'Bir zenci orkestrası üzerine'

-
Aa
+
a
a
a

Caz tarihinin en çok satan kitabının (The Jazz Book) yazarı Joachim Ernst Berendt, caz hakkında ilk kitap yazan kişinin Belçikalı Robert Goffin olduğundan (1929), ilk caz yazısının/eleştirisinin de İsviçreli Ernst Alexander Ansermet’nin kaleminden çıktığından (1919) bahsetmektedir bir yazısında. Her ikisinin de Amerikalı olmadığı ilginç gerçeğini bir yana ve nedenini araştırmayı da başka bir yazıya bırakırsak, ortaya şaşırtıcı bir sonuç daha çıkıyor: Her ne kadar ilk caz kitabının yazarı Robert Goffin, sıkı bir caz-sever olsa da, caz hakkında ilk ciddi yazının sahibi “cazcı” olmak bir yana, Stravinsky’nin “Bahar Ayini” isimli eserini ilk seslendiren orkestrayı yönetmiş olan İsviçreli ünlü şef Ernst Alexandre Ansermet’den başkası değildir.

1919 yılında İsviçreli Orkestra şefi Ernst Ansermet, Sergei Diaghilev’in “Ballets Russes”u ile birlikte Londra’da bulunurken, Amerika Birleşik Devletleri’nden Britanya’ya konser vermek üzere gelmiş olan Will Marion Cook yönetimindeki “Southern Syncopated Orchestra”yı ve yetenekli klarinetçileri (daha sonraları soprano saksofona geçen) Sidney Bechet’yi dinleme fırsatını bulur. Duyduğu müzikten çok etkilenen Ansermet bu deneyimi hakkında bir makale yazar. “Bir Zenci Orkestrası Üzerine” başlığı ile 1919 yılında İsviçre’de “Revue Romande” da yer alan bu yazı, daha sonra, iki dilde basılan ünlü Fransız dergisi “Jazz Hot” da da yayımlanmıştır. Makale, cazın klasik müzik sanatçıları üzerindeki etkisini açıkça ortaya koyması, klarinetçi Sidney Bechet’nin olağanüstü yeteneğini erkenden farketmesi ve cazın uluslararası çaptaki kabulunu ve yaygınlığını öngörmesi açısından Avrupa Caz Tarihinin en önemli ve bilinen dokümanlarından biri olmuştur. ABD Kongresi’nin, caz’ı “bireysel ifadenin mükemmel bir modeli” ve “nadir ve çok değerli bir Amerikan ulusal hazinesi” olarak tanımlayan kararnameyi kabul etmesi çok eskilere uzanmaz.. bahsettiğimiz 1987 yılıdır!

 Ernst Ansermet

Kısaca rag-time

Amerikalıların, yıllarca “zenci müziği” diye burun kıvırdıkları ve bir türlü “Amerikan Müziği” olarak kabul edemedikleri cazı, Ansermet’nin -hem de 1919’da- nasıl doğru bir şekilde teşhis ettiği okurlara parmak ısırtır: “Bu yazı Afrikalı zenciler üzerine değil, yaygın olarak rag diye tanınan müzik stilini yaratan ve Amerika’nın güney eyaletlerinde yaşayan zenciler hakkında bir yazıdır. Rag, ritm ve senkop üzerine kurulmuş bir müziktir. Rag müziği Avrupa’ya ilk kez cake-walk, step ve foxtrot, kısaca rag-time altbaşlığı ile anılan tüm Amerikan dans ve şarkılarıyla birlikte gelmiştir. Amerika, kendilerini rag-time’a adamış bir sürü küçük enstrümantal topluluklarla doludur ve eğer “ulusal müzik” denilen şey, o insanların

popüler müziği ise, o zaman rag-time’ın da Amerika’nın gerçek ulusal müziği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bern ve Lozan arasında trenle yaptığım bir yolculuğu hatırlıyorum da, yolcular arasında bir grup genç Amerikalı vardı. İçlerinden birisi rag-time mırıldanmağa başladı, diğerleri hemen ellerini ahşaba vurarak ritm tutmaya başladılar.. aynen İsviçrelilerin yabancı bir ülkedeyken vatan özlemiyle ‘yodel’lemeleri gibi... bugün rag-time Avrupa’yı fethetmiştir; hangi şehirde olursa olsun, bizler caz adı altında çalınan rag-time’la dans ediyoruz.

Rag-time, “akademik” müziğin –başka bir isim bulamadığım için bu terimi kullandım- alanına da girmekte: Stravinsky pek çok eserinde malzeme olarak kullandı, Debussy şimdiden bir “cake-walk” besteledi bile, ve Ravel’in de zaman geçirmeden bize bir foxtrot armağan edeceğinden eminim.” Ansermet haklı çıkmıştır yine; Darius Milhaud’nun “La Creation Du Monde”u (1923), Copland’in “Music For the Theater”ı (1925) ve “Piyano Konçertosu” (1926), Ravel’in “Keman Sonatı” (1923-27), Constant Lambert’in “Rio Grande”si (1927) ve “Piyano Sonatı” (1928-29), Kurt Weill’in “Üç Kuruşluk Operası” (1928) gibi caz müziğinden etkilenerek bestelenen daha nice klasik müzik eserleri ortaya çıkmıştır bu yazıyı takip eden birkaç yıl içinde.

Samimi ve açık yürekli müzisyenler

Şef, Londra’da dinlediği müzikten o kadar etkilenir ki, bu müziğin Avrupa çapında yaygınlaşmasını ümit eder. Çünkü Avrupalı müzisyenler bu müzikten çok “istifade edeceklerdir." Ama "şu aralar Londra’da 'Southern Syncopated Orchestra' adında, zenci ırkından otantik müzisyenlerin oluşturduğu bir topluluk var. Enstrümantalistler ve şarkıcılar eskiyle yeniyi, iyiyle kötüyü harmanlayarak bize sanatlarını en karmaşık şekliyle takdim ediyorlar. Umarım bundan sadece Britanya metropolü istifade etmez.”

Ansermet, bu yeni müzisyenleri sahnede izlediği zaman farklı tavırları ve çalışları karşısında duyduğu şaşkınlığı saklamaz: “Southern Syncopated Orchestra’nın en çarpıcı yanı şaşırtıcı mükemmeliyeti, muhteşem zevki ve çalışlarındaki şevktir. Bu müzisyenler, samimi ve açık yürekli olmayı kendilerine görev mi edinmişlerdir, muhakkak tamamlamak istedikleri bir misyonları mı vardır, görevlerinin asaletine kendilerini ikna mı etmişlerdir… açıkçası bir fikrim yok. Hatta onlara hayat veren, harekete geçiren herhangi bir fikir veya inancın bile varolup olmadığını bilemiyorum, ama sevdikleri müziği çok iyi biliyorlar. Çalarken büyük keyif aldıkları aşikâr. Dinleyicilere de dayanılmaz bir itici güçle sunuyorlar. Bu öyle bir haz ki onları sürekli olarak kendilerini aşmalarına, ortamlarını zenginleştirmelerine ve geliştirmelerine zorluyor.”

Ve nihayet ’kompoze edilmiş’ eserleri yönetmeye alışmış bir orkestra şefinin kaleminden çok samimi bir doğaçlama tanımı: "Genelde notasız çalıyorlar, bazen notaları olsa da bu sadece genel gidişi belirleyici oluyor. İkinci kez de tamamen aynı şekilde çaldıkları çok az parça var dinlediğim kadarıyla. Öyle sanıyorum ki, bir üyesi oldukları topluluğun onlara atfettiği sound'un ve enstrümanlarının o parçadaki rolünün bilincinde, belli bir yönde ve bazı sınırlar çerçevesinde canları nereyi çekerse oraya gidiyorlar... Çaldıkları müzik onları öyle zaptediyor ki, kendilerini adeta dans etmekten alıkoyamıyorlar ve sonuçta herşey bir gösteriye dönüşüyor. Hele bazen çaldıkları parçanın temposunu aniden yarı yarıya düşürüyorlar ama bunu iki misli yoğunluk ve figürasyonla yapıyorlar; işte o zaman acaip bir şey oluyor... sanki muazzam bir rüzgar aniden

  Sidney Bechet, 1947

bir ormanı süpürmeye başlıyor veya birdenbire bir kapı açılıyor ve vahşi bir orji ile karşı karşıya kalıyorsunuz.”

Brandenburg konçertosu gibi acımasız şekilde biten

“…Onları yöneten ve bir araya getirilmelerinden sorumlu olan müzisyen Bay Will Marion Cook, tüm bunların yanısıra ayrıca her bakımdan gerçek bir usta. Yönetirken seyretmekten daha fazla zevk alacağım başka hiç bir orkestra şefi olmadığını söyleyebilirim…” Kendisi de ünlü bir orkestra şefi olan ve Avrupa’da pek çok önemli şefi izlemiş olan Ansermet’nin Will Marion Cook için cömertçe sarfettiği bu sözler, belki de ona ‘vahşi bir orji’ ortamında oldukları izlenimini veren ve adeta ‘çaldıkları müzik tarafından zaptedilmiş’ müzisyenleri sahnede bir arada tutabilmesinin bile muazzam bir başarı olduğunu düşünmesinden ileri gelmiştir; kimbilir? Blues’un caza hayat veren en önemli unsurlardan biri olduğunun bilincinde, Ansermet bu müziği şöyle tarif eder:

“Zencinin hüznünün başladığı yerde -evinden, annesinden, sevgilisinden uzak olduğu anlarda- blues belirir. İşte o zaman aklına gelen bir motif veya tercih ettiği bir ritmi düşünerek trombonunu, kemanını, banjosunu, klarinetini veya davulunu çalmaya ya da şarkı söylemeye başlar, o da olmazsa sadece dans eder ve seçtiği motif üzerinde hayalinin derinliklerine iner. Böylece o hüzün giderek yok olur... işte blues budur.”

Ansermet, yıllar öncesinden Sidney Bechet’nin dahi bir müzisyen, bir virtüöz olduğu tespitini de yapıyor: “İşte bu bahsettiğim Southern Syncopated Orchestra’da olağanüstü bir klarinet virtüözü var. Kendisi görebildiğim kadarıyla klarinet için mükemmel blues’lar besteleyen biri olarak ırkının da ilki olma özelliğini taşıyor…” İsviçreli Şef, Bechet’nin müziğiyle kendinden geçmiştir, bu müziğin yepyeni bir tarz olduğunu düşünmektedir. İşin aslı; Bechet’nin o konserde çaldıklarının –‘Characteristic Blues’ isimli parçasının da olduğu gibi- popüler New Orleans tarzı şarkılar olduğundan –‘Shake It & Break It’ gibi standartlardan esinlenen bir takım blues efektleri ve klarinet ‘sound’larından oluştuğundan- habersizdir: "Kendisinden böyle iki parça dinledim; her ikisi de yaratıcılıktaki zenginlikleri, güçlü vurguları, yepyeni ve en beklenmedik şeyleri ortaya koymadaki cüretleri açısından aynı derecede hayranlık vericiydi. Daha şimdiden, yeni bir stili müjdeliyorlardı ve Bach’ın ikinci Brandenburg konçertosu gibi ters ve acımasız bir şekilde biten, insanı sürükleyen, beklenmedik, hırçın bir yapısı vardı. Bu dahi sanatçının adını kaydetmek istiyorum çünkü hiçbir zaman unutmayacağım – Sidney Bechet.”

Bechet'nin yolu...

Ansermet, Bechet’nin bir virtüöz olarak önemini çok erken farketmekle kalmamış, hatta onu Haydn ve Mozart gibilerin yolunu açan kişilerle kıyaslamış ve “cazın ilerdeki unutulmaz isimlerine de yolu Sidney Bechet açacaktır” demeye getirmiştir: “Bugün sık sık geçmişimizi tarayarak sanatımızı borçlu olduğumuz kişileri -besteledikleri anlamlı dans melodileri ile bir bakıma Haydn ve Mozart’ın yolunu açmış 17. ve 18. yüzyılda yaşamış müzisyenler- bulmaya çalışırken, bu beyaz dişli ve dar alınlı şişman zenciyle tanışmak insanı ne kadar duygulandıran bir şey!”

Bu deneyimin Ansermet'nin ilk caz deneyimi olduğu düşünülürse (King Oliver, Jelly Roll Morton, Louis Armstrong ve Johnny Dodds gibi New Orleans devlerinin kayıt stüdyolarına girmelerine bile en az bir kaç yıl daha varken), Orkestra Şefi’nin ne kadar ileri görüşlü olduğu ortaya çıkar. Bechet’yi dinledikten sonra, kaleme aldığı bu ilginç yazıyı Ernst Ansermet şöyle bitirmiştir: “Yaptıklarını beğenenlerin olması onu belli ki çok mutlu ediyor. Ama sanatıyla ilgili tek bir şey bile söylemeye muktedir olmayan, ancak kendi yolunda giden biri bu... ama bir de şöyle düşünün, ya onun 'kendi yolu' yarın tüm bir dünyanın üzerinde swing yapacağı otoban ise…”

(Klasik müzik dergisi Andante'de yayınlanmıştır.)