliş yollarından biridir. Revülerde her zaman caz müzisyenleri olurdu. Bu gruplar o aralar Avrupa’da çok popülerdi. Dediğiniz gibi, İngiltere, Fransa, İtalya, İsviçre’de çaldılar. Bu arada, Avrupalı bestecilerin de Amerikan müziğinden etkilendiklerinden bahsetmek lazım. Amerikan müziğinden etkilendiğini söyleyen ilk besteci Brahms’dır ve Amerika’ya yaptığı bir yolculuğun arkasından yazdığı anılarında zencilerin söylediği ilahilerden bahsetmiştir. Ravel ve Debussy de etkilenenler arasındadır. İsviçreli orkestra şefi Ernest Ansermet ise “geleceğin müziği bu olacak işte” diyerek klarinetçi Sydney Bechet’yi öven bir makale yazmıştı.

Seda Binbaşgil: Haziran 1919’da Will Marion Cook “Southern Syncopated Orchestra”sı ile Avrupa’da turneye çıkar ve bundan hemen önce de Sydney Bechet’yi işe alır. Bechet sonra Avrupa’da kalır ve bahsettiğiniz İsviçreli şef de onunla bu şekilde tanışır.

Herşey James Reese Europe ile başladı dedik, ve bir yerde okuduğuma göre Avrupa cazının zenci Amerikan kültüründen kaynaklandığını şu sözleriyle belirtiyor: "Zenci, müzikte alışılmışın dışında, özgün olan herşeyi sever ve caz ona çok hitap eder. Bizim de beyazlara karşı ırkçı duygularımız var: Eğer beyazları taklit edersek, ortaya kötü kopyalar çıkar.” Ama tersine beyazlar siyahları taklit etti bu sefer Avrupa’da ve üstelik ortaya hiç de kötü kopyalar çıkmadı değil mi? Avrupa cazının ilk önemli siması kimdi?

Django Reinhardt, Duke Ellington

Francesco Martinelli: Avrupa cazının ilk önemli siması Roman gitarist Django Reinhardt’tır. Bu araştırmaya açık bir konu aslında. Django’nun liderliğinde Romanlar neden cazı bu kadar çekici buldular ve sonunda günümüzde hala dinlenen, bir nevi kendi caz markalarını nasıl yarattılar? Doğudan geliyorlardı ve cazla bir şekilde benzeşen değişik müzikler çalıyorlardı. Orta Avrupalıların Klezmer müziği, Rus müziği gibi. Paris restoranlarında balalaykalar çalarlardı örneğin. Batı tarzında bir gam, ve ritmik uygulaması olmayan hint müziği geleneğinden geldikleri için belki kendilerini caza bu kadar yakın hissettiler. Çünkü cazda da notalar “kırıktır” ve ritmler çok daha karmaşıktır ve klasik batı müziğine kıyasla dans ve doğaçlamaya daha yakındır. Her neyse, ressam bir arkadaşı Django’yu Nice’e çağırdı. İlkel resim sanatıyla ilgili biriydi.
Yapısı itibarı ile caz bu sanatçılara doğal olarak heyecan veriyordu. Ona Louis Armstrong dinlettiği ve Django’nun ağlayarak hayatında o güne kadar onu bu kadar derinden etkileyen hiçbir müzik dinlemediğini söylediği anlatılır hep. “İnsan Müziği” yani müziğin arkasındaki insanı hissettiren müzik olduğunu söyler bu dinlediğinin Django... Django caz çalmak isteyen ilk Roman’dı ve “Hot Club de France”da ona olağandışı bir beşli ayarlandı, olağandışı çünkü sadece yaylılardan oluşuyordu beşlisi.

Seda Binbaşgil: “Hot Club de France” nasıl bir organizasyondu?

Francesco Martinelli: Hugues Panassié tarafından başı çekilen “Caz Kulüpleri Federasyonu”na verilen isimdi. Cazseverlerin caz dinleyebilecekleri küçük kulüpler kurulurdu değişik şehirlerde ve çeşitli konserler düzenlerlerdi, müzisyenleri davet ederler ve Fransa’da turneler organize ederlerdi.. Bu ve bunun gibi diğer etkinliklerinin yanı sıra bir de dergi çıkarırlardı. “Hot Club de France” Django’nun da sponsorluğunu yapardı, mesela İtalyan kökenli kemancı Stephan Grapelli ve Fransız ve Roman ritm ve bas gitaristlerden oluşan grubunun kurulmasına önayak olmuşlardı. Bu grup da çok ilginçti, çünkü o zamana kadar caz sadece yaylılarla çalınmamıştı hiç.

Seda Binbaşgil: Avrupa’da cazın başlangıcı –veya sizin sözlerinizle “emekleme dönemi”- James Reese Europe’un 1919 yılında Avrupaya gelişiyle start aldı diyebiliriz herhalde. Bu dönem ne zaman sona erdi?

Coleman "Hawk" Hawkins

Francesco Martinelli: 1920’lerden önce, 1918 ve 19’da Avrupa’da caz duyulmaya başlanmıştı ve sanırım emekleme veya çocukluk dönemi de saksafoncu Coleman Hawkins’in Avrupa’yı terkedişiyle son buldu denebilir. Coleman Hawkins Avrupa'ya caz çalmak için gelen Rex Stuart veya Sydney Bechet gibi isimlerden biriydi. O zamanın şartlarında grubunu getirmek zor olduğu için tek başına geldi Avrupa’ya ve Paris, Belçika, Hollanda... birçok yerde çaldı. Özellikle zenci olduğu için de giderek şiddetlenen Nazi tehdidini hissetti üzerinde ve 1939 yılında New York’a dönmek zorunda kaldı. öner dönmez de onu Amerika’da çok kısa zamanda “tenor saksafonun kralı” konumuna getirecek olan ünlü albümü “Body & Soul”u kaydetti. Özetle cazın Avrupa’daki ilk döneminin 1919-1939 yılları arasındaki 20 sene olduğunu söyleyebiliriz.

Seda Binbaşgil: II. Dünya Savaşı'yla birlikte Avrupa’da caz durmadı ama değil mi? Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Francesco Martinelli: Hayır durmadı. Caz müziği farklı bir konum ve boyutta dinlemeye devam edildi. O sıralarda moda olan caz parçalarının çoğunun bestecileri yahudi kökenliydi. Dolayısıyla, Nazi Almanyası’nda bu parçalar siyasi rejimin “Entartete Musik” diye adlandırdığı ve Nazilerin çalınmasını yasakladığı “dejenere, yoz müzikler” listesinde bulunuyordu. Ama öte yandan birçok Alman entelektüel, hatta askerler ve subaylar ise cazı severek dinliyorlardı... bir nevi madalyonun iki değişik yüzü yani.. Bir yandan caz resmen yasakken, diğer yandan askerlerin verdikleri özel partilerde tercih edilen müzik konumundaydı. Bu İtalya’da olan bitene de çok yakın: İtalya’da da yasaktı caz. Ama insanlar tanınmamaları için şarkıların adlarını değiştiriyor ve bunların yerine İtalyanca sözcükler kullanıyorlardı. Mesela Mussolini caza karşıydı ama oğlu sonunda bir caz piyanisti olup çıktı. Django da Alman işgali sırasında kendini hiç güvende hissetmiyordu tabii, çünkü Romanlara karşı da Alman zulmü vardı ve bir keresinde pasaportu filan olmadan İsviçre’ye geçmeyi denedi, ancak Nazi subayları onu durdurdular. Ama geri çevirmeden önce de birlikte bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmediler: Django ve Nazi subayı hayranları...

Mike Zwerin adında Pariste yaşayan bir gazetecinin “Swing Under the Nazis” (=Nazi döneminde Swing) ismini taşıyan bir kitabı vardır. İnsanı altüst eden bir kitaptır ama çok ilginçtir. O dönemin Almanya'sında elden ele dolaşan fanzinlerin, yani elle yazılmış caz yazılarının toplandığı bir kitaptır o... Rusların “samizdatları” gibi bir nevi..

Seda Binbaşgil: Çok ilginç bu anlattıklarınız. Peki, Fransa’yı Avrupa'da cazın kaynağı yapan faktörler nedir sizce?

Caz düşmanları Hitler ve Mussolini

Francesco Martinelli: Sanırım üç, dört faktör var. Birincisi ve bence en az bilineni Fransa’da klasik müzikte hala yaşatılan bir doğaçlama geleneği var. Paris konservatuarında org için doğaçlama dersi var. Bu orgcular aslen kilisede çalmak üzere yetiştiriliyorlar ve kilisede seremoniyi yöneten kişinin ritmine uyabilmek için de kimi zaman doğaçlama çalmak durumunda kalabiliyorlar.

İkinci faktör de aslında bir bakıma klasik müziğe bağlı. Fransa’da nesiller boyunca Ravel, Debussy gibi pek çok besteci cazın sound'u, ritmi ve renginden etkilenmişti ve bu yeni müziğe kendi müziklerinde yer vermeye başladılar. Fransa'yı Avrupa cazının doğuş yeri yapan sebeplerden üçüncüsü de Fransa’nın genel entelektüel ortamı ile ilgilidir. Fransa’da ressam, filozof, yazar, koreograf, yönetmen gibi entelektüel bir kesim caz ritmlerini etkileyici buluyorlardı. Caz çalınan yerlerin atmosferi bile farklıydı, klasik müzik konserleri ile vals, müzet yapılan dansingler arasında bir ortamdı bu. Yani hem entelektüel bir hava vardı, ama aynı zamanda ortam resmi değildi, arada yanınızdakiyle sohbet de edebiliyordunuz. Aslına bakarsanız caz çalınan yerlerin havası, 100 yıl öncesinin klasik müzik ortamlarından da çok farklı değildi. Mesela Mozart mektuplarında bunu açıkça ortaya koyar, “Dinleyiciler çaldığım melodileri beğendikçe konser esnasında coşkuyla ayağa kalkıp beni alkışlardı” der ve bundan çok mutlu olur, çünkü dinleyicisinin beğenisini hemen o anda alır. Ama mesela bugün bir izleyici olarak bir klasik müzik konserinde böyle bir şey yapsanız, salondan atılırsınız.

Dördüncü sebebe gelince, diyebilirim ki Fransa’ya gelmek Amerikalılar için sosyal bir sınıf atlama anlamına da geliyordu. Amerikada “gece klübü müzisyeni”yken, Fransa’da, İtalya’da, İngiltere’de, daha doğrusu Avrupa’nın neresine giderlerse gitsinler “sanatçı” olarak karşılanıyorlardı.

Seda Binbaşgil: Tabii şunu da eklemek lazım. Cazcıların çoğu Afrika kökenli Amerikalılar'dı ve Amerika’da saygı görmeye hiç alışmamışlardı. Halbuki Avrupa’da beyefendi olarak muamele görüyor ve kendilerine hayranlık duyuluyordu.

Kenny Clarke

Francesco Martinelli: Aynen öyle. Ama burada bulamadıkları bir şey vardı ki o da müzikal anlamda heyecandı. Hemen hepsi müziklerini tazelemek, güncellemek, ordaki caz müzisyenleriyle yine birlikte çalmak için belli dönemlerde New York’a giderlerdi. Ama Fransa’da bulunmak hepsine de iyi gelirdi, bebop davulcusu Kenny Clarke gibi. Modern davulun önde gelenlerinden biriydi Kenny Clarke ve Fransa’ya temelli yerleşmişti…Amerika’dan buraya çalmaya gelen müzisyenlere yardımcı olurdu. Baştan beri davul Avrupa cazının en zayıf noktasıydı. İşte bunun giderilmesinde
Clarke’ın büyük katkıları oldu. Hemen Fransız basçı Pierre Michelot ile ayrılmaz bir ikili oluşturdular. Clarke/Michelot ikilisinin ritm alanındaki beraberlikleri Fransız caz kayıtları için büyük önem taşımıştır.

Seda Binbaşgil: İster Amerika’da olsun, ister Avrupa’da olsun cazla ilgili konuştuğumuzda Miles Davis’den bahsetmemek belli konuları atlamak anlamına gelir. Bu nedenle Miles Davis’in Avrupa cazına katkısından da bahsedebilir miyiz lütfen?

Francesco Martinelli: Miles Davis düşük kaliteli müzisyenlere karşı hiç toleransının olmamasıyla bilinirdi. “Ascenseur Pour L' Echafaud" isimli bir Louis Malle filmine müzik yapması için 1957 yılında Fransa’ya davet edilmişti Miles Davis ve orda Fransız müzisyenlerle çalıştı, davulda yine Kenny Clarke vardı, basta Pierre Michelot, ve yarı Fransız yarı Amerikalı tenor saksafoncu Barney Wilen. Miles Davis’in bu kadar önemli bir kaydı Avrupalı, Fransız müzisyenlerle yapması, artık Avrupalı müzisyenlerin kalitesinin ispat edildiğini ima ediyordu. Eğer Miles Davis onlarla çalabildiyse ve bu kayıt için Amerika’dan müzisyen getirtmediyse, muhakkak iyi olmalıydılar.

Seda Binbaşgil: Francesco, neden sanat –daha çok sinema diyelim- hep cazla içiçe oldu; özellikle de Avrupa’da?

Francesco Martinelli: Caz ve sinema benzer bir tarihi paylaşırlar. Her ikisi de kayıt teknolojisinin getirdiği olanaklar sayesinde doğdu ve gelişti. Cazın varolabilmesi için gerekli olan, yazılı partisyonlardan çok ses kayıtlarıdır. Sesin kaydı cazın yaygınlaşmasını, görüntülerin kaydı da sinemanın gelişmesini sağladı. Yani sinema ve caz, kardeş sanat sayılabilirler. Avrupalı yönetmenlerin ilk tercih ettikleri müzik caz oluyordu. Amerika’da doğaçlama çalabilen cazcılar “sessiz filmler” için müzik yapıyorlardı. Yani ekranda gördükleri sahnelere müzik uyduruyorlardı. Fats Waller ve Count Basie gibi isimler caz kariyerlerine, sessiz filmlere müzik yaparak başladılar. Hala Bill Frisell gibi pek çok müzisyen bir filmin gösterimi esnasında canlı olarak müzik yapmakta ve bundan zevk almaktadır. Müzisyenler, Buster Keaton filmlerine müzik yapmışlardır mesela ve bu birliktelik bize, o zamanki filmlerin akışlarının da –özellikle ilk sessiz filmlerde- aslında nasıl caz’a yakın, hatta senkoplu olduğunu gösterir. Özetle, Avrupalı yönetmenlerin ilk tercihiydi caz ve 60'lardan itibaren, aralarında, Miles Davis’in “Ascenseur Pour L’Echafaud” isimli film için yaptığı müzik, Art Blakey’nin “Kaybolan Kadınlar” isimli çok ünlü bir diğer filme yaptığı müzik de olmak üzere, bir çok Avrupalı yönetmen, filmlerine müzik yapmaları için caz müzisyenlerini davet etti.

Seda Binbaşgil: Peki, yine Fransa’yla ilgili ama başka bir konuya geçelim isterseniz. Burada “Erken Dönem caz” ile “Modern caz” severler arasında çok ateşli bir savaş başladığından bahsetmiştiniz..

Francesco Martinelli: Evet. Bu tabii bize bugün çok komik geliyor ama o zaman yaşananlar çok ciddi bir kavga, hatta bir kilisenin iki ayrı inanca bölünmesi gibi bir hizipleşme niteliğindeydi bile denebilir. O sıralarda Charlie Parker & Dizzy Gillespie Paris Festival’inde çaldılar. Biraz evvel bahsettiğimiz “Hot Club de France”ın kurucusu

Hot Club de France'ın bir afişi

ve direktörü Hugue Panassié o festivalde ilk kez Bebop sound’unu duydu ve deklare etti: “Bu caz değildir!” Çünkü ona göre, caz 1930’larda bitti.. New Orleans’la başlayıp erken swing dönemi ile sona erdi. Bebop ise söz konusu bile edilemezdi. “Çaldıkları belki Çin müziğidir, belki çağdaş müziktir, ama cazla alakası yok” derken, Charlie Parker ve Miles Davis’e gönderme yapıyordu. Tabii bazıları bu müziği sevdi ve caz olarak kabul etti, böylece birbirine rakip iki kamp ve sonunda iki de festival çıktı ortaya. Eğer cazın tarihine bakarsanız, her zaman cazın nerede başladığı ve nereye gideceği konusunda kesin fikirleri olan birilerine rastlarsınız… Sanatı ayrıştırmaya, kategorize etmeye çalışan insanlara… Benim daha açık bir vizyonum var.. Çağdaş hiçbir müzik cazsız olamaz ve caz da bunca değişik müziği bu kadar etkilediğinden dolayı kendisiyle gurur duymalıdır.

Seda Binbaşgil: Fransa’daki bu ateşli caz tartışmaları Amerika’dakilerle aşağı yukarı benzer zamanlarda mı başladı?

Francesco Martinelli: Evet, yaklaşık olarak öyle. Ama Amerika’dakiler çok daha yumuşak,çok daha iyi niyetli tartışmalardı. Fransa’daki gibi fiziksel kavgalar yoktu orda. Fransa’da tartışmalar politika gibi başka alanlara, kişilerin özel hayatlarına, ahlak anlayışlarına kadar girdi ve giderek çirkinleşti. Gerçi bugün artık o savaş bitmiş durumda ama, orda burda hala savaşan bazı neferler yok değil. Bu biraz şuna benziyor; mesela savaş biter ama cangılın içinde bir yerde kaybolmuş olan Japon asker 20 yıl sonra ortaya çıkar ve savaşın bittiğini yeni öğrenir! Beni korkutan bunun modern uyarlaması; yani caz nedir, ne değildir diye anlatan insanların yeniden varolması...

Seda Binbaşgil: Aynı dili konuştukları için pek çok insan Avrupa’da cazın Fransa’da değil de İngiltere’de başladığını varsayabilir. Ama öyle olmadı. Peki neden?

Francesco Martinelli: Aslında bu doğru bir mantık yürütme ve soru da iyi bir soru. Sebebi şu: İngiltere’deki müzisyenler sendikası, bire bir bir değiş-tokuş olmadığı takdirde Amerika’dan caz müzisyeni getirmeyi yasaklamıştı. Bu da şu anlama geliyordu: İngiltere’ye gelip çalan her bir Amerikalı müzisyen karşılığında, bir İngiliz müzisyenine de Amerika’da iş bulunması gerekiyordu. İngiltere’deki müzisyenlere saygısızlık etmek istemem ama, özellikle 1940’larda ve 50’lerde, caz müziğinde, Amerikalı müzisyenler Avrupalı müzisyenlere göre çok daha iyi ve ileriydiler. Dolayısıyla bu değiş-tokuş pek mümkün değildi, işte bu kural yüzünden Amerikalı cazcılar uzun süre İngiltere’de çalamadılar. Mesela Louis Armstrong ve Duke Ellington gibi ünlüler bile ancak bir revü veya bir vodvilin parçası olarak İngiltere’ye davet edilebilmiş ve konser verebilmişlerdi.

Thelonius "Sphere" Monk

Diğer bir deyişle, onlar müzisyen olarak değil ancak “entertainer” veya “showmen” olarak işe alınabilmişlerdi. Tüm bunların İngiliz müziğine iki farklı etkisi oldu. İngiltere’de uzun bir müddet, sadece erken dönem caz ve blues çalındı sonuç olarak ve bu da, bu ülkede bir çok blues grubunun kurulmasına yolaçtı. Bu blues hareketi de daha sonraları Amerika’yı istila eden İngiliz pop müziğinin temelini oluşturdu. Biliyorsunuz Rolling Stones bir blues grubu olarak yola çıkmıştı ve hatta Beatles’ın ilk dönem parçalarında da blues etkileri hissedilir. Yani bu kuralları koymakla müziği koruyucu bir önlem alınmıştı. Ama bu yasak kaldırılır kaldırılmaz, İngiltere kısa zamanda kendini toparladı. Mesela Avrupa’nın en önemli caz kulüplerinden biri olan “Ronnie Scotts” Londra’dadır. Ronnie Scotts ve Thelonius Monk’tan Roland Kirk’e kadar geniş bir yelpazede müzisyenleri en az 2 hafta çalmak üzere davet ediyordu.
Onlar da rahat bir ortamda çalışmaktan memnun kalıyor, şehri gezip görecek, dinlenecek vakitleri oluyordu. Tek bir gün, tek bir konser vermek -belki müzikal açıdan iyi bir şey ama bir müzisyen olarak size 2 hafta sürece çalmanın “groove”unu veremez, çünkü bu sürede müzisyenler dinleyicilere, ortama da alışmaya başlarlar. Bu da caz için önemli bir faktördür. Ronnie Scotts İngiltere’deki modern caz hareketinin başını çeken bir müzisyendi. Zoot Sims tarzı “cool” tenor saksafon çalardı. Yeni sound’lara hep açıktı. Prova yapacak yerleri olmayan müzisyenlere bile kapısı açıktı. New York’ta da bir zamanlar ortam böyleydi, pazartesi geceleri, big band'ler ya sırf zevk için ya da yeni aranjmanları denemek için kulüplerde toplanıp çalarlardı. Ronnie Scotts da işte İngiliz cazı için bu işlevi görürdü. Flamingo gibi başka kulüpler de vardı. Ancak Ronnie Scotts onlar gibi ticari değildi, yeri farklıydı onun.

Seda Binbaşgil: Zaman sınırlamamızdan dolayı, sanırım İngiltere üzerinde konuşmamızı da burda bitirmemiz gerekecek. Hangi ülkeye gidiyoruz şimdi?

Francesco Martinelli: Hollanda’ya. Hollanda dünyadaki en müzikal ülkelerden birisidir. Kişiye göre en fazla senfoni orkestrasının bulunduğu yerdir mesela. Çok erken dönemlerden başlayarak, Hollanda da pek çok büyük şirket müzik etkinliklerine sponsor olmaya başladı, Philips’in Yannis Xenakis’e, Brüksel Dünya Fuarı için müzik sipariş etmesi gibi. Yani müzik orda çok popüler bir konumdadır, aklıma nefeslilerden oluşan gruplar geliyor mesela Hollanda deyince.. bir de mekanik müzik yapma çok Hollanda’ya özgü bir şeydir… müzik kutusuyla ve zillerle yaptıkları müzik diğer Avrupa ülkelerine nazaran çok daha komplike ve farklıdır. Hala bu konumunu korumaktadır. Ayrıca, en önemli caz festivallerinden biri olan “North Sea Jazz Festival” (Kuzey Denizi Caz Festivali) Lahey'de yapılmaktadır. Ülkede beste yapanları ve çalmayı teşvik edici ve gayet iyi çalışan bir destek yardımları sistemi vardır. Mesela bir Hollandalı müzisyen bir kulüpte çalacaksa, ücretin yarısını devlet üstlenir, sadece diğer yarısını kulüp öder. Dahası da var; müzisyenlerin sağlık sigortası, emeklilik ödenekleri falan vardır. Bu konularda Avrupa’daki en gelişmiş sistem Hollanda’dadır. Sistem özellikle sürekli bir işi olmayan freelance caz müzisyenleri için hayati önem taşır. Bu hareketin önde gelenlerinden biri de, kendi grubunu kurmadan önce Hollanda’daki pek çok caz müzisyeniyle çalan Willem Breuker'dir. Breuker’ın eserleri büyük müzikalite içerdiği gibi, müziğinde caza, hatta Paul Whiteman geleneğindeki gibi yaylıları da içeren senfonik caza duyduğu derin sevgi hissedilir her zaman. İleri bir teknikle çaldığı soprano saksafonuyla yaptığı doğaçlama soloları zaman zaman içinde komiklikler barındırır.

Seda Binbaşgil: Sanırım “Free jazz”ın, Avrupa cazının gelişimine yaptığı katkılardan bahsetmedik. Biraz da bundan konuşalım mı?

Francesco Martinelli: Evet. Aslında çok önemli bir katkı tabii. Pek çok önemli müzisyen free jazz dinleyerek geliştirdiler kendilerini. Free jazz derken 1960’larda Sun Ra, Paul Bley, Bill Dickson, Cecil Taylor -ve belki de aralarında en önemlisi Ornette Coleman- gibi müzisyenler tarafından yapılan pek çok farklı stildeki müzikleri dinlediler. John Coltrane, ve Eric Dolphy bile kariyerlerinin sonuna doğru serbest formatlı müzik çalıyorlardı. “Free jazz” biraz da ne anlama geldiği pek belli olmayan bir terimdir. “Hiç kuralı yoktur” demek değildir elbette. Free cazda da kurallar vardır ama müziğin formunu müziğin gelişimi belirler… performanstan yani icradan evvel belli değildir format. Bir bakıma çok ileri düzeyde bir müzik yapmaktır

Willem Breuker

free caz ve sanırım, Türk geleneksel müziğini bilenler kendilerini bu kavrama uzak hissetmeyeceklerdir. Free caz bu müzisyenlere, -hangi ortamdan gelirlerse gelsinler- cazla tanışmaları için tam, eksiksiz bir özgürlük sağladı. Çünkü müzisyenler, klasik müzik, folk müziği, hatta müzikle alakası olmayan sanat ortamlarından bile gelebiliyorlardı. Müzikle alakası olmayan sanat ortamları derken özellikle Almanya’da avangard sinema, avangard resim, avangard bale sanatı çok gözdeydi ve Pina Bausch dans stüdyolarıyla Wuppertal gibi bir ortamın müzisyenlerle olan ilişkisi serbestçe doğaçlanan müzik için çok anlamlıydı. 1960’ların sonuna doğru, Avrupa’nın her tarafına yayılan bir ağ kuruldu 3-5 müzisyen tarafından. Bunlar çalış ve çalışma tarzları üç aşağı, beş yukarı benzer müzisyenlerdi, ve beraber çalmaya başladıklarında da “Serbest Doğaçlanan Avrupa Müziği” dediğimiz tarz çıktı ortaya… Belki kullanışsız, elverişsiz bir isim ama yine de “jazz proper”dan (=esas caz) farkını ortaya koyabilmesi açısından uygun bir tanım bence ve bu müzik de, caz olmasaydı bugün varolamazdı. Bu müziğin önde gelenleri Breuker, Mischa Mengelberg, Hollanda’da Han Bennink, İsveç’te Maarten Altena, Lars Gullin, Derek Bailey, Paul Rutherford, İngiltere’de Evan Parker; Almanya’da Alexander von Schlippenbach, Paul Lovens, Peter Kowald gibi isimlerdi. Bu arada, ilgilenenler için belirtmek istiyorum, İngiltere’de Sheffield Üniversitesi’nin web sitesinde yer alan bir “Avrupa Serbest Doğaçlama Sayfası”  vardır ki buradan “Avrupa Serbest Doğaçlama Müziği” hakkında ansiklopedik bilgilere rahatlıkla erişilebilir.

Seda Binbaşgil: İskandinavya cazı hakkında ne diyeceksiniz?

Francesco Martinelli: Fransa’nın yanı sıra, Avrupa cazının doğup geliştiği yerlerden biri de İskandinavya’dır. İskandinavya’daki müzik sistemi de bir bakıma Hollanda’dakini çağrıştırır. Bu yüzden bir sürü müzisyen Danimarka’ya taşınmıştır. Danimarka bir de oldukça modern ve avangard müzisyenlerin davet edildiği kafelerin, Golden Circle gibi kulüplerin olduğu bir ülke. Bu konuda Fransa’dan bile daha açıktır. Ornette Coleman, Cecil Taylor gibi isimler,bazı önemli albümlerini Danimarka ve İsveç’te kaydetmiştir. Danimarka’nın ayrıca bariton saksafoncu Lars Gullin gibi çok iyi müzisyenleri de vardı. İskandinavya, sampling ve elektroniği, modern ve farklı dans ritmlerini cazla kaynaştırması açısından Avrupa cazının önderi olmuştur. Şimdi bu alanda çalışan pek çok müzisyen var. Örneğin İstanbul’da birçok kez sahne alan Bugge Wesseltoft. Heyecan verici bir müzik bu. Caz doğaçlamasını alıp onu modern dans ortamıyla birleştiriyorlar bu müzisyenler…

Seda Binbaşgil: Bir örnek de İsveçli Esbjörn Svensson üçlüsü, değil mi?

Francesco Martinelli: Evet. Onlar da öyle... müziğe bu tarz bir yaklaşım İlhan Erşahin’den de gelmişti. Bu heyecan verici yeni bir gelişme, şu aralar yaşanıyor ve İskandinav ülkeleri de burda başı çekiyorlar. Aynı zamanda bahsettiğimiz gibi devlet yardımlarının da bu ülkelerde tabi çok katkısı oluyor müziğe, mesela devletin, albümlerin sponsorluğunu yaptığı bir markası var ve sadece klasik müzik veya geleneksel cazı desteklemiyor, aynı zamanda çağdaş, modern caz albümlerini de çıkarıyor.

Francesco Martinelli

Seda Binbaşgil: Önemli yeni yollar açıldı müzisyenler için 1960’larda ve bunlardan birinin Avrupa cazına katkılarından konuştuk. Free cazın yanı sıra, bir diğer yenilik de o güne dek hiç duyulmamış bazı kayıtların artık müzisyenlerin kullanımına da açık olmasıydı. Biraz bunun ayrıntılarına girebilir miyiz şimdi?

Francesco Martinelli: Bu iki olay da birbiriyle biraz içiçe geçmiş gibi. Aynı zamanlara rastlar gelişimleri. İlk elektronik müzik denemeleri, ilk free caz denemeleri bahsettiğiniz bu kayıtların piyasada rahatça bulunabilir olmalarıyla aynı zamana rastlar... O tarihlerde şimdi “dünya müziği” olarak adlandırdığımız bu albümleri rahatça bulabilir, alabilir oldu herkes. Şimdi buna alışmış durumdayız, ama o yıllarda böyle bir şey duyulmamıştı bile. Japon, Afrika, Latin, Orta Doğu, Çin müziği albümlerini kolaylıkla bulup dinlemeye başladı müzisyenler ve bu yeni kayıtlarda duydukları müzik tonlarını,

renklerini kendi müziklerine katmaya başladılar. Bu da onların müzikleri için önemli bir gelişmeydi elbette.

Seda Binbaşgil: Verdiğiniz değerli bilgilerle programıma yaptığınız katkılardan dolayı çok teşekkür ederim, Francesco.

(Geçtiğimiz Nisan ayında Bilgi ve Koç Üniversiteleri’nde bir dizi seminer vermek için İstanbul’a davet edilmiş olan İtalyan caz tarihçisi, gazeteci Francesco Martinelli ile “Avrupa caz”ı hakkında yaptığımız ve Açık Radyo, 94.9’da “Esintiler” Programı’nda 30 Nisan ve 7 Mayıs Salı geceleri yayınlanan iki programın özetidir.)

European Free Improvisation Pages