Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek

-
Aa
+
a
a
a

Emine Uşaklıgil

Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek

Can Yayınları, 2014, 264 s.

Bir Şehri Yok Etmek Bu hafta, Ömer Madra ve Halil Turhanlı'nın hazırlayıp sundukları Cuma Adlı Adamlar'ın konuğu kısa bir süre önce "Bir Şehri Yok Etmek : İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek " başlıklı kitabı Can Yayınları’ndan yayımlanan Emine Uşaklıgil’di. Kendisiyle kitabında ele aldığı yakıcı sorunları konuştuk: Gün be gün ruhunu yitiren İstanbul'u, şehrin yok olan mahalle kültürünü, onarılmaz biçimde tahrip edilen tarihsel dokusunu, afete karşı çıkarılan yasaların nasıl bizatihi afet etkisi yarattığını, dar gelirlilileri konut sahibi yapmak için kurulan bir kurumun (TOKİ ) AVM inşa girişimlerini tartıştık.

Cuma Adlı Adamlar her cuma, 11.00-12.00 arasında Açık Radyo'da.

İndirmek için: mp3, 53.7 Mb.

25 Nisan 2014 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.

Cuma Adlı Adamlar’ın podcast servisine ulaşmak için tıklayın.

Kitabın tanıtım bülteninden: Türkiye'de, ekonomik gelişme ve büyümeyi sağlamak için en büyük koz olarak inşaat sektörü görüldü. Ancak bu sektörün sağlıklı ve kalıcı bir ekonomik büyüme yaratamadığına dair pek çok araştırma ve inceleme daima görmezden gelindi. Şehirler inşaat projelerinin "arazisi" haline getirildi.

Emine Uşaklıgil bu durumu İstanbul üzerinden gösteriyor. İnsanlar, mahalleler, sokaklar, çarşılar, pazarlar, kentin tarihî tanığı binalar, dereler, ormanlar, anılar ve hikâyelerden oluşan şehir, özellikle İstanbul, bir rant kaynağı ve merkezi oldu. Bu rant hırsı, İstanbul'un kadim mahallelerine; Sulu- kule'ye, Balat'a, Tarlabaşı'na, Okmeydanı'na yöneldiği gibi "yeni" İstanbul yaratmak için ormanlara, su havzalarına ve barajlara da "arazi" mantığıyla bakmaya başladı.

Bunu engellemek mümkün mü? "Ecdat yadigârı" İstanbul'dan geriye ne kalacak? Göreceğiz! Tarihî silueti bile giderek ve hızla bozulan İstanbul'a hâlâ sahip çıkanlara... "Kent hakkı"nı savunan kentlilere, yurttaşlara...

Yaşam alanlarımızı, evlerimizi, sokaklarımızı, mahallelerimizi, şehirlerimizi savunmak, karamsarlığa kapılıp teslim olmaktan çok daha zor. Ama emin olun hepimiz teslim olmanın insanı yiyip bitiren öfkeye bulanmış hüznü yerine, mücadele halinin neşesini hak ediyoruz.

***

Programın metni (Düzeltilmeden, olduğu gibi deşifre edilmiştir.):

 

Ömer Madra: Merhaba Halil hoş geldin!

 

Halil Turhanlı: Merhaba. Bir konuğumuz var Emine Uşaklıgil, hoş geldin!

 

ÖM: Merhaba Emine.

 

Emine Uşaklıgil: Hoş bulduk!

 

HT: Kendisi Bir Şehri Yok Etmek başlıklı kitabın yazarı. Bu kez İstanbul’u konuşacağız; yok olmakta olan sevgili şehrimize, güzel şehrimize dair çok önemli tespitleri var bu kitapta Sayın Uşaklıgil’in.

 

ÖM: Bir Şehri Yok Etmek, İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek alt başlığı da, inceleme Can Yayınları’ndan çıktı.

 

HT: İstanbul’un her şeyden önce ruhunu kaybettiğini yazmışsınız. Sadece fiziksel özelliklerden ibaret değil bir şehrin ruhu, her şehrin gerçekten kendine özgü bir ruhu var, İstanbul’un da böyle bir ruha sahip olması kaçınılmaz. Nasıl bir ruh, siz İstanbul’u nasıl görüyorsunuz İstanbul’u seven birisi olarak?

 

EU: Tabii herkes herhalde fraklı bir şekilde görüyordur fakat genel bir özet yapmaya çalışırsak diyelim ki bir yerde bir hafıza şehir. İstanbul’un hafızasının çok eskilere dayandığını düşünürsek taa neolitik dönemden bu yana oluşmuş bir hafıza, o ruhu veriyor. Uç örnek de diyebilirsiniz, bir ülkenin ya da bir şehrin bir bakıma tapusu, kamuya ait tapusu, tarihi dokusu dersek bugün gördüğümüz, bugün başlamadı tabii, bugünden kastım diyelim ki yeni bir yönetim, 2002’de daha çok belki daha hızlı oldu bu yok olma süreci, fakat daha eskilere dayanan bir yok olma süreci. Şöyle de bakmak mümkün, bir yandan hafıza sıfırlanıyor ama bir yandan da yeni baştan bambaşka bir şey kuruluyor. Uç örnek de, buna trafi komik mi deriz, komik mi deriz ama bir Ağaoğlu televizyona çıkabiliyor, o Ali Ağaoğlu ‘yaşam mimarı’ olarak da kendini tanıtıyor ve o ‘yaşam mimarı’ önündeki masada bütün planları atıyor ve “ben yaşam mimarıyım!” diyebiliyor. Bu her şeyin yeniden kurulması ve hafızanın yok olması şöyle bir şeye de yol açıyor, yani binalardan söz etmiyoruz, ötesinde bir şeyden söz ediyoruz ama binalara da dönmekte yarar var. İnsanın çevresini oluşturduğunu düşünürseniz ve çevrenin insanların düşünme biçimlerini de etkileyeceğini düşünürseniz, ileride etrafta gördüğümüz tekdüze, yeknesak, birbirine benzeyen büyük binalara sığınmış ya da uç örnekte ‘hapsedilmiş’, sokaklara çıkmayan –çünkü araba- çocuklarına sokakta oynayamadığı, nefes alamadığı, çünkü doğa da kalmıyor ne şehrin içinde ne şehrin dışında, çünkü bir bakıma doğa şehrin periferisinde, çünkü metropol yayılıyor. 3. havalimanında gördüğünüz gibi ya da 3. köprüde gördüğünüz gibi, yani şehir nerede bitiyor, nerede, nasıl bir şehir ve yaşanabilir bir şehir olacak mı, olmayacak mı? Bu ruhun olması, başka bir ruh gelecek mi biraz şüpheli.

 

HT: İstanbul’un yağmalanması, tarihsel dokusunun tahribi eskiye dayanıyor aslında, siz örnekler de vermişsiniz; 1930’ların sonunda 1939’da adliye sarayının yapılması, burada Cumhuriyet gazetesinde bu plana karşı çıkıldığını yazıyorsunuz Yunus Nadi’nin.

 

EU: Aslında bir bakıma yağmalamadan önce belki şuna bakmak lazım, Osmanlı’nın son dönemi aslında çok ciddi savaşlar ve Osmanlı imparatorluğunun daralması nedeniyle ciddi bir fakirleşme süreci yaşanıyor ve bu orta, orta üstü ve hatta altı için de geçerli. Bir yandan da zaten tarihi yarımada terk edilip sarayın Dolmabahçe ya da Yıldız’a taşınmasıyla zaten Nişantaşı ve o çevreye doğru bir akım olmuş, o taraflar da boş kalmış. Savaş sonrası, yani imparatorluk yıkılıyor, yeni cumhuriyet kuruluyor ve fakir, çok fakir. Haliyle bir yap-sat’çı türüyor, geliyor insanlar, apartmanlaşma da bir kurtuluş olarak görülüyor. Böyle bir süreç başlıyor, o süreç o gün bugün devam ediyor. Toprak ve gayri menkul aracılığıyla en kestirme zenginleşme, en kestirme sınıf atlama aracı ve o baskı bugüne kadar devam ediyor. Bir bakıma o ekonomik modelden kurtulamadık, hâlâ yap-sat’çılık var ve bunu devlet bile yapıyor.

 

HT: Şimdiki biraz daha farklı, daha yoğun, daha geniş çaplı bir tahribat söz konusu değil mi? Benim de son zamanlarda öğrendiğim, bir tür şehir katliamı, ‘urbansit’ ‘jenosit’ten esinlenerek. Daha farklı son 10 senede yaşadıklarımız.

 

EU: Galiba yaşadıklarımızın dünyada örneği var mı bilmiyorum ama tabii ki vahşi.

 

HT: Mahalle mahalle gidiyorlar.

 

EU: Bence onun ötesinde. İnşaat sektörü ekonominin merkezine oturdu, ekonominin lokomotifi oldu.

 

HT: Evet, tek ayak üzerinde yürüyen bir ekonomi oldu.

 

EU: Arsalar da bir bakıma sınırlı, İstanbul’da kamuya ait çok ciddi bir arsa stoğu vardı aslında fakat onu en hızlı değerlendirme yani ekonomik canlılığını koruması açısından. Haliyle teker teker, aşama aşama bütün engelleri bertaraf edecek bir yasal kalkanlar dizisi kuruldu. Evvela TOKİ güçlendirildi, yetmedi çevre ve şehircilik bakanlığı, yetmedi her ne kadar deprem 1999’da idiyse ve her ne kadar bu yasa 2012 sonunda çıktıysa da işte afet yasası olarak bilinen yasa. Bu öyle bir yasa ki artık hiç, uç örnekti, özel mülkiyete bile tecavüz eden bir yasa. Bu motor gerçekten hiçbir engel tanımıyor. Hukuk mekanizması da yavaş olduğu için –itiraz edenler tabii ki var- mahkemede kazanıyorlar sonunda, yürütmeyi durdurma kararı alınıyor fakat inşaat çoktan yapılmış oluyor haliyle. Mesela Sulukule’yi alalım, Sulukule de yok oldu, yerine aslında taklit, ne idüğü belirsiz fakat Osmanlı’dan her biri aynı, yani fotoğrafa baktığınız zaman gerçekten her şeyi özetliyor. AİHM’e gidildi, büyük bir olasılıkla kazanılacak, tazminat da muhtemelen verilecek fakat mahalle gitmiş oluyor; mahallenin dokusu, insanların yaşamı, gelirlerini yerinde ve kolay kazanırken, nispeten kolay tabii, uzaklara atılıyorlar, nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlar, bu Tarla için de geçerli. Yani fark şu, engel tanımayan ve tamamen yasaları o amaca göre biçimlendirilmiş olması.

 

ÖM: Çok sistemli olduğu, yani sen de biraz önce kısaca özetledin, kimi depremi ederek ya da afet yasası diye bir şey çıkararak, kimi başka kanunlarla birbiri ardına bayağı sistemli, önlerinde bir model varmış gibi yani iş müteahhit ve rant kesimi için bir model oluşturacak kadar sistemli bir şey olduğu görülüyor. Bu söylenebilir mi? Aslında şimdi önümüzdeki dönem çok yakın zaman sonra Sao Paolo başta olmak üzere Brezilya’da dünya kupası var, orada Favela denilen ve aslında yanlış olarak gecekondu dediğimiz aslında gecekondudan çok daha farklı bir kültürel dokusu olan, çok karmaşık bir toplum dokusunun da tahrip edileceğine dair dünya kupası vb. şeylerle orada da, hatta Brezilya halkı gibi halkın futbola itiraz edecek kadar isyan ettiren de bir olay var. Yani hem küresel de bir şeye de tanığız, hem de sistemli gibi görünüyor. Ne diyorsun?

 

EU: İstanbul’a ilk olarak kalmak üzere, kentsel dönüşüm olsun, afet yasası olsun, yani gerçekten afete karşı önlem almak için yapılsa, kentsel dönüşüm de yerinde olsa ve insanların yaşadıkları binaların güven altına alınmasını amaç edinse kimse itiraz edemez, etmemeli ve aslında savunmalı. Ama gel gör ki uygulama böyle değil. Evvel önce yasaya bakıyorsun, güçlendirme hiç ama hiç kale alınmıyor, oysa güçleniyor herkes tarafından söyleniyor ki en aşağı %30 daha ucuz, bir de 30-50 katlı bir binayı inşa etmenin maliyeti ile 5 katlı ya da 6 katlı bir binanın metrekare maliyeti çok farklı. Ayrıca şuradan bir şeyi çok net bir şekilde görüyoruz, gerçekten tehdit altında olan yerler şu an kentsel dönüşüm uğramıyor oralara. Neden? Çünkü rant vaat etmiyor, yani sistem öyle bir yere gitti ki gerçekten amacı ortaya çıkarttı. Amaç sadece ve sadece ekonomiyi çevirip ciddi bir rant yaratmak. Bu bir yerde bizi şuraya götürüyor, yani İstanbul gerçekten Türkiye ekonomisinin çok büyük bir şeysini temsil ediyor, vergilerin yanılmıyorsam yarısı, ihracatların çok büyük bir evet katma değerin %30’una yakın, vergilerin %42’si. Oysa kamu yatırımlarının %6’sı ancak İstanbul’da geliyor. Yani İstanbullular aslında kendilerine ait olan bütün bu kamu, işte likör fabrikası, bugün Zorlu’nun “gururla yükseldi arsa” gibi payı olması lazım o kardan. Aslında Diyarbakır’da Gülten Kıçanak petrolden pay istediği zaman, çünkü bir özerklik bunu her kentin başta İstanbul’un talep etmesi lazım. Türkiye’yi ayakta tutan bir kent fakat kamu yatırımlarının %6’sı çok mantıklı değil. Bence bu insanlar zannediyorlar ki ya da bir ölçüde belki de doğru, bir yere kadar doğru ki ranttan bir şekilde onlar da faydalanıyor. Ama bunlar faydalanmıyorlar.

 

ÖM: Evet, İstanbullular faydalanmıyor.

 

EU: Bunun yeterince ayrımında değiller, ayrımına vardıkları ölçüde belki de sesler yükselir, yükselmesi gerekir. %6 komik bir rakam. Anlatılıyor bize işte metro müthiş bir yatırım, tüm İstanbul’u kapsıyor, vs. Fakat aslında bugüne kadar yapılan yılda 10 kilometre. Yani nesil nesil bekleyecek ki minimum 40-45 olması lazım. Yani bu %6 muhtemelen –ben hesabını bilmiyorum ama- katlansa ya da 25’e gelse ya da 3. köprü yerine o para toplu taşımacılığa aktarılsa çok farklı yerlere gelir İstanbul’daki hayat, insanları rahatlatacak hayat.

 

ÖM: Dolayısıyla da bu verdiğin rakamlar çok çarpıcı tabii, sadece kamusal olarak %6’sını alıyor İstanbul bütün bu faaliyetlerin. Oysa %40’a kadar varan bir başka yerlere giden gelir var.

 

EU: Ki bu hesapta şu yok ayrıca, bu bütün kamuya ait arsaların bir yandan altyapı gerektirecek, yani şu an yapılıyor ama altyapı yatırımı yapılmıyor paralelinde. Bu demek ki onlar bitecek, insanlar içine bilmem kaç metre karesine bilmem kaç bin dolar ödeyecekler ve ondan sonra aniden her taraf kazılacak. O da çok büyük bir yatırım, o para nereden gelecek?

 

ÖM: Bilinmiyor. Demek ki belli bir zümreyi, bir sınıfı hatta tamamen koruma, zenginleştirme adı altında yapılan sistematik bir şeyden bahsedebiliriz başta İstanbul olmak üzere?

 

EU: Evet, hatta benim çok hayret ettiğim bir şey var, doğru fakat şu an insanların aldıkları, yaptıkları yatırım, bir bakıma yaratılan imaj herhalde çok büyük bir imaj ki insanlar arkasındaki gerçeği sorgulamıyor. Tamamen buraya taşınacağım ne ki likör fabrikasının şeysinde... Peki ben araba ile nereden nereye gelebileceğim? Nasıl bir trafik çekeceğim?

 

ÖM: Onu sormuyorlar.

 

EU: Bu yaptığım yatırımın karşılığını gerçekten alacak mıyım almayacak mıyım? Bir keresinde bir toplantıya katılmıştım plancı ve bir hukukçu. Toplantı bitince ben ikisine de sordum, “bu kadar hareket karşısında herhalde ikinizin bürolarına yeni üniteler kuruldu ve özel olarak insanlara danışmanlık yapıyorlar”. İkisi de çok güldüler. Plancı dedi ki “bir abim vardı sürekli arsa yatırımı yapardı, ona yalvarırım, abi almadan lütfen bana danışın, ben imar planlarına filan, o omuz silkeler ‘ne gereği var?’ derdi.” Bugünkü yapıda haklı abi tabii. O hukukçu da dedi ki “sonra geliyorlar, aşağı yukarı bir yıl sonra farkına varıyorlar ki ellerindeki sözleşmede şöyle şöyle sakıncalar var, iş işten geçtikten sonra geliyorlar.” O bilinçlenme korkarım ki daha pek yaygın değil.

 

ÖM: Bu sadece İstanbul’a, sadece Türkiye’ye özgü de değil, bir genel modelin çeşitli yerlerde

 

EU: Bir genel modelin ve o modelin ne olduğu ve nereye gideceği tabii şu an tartışılıyor fakat bence daha çok çok yeni bir tartışma. Çünkü metropol diye bir şey çıktı ortaya, o metropol aslında nedir, neyi kapsıyor, ilişkiler nasıl? Oradaki ya da diyelim küresel ekonomik model birkaç şey üzerine kuruldu, çok da şey değil aslında. Yani birincisi olaylar, yani event anlamında yani olimpiyatlar, büyük konserler, vs. yani kent markası, kenti markalaştırmak. İkincisi çok özel ve gene imzalı mimarisi bilmem ne binalar ama insan içinde mutlu olur mu, değil mi, kente bir şey katıyor mu katmıyor mu? Bunlar pek tartışma konusu değildi ve onun etrafında şu ya da bu şekilde çeşitli planlamalar, ya çok net ya da zamanla esneyen ve hangisi doğru? Bu çok tartışma konusu. Bunun bir örneği mesela bir yerde okumuştum, Bilbao’da müthiş bir müze yapılıyor, herkes müzeye binayı görmeğe gidiyor, aslında içindeki müze matah bir şey değilmiş! Zarf ve mazruf ve kente ne getiriyor, ne götürüyor, bir metropol nereye kayıyor ve ne kadar kayıyor? Bütün bunlar bence Brezilya’dan bir tartışma çıkacak, başka yerlerden de. Yani yeniden buradan bir Fransız sosyologun kitabını yeni okudum, o gerçek anlamda çok kompleks olduğunu da vurguluyor, araştırmanın yapılmadığını ve haliyle gerçekten metropolde yaşayanlar, metropolün nasıl işlediği, bunların pek bilinmediği henüz ve böyle araştırmaların şart olduğunu söylüyor.

 

HT: Önceki dünya kupasında Güney Afrika’da da oldu.

 

ÖM: Aynen tabii, her yerde oluyor.

 

HT: Zaten orada hızlı bir centrifikasyon vardı dünya kupası için yapılan hazırlıklar, statlar onu hızlandırdı ve oradaki gecekonduları yok ettiler, evsiz kaldı insanların pek çoğu.

 

ÖM: Şimdi Brezilya’da da bu ‘favela’ denen sistemin bütünüyle tüm bir yaşama tarzıyla favela çok karmaşık bir olay, yani bayağı bir ülke gibi onlar. Öyle basit gecekondu diye altyapısı yokmuş gibi geliyor insanlara. Dave Diary’nin ilginç bir yazısını okudum iki hata önce Nation dergisinde, “zannediliyor ki insanlar hiç altyapısı yok, yoksulluk filan öyle değil, muazzam karmaşık bir ülke gibi favela’lar, onları olduğu gibi atıyorlar oradan. Polis orayı bir suç

 

EU: Nereye atacak?

 

ÖM: Belli değil.

 

EU: Vahim!

 

ÖM: Evet önümüzdeki dünya kupasıyla beraber epey tartışma konusu olacak.

 

EU: Ne kadar bir nüfus konuşuyoruz biliyor musun o favela’daki?

 

ÖM: Bakarım şimdi hatırlamıyorum ama çok büyük bir kitleden bahsediyoruz ve o zaman polisle filan da ciddi çatışmalara giriyorlar.

 

HT: Şehrin dışına sürmek yoksulları Güney Afrika’da öyle, Brezilya’yı çok fazla bilmiyorum ama orada bir ayaklanma var, televizyonda da gördüm. Güney Afrika’da şehrin eteklerinde, kıyısındaki o çok yoksul insanların, çoğunluğu da siyah, %90’ı siyah, onları şehrin dışına sürüyorlar, şehirden atıyorlar, büyüyen Güney Afrika şehirlerinin dışına atıyorlar. Onları kamp gibi yerlerde yaşamak zorunda bırakıyorlar, karantinaya alıyorlar aslında onları, istemiyorlar onları orada görmek, dünya kupası da bir bahane, süreci hızlandıran bir bahane oluyor.

EU: Evet. Tabii burada mesela Tarlabaşı örneğinde gördüğümüz gibi ya da Sulukule ya da herhangi, şehrin dışına attığınız zaman iş imkanı, evvela işini kaybediyor, çünkü çok işçi var orada. Resmi ya da gayri resmi ama bir şekilde bir geçim sağlayan bir faaliyet söz konusu, yakın bir faaliyet. Haliyle bir yerden bir yere taşıma ücreti şey etmek zorunda değiller. Şimdi aniden işinden uzaklaşıyor, muhtemelen işini kaybediyor, üstüne üstlük o sürüldüğü yerde iş yaratması imkansıza yakın, yani sosyal politika olarak çok şey değil, kapsayıcı bir politika olmadığı ortada.

 

ÖM: Şeyi de hatırladım biraz önce konuşurken bu Ali Sami Yen stadyumunun yerine Mecidiyeköy’de yapılan “3 büyükler yeniden bir arada” diye bir reklam sloganıyla çıkıyorlar. Tam bir keşmekeşin büyüğü, ağababası çıkacak orada tabii. Yani yaşama imkanı nasıl bulacaklar o ‘3 büyüklerin’ bir arada yaşamasıyla çok ilgi çekici bir soru işareti.

 

HT: Çok güzel bir benzetmeniz var o afet yasası kendisi bizatihi bir afet gibi!

 

EU: Maalesef öyle.

 

HT: Az önce Ömer Madra da söyledi, hukuki temelini oluşturuyorlar. Zaten yasaların iptali biraz geç kalıyor, iş işten geçmiş oluyor, iptal edilse dahi buldozerler girmiş oluyor, bir de hukuki temeli olduğunda eskilerin deyimiyle, biraz da amiyane bir tabirle kılıfına uydurulduğunda iptal da zor oluyor. Yani hukuki bir temeli var hakikaten.

 

EU: Elbette, zaten her tecrübe yeni bir yasa getirdi bir bakıma, neticede şöyle bir durumla karşı karşıyayız, şu an planlama konusunda gerçi biliyorsunuz anayasa mahkemesi bunu bir ölçüde frenledi ama gene de TOKi, çevre ve şehircilik bakanlığı ve özelleştirme bakanlığı üçlüsü gidebiliyor ve istediği yerde istediği binayı ya da imarı verip şey edebiliyor. Bir de tabii şöyle bir şey var paralelinde TOKİ deyince, TOKİ ilk başlarda gerçekten sosyal konut yapmak üzere kurulmuş bir yapı fakat bugün her işe girdiğini görüyorsunuz. Bir yandan son galiba Marmara üniversitesinin binalarını yani TOKİ aracılığıyla devlet bir bakıma hem müteahhit, hem emlakçı oluyor. Emlakçılar ve müteahhitler bir bakıma devletleşiyor diyemeyeceğim fakat karar verici pozisyonuna yani ortak olabiliyor ve öyle bir sistem ortaya çıkıyor ki bunlar da yasal çerçeve içinde oynanabilen bir oyun. Benim bir tanıdığım Abdi İpekçi’de sağlam bir binası var, 2/3 çoğunluk eskidendi sağlam raporu da ellerinde, o rapor inkar ediliyor, çünkü ne vaad ediliyorsa ediliyor çürük bir rapor alınıyor. Çok değil galiba onu almak! Neticede o bina yıkıldı yeniden de bir şey çıkıyor. Davayı kazandı sonunda ama bina yok! Yani hep böyle geriden çünkü bu hafıza meselesine geliyor yavaş yavaş herhalde Abdi İpekçi’de bildiğimiz bütün bu binalar yerine başka binalar alacak. Şart mıydı diye sormak lazım. Bir de restorasyon anlayışı da pek bize özgü, Tekfur sarayının şeyi şöyle, büyük bir bez afiş:  “Tekfur sarayını tamamlama inşaatı”. Bence her şeyi özetliyor!

 

ÖM: Olağanüstü!

 

EU: Bilmiyorum gitmedim ama pimapen koymuşlarsa hiç şaşırmayacağım. Bizans sivil mimarisinin en önemli örneklerinden ama ne fark eder, önemli değil!

 

HT: Bir de kamunun şirketleşmesinden söz etmişsiniz. Dar gelirlileri konut sahibi yapmak için kurulan TOKİ bugün bir şirket gibi çalışıyor ve 6 tane alışveriş merkezi yapmış galiba, 7.si de yoldaymış. Sizin kitabınızı okurken bir gazete haberi olarak okudum.

 

EU: Zaten kitap yayınlandığından bu yana bayağı şey, yani mesele pek hareketli. Tabii şirketleşiyor demin de söylemeye çalıştığım gibi çünkü evvela kamuya ait olan şeyleri en iyi şekilde pazarlıyor. En iyi şekilde pazarlayabilmesi için bir bakıma tüccar gibi yaklaşması gerekiyor, çünkü bir rakam hedefliyor, o rakamı elde edebilmek için -tahmin ediyorum şu anda senaryoyu yazıyorum- müteahhit “bu fiyata da şu kadar metrekare lazım” diyordur, o metrekare de çıkıyor neticede.

 

HT: Kamu kuruluşları inşaat şirketi gibi çalışırken devlet de bu arada emlak komisyoncusu gibi.

 

ÖM: Biraz da rant devleti o, rantiye devlet aslında.

 

EU: İşte herşey. Devlet rantiye iken o ranta bizlerin -İstanbul ya da bütün her şehir için bu geçerli- de paydaş olmamız gerekmez miydi?

 

ÖM: Evet.

 

EU: Yerelin sesi çok güçsüz olduğu için gene yasal çerçevesinde, haliyle bugün bir ilçenin bütçesi ya da bir büyükşehrin bütçesi, kararlar merkezden alınıyor, Ankara’dan alınıyor ve bütün fonlar da Ankara’da birleşiyor. Bir bakıma İstanbul’u örnek alırsak İstanbul bir bakıma bütün Türkiye’yi finanse ediyor. Şimdi TOKİ’ye gelince TOKİ’nin başka bir boyutu var, çok yaratıcı olduğunu söyleyemeyeceğim çünkü muhakkak ki başka formüller vardır fakat neticede her tarafta aynı binalar yapıyor. Yani bu Karadeniz’de de olsun ya da Urfa’da olsun yani yöresel kültürü hiçbir şekilde hesaba katmayan. Osmanlı bu konuda daha şeydi, evet standart ölçüler vardı ve her tahta kalenin o ölçüleri ama orada gidip seçip herkes kendi istediği gibi bina yapabiliyordu. TOKİ böyle bir şey yapabilirdi aslında, yani kalıplar, teknoloji, mimarlar, vs. herşey hazır ama kolayına gittiler. Belki de gerçekten tek model bir şey hedefleniyor.

 

ÖM: Evet, Hemşin City haberi vardı Hürriyet gazetesinde yeni çok taze bir haber, manşet haber; Rize’de Hemşin’de bir site, adı Hemşin City!

 

EU: Gördüm ve dehşete kapıldım! Çünkü orası gerçekten dünyanın en güzel yerlerinden biri gitmişliğiniz vardır. Kim gitmediyse şu an dinleyicilere hemen bir an önce gitmelerini şey etmek lazım. Yani işte gene insanlar herhalde daha iyi yaşama kavuşacaklarını düşünüyorlar. Bir bölümü diyor ki “ben niye kendi binamı güçlendirmeyeyim, niye bana bir kredi verilmesin?” İnsanların bir bölümü bunu gerçekten istiyor ama sistem ona hiç izin vermiyor.

 

HT: Büyük dev projelerin kuşatması altındayız aslında fakat projelerin hiçbiri insan hayatını dikkate almıyor galiba. Sizin kitabınızı okurken az önce de söyledim, hep gazeteleri de izliyordum haberleri, o haberler de çok ön sayfalarda görünmüyorlar, bu dev şantiyede hep işçi ölümleri, iş kazaları meydana geliyor. Yasalar yeterli değil ama mevcut yasalar da gereğince uygulanmıyor. Son 3. köprü inşaatında 2 hafta önce 3 işçi öldü, üstelik çok basit bir önlem alınması gerekiyormuş galiba o yapılmamış. Kalasın çökmesiyle altta düşmeyi önleyecek bir tedbir, bunu almamışlar taşeron firma. Yani insan hayatını hiçe sayan bir şey var.

 

EU: Korkarım ki öyle, şöyle düşünelim, yanılmıyorsam Avrupa’da kesin ama belki OECD ülkeleri arasında işçi ölümü açısından korkunç bir durumda Türkiye. Sesler yükseliyor, aileler bir şeyler yapmaya çalışıyor, gazlanıp gazlanmadıklarını bilmiyorum ama eli kulağındadır yapılmıyorsa! Hiçbir şey yapılmıyor yani yasal bir düzenlemeler yapılacak söyleniyor, bir kısmı yapıldı ama uygulamadıktan sonra, güvence olmadıktan sonra, galiba taşeron sistemini bitirme çalışması var ama nasıl işleyecek bilmiyorum.

 

ÖM: Ben de bilmiyorum ve bu artık bir katliam boyutunu almış vaziyette rakamlar filan akıl alır düzeyde değil bildiğim kadarıyla.

 

EU: Bir bakıma bu gene şehir periferi, insanlara periferi atılıp her işe almayı bir bakıma zorunlu kılınmaları, onlar da biliyor herhalde hayatlarının tehlikede olduğunu. Ne kadar biliyorlar bilmiyorum çünkü anlatılmıyordur ama bir bölümü de biliyordur çünkü yanındaki arkadaşı kaza geçiriyor ve ölmediği takdirde en azından sakat kalıyor. Yok canım korkunç bir şey o! Projelerin kendileri de tabii bir özellik taşıyor, o da hiç şeffaf değiller, yani nerede, nasıl, hangi araştırmalara dayanarak, bütçesi nasıl, finansmanı nasıl? Cumhuriyet’te bir Çiğdem Toker şunu meydana çıkarttı, aslında tamamen hazine tarafından finanse edildikleri ve hatta öyle bir cümle kullanılıyor ki hazine lafı geçmiyor bile. Bu da çok önemli, bu tabii İstanbul’u bir bakıma aşıyor. Yani şöyle, birinci projelerin yapıldığını anlıyoruz, ikincisi bir şekilde finansmanının bulunduğu. Bu tabii Kanal İstanbul açısından son derece kaygı verici, çünkü orada hazır bir -10 gün kadar önce galiba tam hatırlamıyorum- başbakan “zaten onu da yapacağız” dedi. Fakat bu tabii bütün ekonomiyi etkileyebilecek bir gidişat, yani hazinenin giderek eski dönemde yani 2001 kriz öncesini bir dönüş gibi bir sürece girmiş görünüyor şu an Türkiye İstanbul sayesinde diyeceğim.

 

ÖM: İstanbul sayesinde evet. Çok ciddi bir kaygı çünkü burada bu hazine garantisi derken aslında bizzat bizim, vergi veren vatandaşların, sıradan vatandaşların tümünün cebinde finanse ediliyor ve bir takım kişilerin zengin edilmesinden ibaret bir olay oluyor, doğanın da yok edilmesi bunun bir sonucu olarak.

 

EU: Çünkü yanılmıyorsam mesela 3. köprü için geçerli bu havaalanı için de tabii aynı şey olacak, yani havaalanında emin değilim ama köprüde hem işletme hakkı, asgari bir işletme geliri garantisi o da herhalde hazine tarafından garanti ediliyor, artı genel bir garanti. Fena değil iş olarak!

 

HT: Bir de mahallelerin ölümü, yani mekan olarak mahalle değil de bir de mahallenin kültürü, çok basit bir örnek verirsek Tarlabaşı’nda iki ev arasında asılı çamaşırlar pek bazen göze hoş gelmiyor olabilir ama insan kaybedince de onu görmek de istiyor, özlem de duyuyor. Daha da önemlisi pencerelerini açıp kapıdan kapıya konuşan kadınlar ya da birbirlerini gördüklerinde hemen mahallede konuşan insanlar. Yani büyük şehrin anonimliğini telafi eden bir şeydi aslında mahalle kültürü, bu yok oluyor. Yeni değil aslında, siz Cem Behar’ın çalışmasından hareketle ayrıntılı bilgi vermişsiniz, bu ne zaman başladı ve bunu telafi etmek mümkün değil mi? Bizler belki aramayabiliriz mahalle kültürünü ama buna şehirde ihtiyaç duyan insanlar var.

 

EU: Yok mahalle olmadığında, Cem Behar kendisi anlattığında, aslında çok da ilginç bir çalışma onunki, galiba ya çevrildi ya yakında çevrilecek yanılmıyorsam, belki de çıkmıştır ama farkında değilim fakat neticede o mahalle öldü, bitti ama tabii o mahalleyi kastediyor. Mahalleler bugün tabii ki hala var. Aslında şeyleri karıştırırken şunu gördüm, şimdi piyasa kelimesi Venedikliler’den ‘piazza’dan geliyor, yani meydan, çarşı, pazar yeri ve neticede mesele gelip sokakta düğümleniyor. Yani sokak sadece ve sadece arabayla geçilecek, bir yerden bir yere gitmek için durulmayacak bir yer, insanların sokağa çıkıp –arabayla tabii- sadece AVM’ye gideceği bir şey olduğu zaman mahalle, formu ne olursa mahalle bir yerde insanların birbirleriyle iletişim kurabilmeleri, çocukların birbirleriyle oynayabilmesi gibi şimdi o olmadığı takdirde zor. Mesela son gündeme de aldınız galiba radyoda, bu Kuzguncuk’ta Bostan konusunda yaşanan olay. Orada bir mahalle şeysi kurulmuş durumda. Haliyle mahalleyi önemsemek lazım ve bir şeyler yapılacaksa bu şehirde ve insanların sahiplenmesi, bütün İstanbul’a sahiplenmek yerine, çünkü o çok kolay bir iş değil ama kendi sokak olabilir, mahalle olabilir, oradan başlayıp, adım adım kent konseyleri tekrar nasıl hareketlendirilir. Bir mahalle komitesi kurulabilir, ihtiyar heyetiyle işbirliği yapılabilir, mahallenin ortak sorunları saptanabilir ve öyle öyle galiba Bursa Nilüfer belediyesinde o tür başarılı bir çalışma yapıldı. Bunların İstanbul’da yapılmaması yani biraz yasaları zorlayarak, yasalar tamamen kapalı değil çok açık değil ama kapalı da değil, bence oradan geçecektir sahiplenme. Çünkü çok anonim çok uzak yani atıyorum Kuzguncuk’ta oturursanız Maslak’ı sahiplenmemiz söz konusu olamaz. Zaten orası mahalle mi? Bu çok da tartışmaya açık.

 

ÖM: Evet çok önemli bir nokta bu bence de. Amerikan demokrasisinin ki hala ayakta kaldığı şüpheli ama o da biraz can çekişiyor son gelişmelerle ama temel olarak üzerinde durduğu şey hala o ‘town hall meetin’ dedikleri yani şeyin yılda en az bir defa belli bir günde toplanıp bütün 5-10 bin kişiden oluşan ya da sayıları değişebilir ama az sayıdaki mahallenin bütün alt yapı meseleleri de dahil nasıl bir yerde toplanacaklar, okul işleri ne olacak, sağlık, vs. gibi temel meselelerini konuştukları ortak kasaba, mahalle toplantılarının üzerine kurulu bir demokrasiden bahsediyoruz; Amerikan devrimi zaten aşağı yukarı böyle bir şey üzerinde kurulu.

 

EU: Brezilya’da da bunu gördük. Çok başarılı bir belediye başkanı başbakan olabildi değil mi? Çünkü döndü diyelim ki köy ya da kasabaya ve dedi ki “eldeki para şu kadar, suyu mu yapsak çöpü mü yapsak şu aşamada?” O kadar basite indirgedi. Zaten basit dediğiniz değil basit çünkü insanların hayatını

 

ÖM: Demokrasinin temeli bu işte; agora dediğiniz şey zaten kadim Yunan demokrasisinde filan da pazar yeri, piazza, agora, hepsi aynı şey, siyasetin de yapıldığı, temel sorunların tartışılıp karara bağlanabileceği yerler.

 

EU: Ama şu an tabii bir çok karar Ankara’dan merkezden alındığı için hükümet tarafından, bir örnek vereceğim, İstanbul susuz kalmaya mahkum aslında, çünkü 15 milyon’luk bir şehirde şey yapılmadığı takdirde, Londra’da yapılmıyorsam 7 kere dönüyor su, arındırılıyor, bir kere daha dönüyor, bir kere daha dönüyor, vs. 7 kere, musluktan akan su da içilebilecek nitelikte. İstanbul’da biz bunu denize atıyoruz ama diyoruz ki “hiç önemli değil, merak etmeyin Melen’den su getireceğiz”. O arada oradaki tarım arazilerinin filan kuruması hiç derdimiz değil!

 

ÖM: Melenliler ne diyor?

 

EU: Onları da kimsenin dinlediği filan yok. Halbuki İstanbullu’nun şöyle bir şansı olmalı bir arındırmanın maliyetini, ne kadar arındırıyorsun, niye böyle yapmıyorsun diyebilmesi lazım. Bu belki mahalleden başlayabilir, bilemem ya da kampanya yürütülebilir, yani bu tür şeyleri herhalde insanlar sahiplenir diye umuyorum.

 

ÖM: Biraz önce verdiğin çok taze örnekte de önümüzdeki bu Kuzguncuk’taki Bostan’a son günlerde ani taarruz, saldırıdan sonra oradaki yerli insanların da, mahallenin de “kendimizi savunmak başka bir çaremiz yok” demesi.

 

EU: Uzun zamandan beri devam eden bir mücadele.

 

ÖM: Evet zaten 20 yıldır başka da bir yolu yok.

 

EU: Kaldı ki bu Bostan sahiplenme eylemi çoğalıyor biliyorsun; yanılmıyorsam Kadıköy’de boş ve aslında otopark olmaması için ve mahalleli pekala desteklemiş. İlk başlarda Bostan’ı yapanlar galiba şeyden biraz endişe etmişler, insanlar orada köpeklerini gezdiriyormuş, ama hayır demişler ki ne kadar iyi güzel bir iş yapıyorsunuz, herhalde onlara da hak tanınmayacak.

 

HT: Bu şehri savunmak biraz da geleneksel eski politikalarda da değişiklik gerektiriyor; belki şehri mahalle mahalle, semt semt savunmak gerekiyor. Bu değişik bir politika, yani devleti ele geçirmek, oradan yukarıdan aşağı politikalar programlar

 

EU: Tam tersi.

 

HT: ‘Grasus’ dedikleri politikaları gündeme getiriyor, kaçınılmaz kılıyor.

 

EU: Zaten bugünkü koşullar altında biliyorsunuz aslında imzalandı fakat uygulanmıyor, yanılmıyorsam 2005’te Avrupa kent hakkını tanımlayan bir şart var, onu imzalıyor Türkiye fakat ondan sonra yasa değişikliği oluyor ve merkezi olan bir sistem daha da merkezileştiriliyor. Çünkü işte ekonomik, ekonomiyi o çok başka bir planın fakat yine de dediğiniz gibi yani yukarıdan değişemeyeceğine göre ve zaten aşağıdan değişmesi çok da sağlıklı olacağı için yani çünkü o bir kent aidiyeti ya da semt ya da mahalle aidiyeti öyle çıkacak ortaya. İnsanlar nasıl ki Gezi’de çok farklı insanlar birbirini tanıdı, nasıl ki ‘oy ve ötesi’ vb. faaliyette çok farklı insanlar bir araya geldi ve ortak ve tek belki de her seferinde arınma için başkaları bir araya gelecek, çöplerin toplanması ya da sistem ya da imar ya da renk ne ise ya da Bostan. Bu her seferinde aynı mahalleli olması şart değil ki, kim neyi önemsiyorsa onun için çok farklı bir model çıkabilir ve çıkmalı.

 

HT: Camiler var, kitabınızda siz de değinmişsiniz, alıntı da yapmışsınız Prof. Gülru Necipoğlu’ndan. Osmanlı’da özellikle tarihi yarımadada yapılan silüetini oluşturan camiler ama onlar çok sıkı kurallara bağlı olarak yapılmış, padişahın şehzade camilerinin ve padişahın da şeyh-ül islam’dan izin alarak yaptığını söylüyorsunuz, danışarak yaptığını siz aktarıyorsunuz. Ama şimdilerde Çamlıca tepesine yapılmak istenen bir cami var, rastgele, Taksim’e de geliyor bazen, herhangi başka bir yere de olabilir, uygunsuz bir yere de olabilir yeter ki cami olsun.

 

ÖM: Ayasofya’nın da cami olması!

 

EU: Tabii Çamlıca biraz özel sanki, çünkü birincisi orada biliyorsunuz yerleşim yok ama cami olacak.

 

HT: Cemaati olmayan bir cami sonuçta.

 

EU: Ama olacak! Çünkü bu şekilde imara açılacak, yani eli kulağındadır. Haliyle o caminin neden yapıldığını çok yakında hepimiz birlikte öğreneceğiz.

 

HT: Muhaliflerin, buna itiraz eden insanların da ciddi argümanları olacak herhalde? Yani yeni Osmanlıcılık, yönetimdeki olan kişilerin, oraya cami yapmak isteyen kişilerin dayandıkları ideoloji ama onları yapmak isteyenlerde bir tarih bilinci yok az önce söylediğim nedenlerle. Yani cami yapmanın bir kurala bağlı olduğunu söylüyor bilenler. Üstelik de geçmişe saygıları yok. Ecdatlarından bahsediyorlar ama ne geçmiş bilinci var ne de geçmiş saygısı var.

 

EU: İşte maalesef! Süleymaniye’yi alın, Süleymaniye mahallesinde çok uzun süren bir süreç yaşandı ama neticede bugün gezdiğiniz zaman binaların çoğu yok oldu, molozlar içinde şeyleri görüyorsunuz, oradan aslında ayrılmak istemeyen gene de birileri var ve yerine emin olun ki işte gene ne idüğü belirsiz yeni yorumuyla bir Osmanlı mahalle çıkacak.

 

HT: Bir de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok güzel tabiri caizse günümüze tam uyan bir alıntınız var, belediyenin misafirleri, devletin misafirleri şehirde misafir olmak istemiyorlar, yani yaşadıkları Gezi olayları da biraz bunu şey yaptı, Gezi’yi Ömer Madra’nın dediği gibi foruma dönüştü parklar, insanlar yaşadıkları şehri sahiplenmek istediler, şehrin geleceğiyle ilgili söz sahibi olmak istediler. Bu bir gelişme aslında, önemli bir gelişme, belki biraz yerel seçimlere tam olarak yansımadı ama belki de alternatif olarak görmek lazım muhalif partileri, onu da sorgulamak lazım.

 

EU: Yok, yok bence bu demin konuştuğumuz mahalle sahiplenmesine yansır, çünkü unutmamalı ki ben de bu kitaba başlarken ne kadar ayrımındaydım, değildim o kadar, şunu öğreniyor insanlar, yani diyelim ki foruma katılıyor ‘benim haklarım ne, ne yapabilirim?’ diye bakıyor muhakkak. Baktığı zaman bunun aslında oldukça kısıtlı olduğunu öğreniyor. Ondan sonra herhalde bu kısıtlı sınırı ne şekilde nasıl aşılıra bakacak insanlar. Bence kaçınılmazdır bu ama hangi hızla bunlar oluşur onu tahmin etmek kolay değil ama bence oluşacaktır. Forumlar devam ediyor değil mi Ömer?

 

ÖM: Bilebildiğim kadarıyla evet ama eski yoğunluğunu koruduğunu söylemek zor tabii. Yer yer devam ediyor yani belli yerlere göre fark gösterdiğini biliyorum, bazı yerlerde devam ediyor bazı yerlerde de kaybetmiş durumda. Fakat gelişmenin ne şekilde olacağını senin de kitapta söylediğin gibi göreceğiz hep beraber. Çok ciddi bir, dünya çapındaki bir mücadelenin İstanbul’da, dünyanın en eski şehri olan İstanbul’da da yaşanacağından eminiz.

 

HT: Şehrin taarruza uğraması, tahribatı, tahrip edilmesi. Az önce de söylemeye çalıştığım gibi yeni politikaları gündeme getiriyor yani biraz sınıfa karşı sınıf, o eski politikaların dışında. Hiç roman mahallesine gitmemiş insanlar, Tarlabaşı’na adım atmamış olan insanlar da yok olan şehir karşısında bir dayanışmayı gerektiriyor, daha fazla hatta romanlarla dayanışmak gerekiyordu, Sulukule’de belki bu ihmal edildi.

 

EU: Yo, Sulukule’de STK’la çok ciddi bir çalışma yaptılar, muhtemelen Sulukule sayesinde bir çok insan bir şeyler oluyor, nedir bunlar, bunu anlamamız gerekiyor şeysine girdi. Yani Sulukule örneği o açıdan önemli bence.

 

HT: Bir de eski evleri, eski mahalleleri neden bu kadar sevebileceğimizi hiç anlayamıyorlar onları yıkan insanlar. Bu da garip, yani şehri seven insanların şehre ait olan her şeyi sevmeleri. Onların anlayamayacağı bir şey bu herhalde?

 

ÖM: Bu bellekle de çok yakından ilgili, dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan İstanbul’dan bahsediyoruz.

 

EU: Tabii ama şöyle de bir şey görüyorsun, bunu orada yaşayacak olanlar ne kadar memnun kalacak bilmiyorum fakat neticede Sulukule’de eski ya da değil ama çok da eskiye dayanan bazı binaların varlığı varken ve hiçbiri birbirine benzemezken şu an her biri aynısı, yani inanılmaz bir yeknesaklık var. Bu her tarafta, bu TOKİ’de de oluyor, burada da oluyor, yani oldukça bilmem neredeki villalarda da oluyor, aynı.

 

ÖM: En ucuzu o çünkü.

 

EU: E değil aslında, ben de onu savunuyorum, yani dediğim gibi, lego parçalarını düşün, aynı parçalarla çok farklı şeyler yapılabilir, biraz mimarın ve talebi o şekilde yaratma eylemi.

 

HT: Galiba zamanı bitirdik ama konuşmakla da bitecek gibi değil.

 

ÖM: Emine Uşaklıgil, çok teşekkür ederiz. ‘İstanbul’da kazanmak ya da kaybetmek’ adlı Can Yayınları’ndan yayınlanmış oldukça yeni diyebileceğimiz, dileğimiz yeni baskılara yetişilemiyor çünkü, bir tek ricam var, indeks de olursa bir sonraki baskısında iyi olur.

 

EU: İyi olur fakat çok tartıştık onu ve binlerce TOKİ geçtiği için mesela, biraz rahatsız edici olacağını düşündük ama ben aktarırım.

 

ÖM: Özellikle bazı şeyler paralellikler varken mesela Edgar Moren’den bahsediliyorsa onun adını da bulabilmek arama açısından önemli.

 

EU: Bence de, umarım ikinci baskı olur.

 

ÖM: Çok teşekkürler eline sağlık, ayrıca mükemmel, tamamını okumadım kitabın ama gözden geçirmek bile heyecan verici ve düşündürücü.

 

HT: Çok önemli bir kitap.

 

EU: Sağ olun!