Bir Çift Pabucun Ettikleri

-
Aa
+
a
a
a

 

http://apoletlimedya.blogspot.com

Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi'nin, Bağdat'ta ABD Başkanı George W. Bush'un Irak Başbakanı ile birlikte düzenlediği basın toplantısı sırasında, ayakkabılarını çıkarıp Bush'a fırlatması gazetecilik etiği ve felsefi açıdan tartışılması gereken bir olay.

Bir kaç madde halinde bu protesto yöntemini irdeleyelim:

Gazetecilerin, muhabirlerin esas görevi, bir olayı, bir olgu ya da gelişmeyi haber yapmaktır. Bu nedenle gazeteci/muhabir olaya müdahale etmez, sadece bir gözlemci olarak olayı izler, tarafların görüşlerini alır, arkaplan bilgiyle besleyip haberini yazar ve okura/yurttaşa ulaştırır. Gazeteci/muhabir, bir olayın kahramanı olamaz, olmamalıdır. Gazeteci/muhabir, kahramanın açıklama ve tutumlarını izleyip, kaydetmek bunları bilahare haber haline getirmekle yükümlüdür. Evrensel, genel, yani her yerde kabul edilen ilke/kural budur.

Ne var ki, tüm kural ve ilkeler belirli bir ortam, mekan ve zaman için geçerlidir. Kural/ilke Tanrı kelamı olarak algılanamaz. Kural ve ilkeler 'normal' olarak nitelenen ortam/mekan/zaman bağlamında bir anlam taşır. Dolayısıyla Bağdat'daki basın toplantısında El Zeydi'nin Bush'a ayakkabı fırlatma olayının yaşandığı ortam/mekân/zamanın normal olup olmadığına bakmakta yarar var.Çünkü burada bir ilke/kural çiğnenmiştir ancak bu ihlalin hangi koşullarda, nasıl gerçekleştiğine bakalım.

Hemen ters bir örneği aktarayım. Önceki gün galiba Ülke TV kanalında bir konuşmacı güzel bir örnek verdi: 99 Depreminin ardından dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye'ye başsağlığı/geçmiş olsun/dayanışma ziyaretine gelip deprem bölgesinde incelemeler yapmıştı. Hatta o sırada depremzede bir çocuğu kucağına alarak da şirinlik gösterisi gerçekleştirmişti. İşte mesela tam o sırada, ya da Clinton'un o Türkiye ziyareti dönemindeki bir basın toplantısında, bir gazeteci ayakkabılarını çıkarıp Clinton'a atsa bunun kabul edilebilir hatta hoş görülebilir bir yanı yoktur. Ortam/mekân/zaman normaldir, dolayısıyla ilkenin kuralın da doğru dürüst hayata geçirilmesi gerekir.

Kıyaslama yapacak olursak, Clinton'un sözünü ettiğim Türkiye ziyareti ile Bush'un son Bağdat gezisi birbirinden neredeyse her açıdan farklıdır. Clinton, büyük bir devletin, depremzedelerle dayanışma göstermek isteyen bir Başkanı olarak Türkiye'ye gelmişti. Amaç barışçı idi, dayanışma göstermek hatta yardım etmekti. Bush ise Bağdat'ta işgalci bir gücün en üst düzey siyasi temsilcisi olarak bulunuyordu. Amaç barışçı değildi. Çünkü Bush'un son açıklamalarını hatırlayacak olursak, Irak'ın işgalinin hâlâ doğru bir eylem ve politika olduğunu savunuyordu. Bush, 2001'den bu yana Irak'ta öldürülen yüzbinlerce insanın siyasi sorumlusu idi.

Bağdat'taki Iraklı meslektaşımız, basın toplantısında Bush'u siyasi olarak son derece güç duruma sokabilecek bir soru sorabilirdi. Ne var ki bu soru, fırlatılan ayakkabıların yarattığı etkiyi yaratmazdı. Belki etik kurala uymuş olurdu, ancak bu kadar büyük sempati kazanamazdı.

Kimileri, mesleki düzlemde kalmak adına, muhabirin ayakkabı yerine kalem fırlatmasını önerdi. (Bizde akıldâne çoktur, biliyorsunuz). Kalem sivri bir nesne olarak Bush'un gözüne girebilir, beklenmedik bir zarar verebilirdi. Irak'ta ayakkabı/terliğin yerel/geleneksel anlamını da öğrendikten sonra muhabirin kendi bağımsız tercihi ile ayakkabıda karar kıldığını anlıyoruz. Muhabir, bir radyo ya da televizyon kanalında ya da bir internet sitesinde çalışıyorsa, fotograf makinesi, kamera ya da bilgisayar da fırlatabilirdi. (Ecevit döneminde bir esnaf başbakanlık binası önünde yazar kasa fırlatmıştı. Demek ki her memleket ve her meslek erbabı fırlatacak uygun bir nesne buluyor).

Meslek ahlak ya da etik ilkeleri adaletsizliği, haksızlığı maruz göstermez. Gösteremez. Bush'un sorumluluğunda Irak'a atılan tonlarca bombanın yanında bu çift ayakkabının ancak sembolik bir anlamı vardır.

Efsane midir doğru mudur bilinmez, ancak bizde de Ege bölgesinde bir gazeteci Hasan Tahsin olayı var. İşgalciye ilk kurşunu sıkan kişi olarak tanıtılır. Şimdiye kadar kimse de çıkıp Hasan Tahsin'e, "Kardeşim ne işin var senin silahla külâhla, haberini yaz, işgale kaleminle karşı çık, etik ilkeyi ihlal etme" dememiştir. Hasan Tahsin de, anlatılanlar/yazılanlar doğru ise, normal olmayan koşullarda gazeteciliği bir kenara bırakıp işgalciye karşı aktif mücadele yöntemini seçmiştir.

Dünya literatürü, Fransa'da Direniş zamanında çok sayıda gazetecinin silahlı eylemlere giriştiğini, keza Vietnam'da, Afrika'da eski ve yeni sömürgeciliğe karşı savaşta çok sayıda gazetecinin, yazarın, fikir adamının karşı-şiddet içeren eylemler gerçekleştirdiğini yazan haber ve öykülerle dolu. Kılıçla kalem arasındaki ilişki paradoksaldır. Kimi zaman zıtlık, kimi zaman tamamlayıcılık arz eder.

İşin felsefi yanı da bence ilginç. Basın hürriyetinin olmadığı bir kentte, tankların-tüfeklerin konuştuğu bir yörede, işgale/şiddete karşı bir çift ayakkabının ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu anladık.

Basın toplantısı henüz bitmeden bir kaç Iraklı gazetecinin Bush'a gidip özür diledikleri yolunda bir haber okudum. Bu özür geçersizdir. Çünkü ayakkabılarını fırlatan gazeteci tarafından değil, Bush yanlısı gazeteciler tarafından ifade edilmiştir. Geçersizdir, çünkü olaydan sonra binlerce Iraklı, özür dileyen gazetecileri değil, ayakkabılarını fırlatan gazeteciyi benimsemiş, onunla dayanışmasını göstermiş, protesto yürüyüşü düzenlemiştir.

Tıpkı bu Bushsever gazeteciler gibi, Bush'un yanındaki Irak Başbakanı Nuri El Maliki de, ikinci ayakkabı fırlatılırken, body-guard gibi davranıp ayakkabının Bush'un suratına gelmesini önlemeye çalıştı. İşbirlikçilik nelere kâdirmiş meğer...

Bush'un olaydan sonra yaptığı açıklama ilginç. Ayakkabının 42 numara olduğunu söylüyor sırıtarak, bir de gazetecinin neden böyle bir eylemde bulunduğunu anlamadığını itiraf ediyor. Bu anlayışsızlık, bir halkla ilişkiler taktiği mi yoksa samimi bir itiraf mı, bunu da ben pek anlamadım. Ama hangisi olursa olsun, durum vahim, Bush açısından.

Bu tür protestolar yeni değil. Normalde gazeteciler mesleki sınırlar içinde kalmak adına, basın özgürlüğü ya da insan hakları açısından tamamen olumsuz buldukları siyasi yetkililerin basın toplantılarında protestolarını, haberi izlemeyerek gerçekleştirir. Biri hariç, tüm foto muhabirleri fotograf makinelerini topluca görülebilir bir alana bırakır. Kameramanlar da aynı işlemi yapar. Bu da, gazetecilerin kimsenin karşı çıkamayacağı demokratik bir protesto yöntemidir.

Batı'da gazeteci ya da muhabirler tarafından yapılmasa da, siyasilere yönelik geleneksel bir protesto yöntemi de, siyasilerin yüzüne bol kremalı pasta fırlatmaktır. Hoş, komik bir protesto yöntemi daha... Batı'da ben bu pastacıların gözaltına alındığını duymadım hiç.

Benzeri ilginç, anlamlı ve devamı da öğretici bir protesto eylemini burada hatırlatmakta yarar var: Filistinli düşünür Edward Said, işgal altındaki topraklarına geldiğinde, ölmeden bir-iki yıl önceydi galiba, Arafat'ın "Küçük Generaller"i ile birlikte işgalci İsrail mevzilerine taş atmıştı. Televizyonlarda ve gazetelerde de yayınlanmıştı bu görüntü. New York'ta Columbia Üniversitesi'nin profesörüne karşı siyonistler ayaklanmış, hazırladıkları dilekçe ile Said'i okul yönetimine şikâyet edip, üniversiteden atılmasını talep etmişlerdi. Koskoca profesör taş mı atarmış! Üniversite yönetimi tarihi ve örnek bir karar ile mealen "Profesör Said'in ülkesinin geleneklerine ve koşulların yarattığı şartlara uyarak bir protesto yöntemi benimsemiş olduğunu" bunun da Profesör Said'in şahsi ya da akademik kimliğine halel getirmediğine karar vermişti.

Sonuç olarak, Iraklı meslektaşımız siyasi olarak haklı, mesleki olarak da hoşgörülmesi gereken bir ihlale rağmen doğru bir eylem gerçekleştirmiştir. Kendisinin bir an önce serbest bırakılmasını talep eder, ilk ayrıntılı haberinde bu protestosunun köken, neden, motivasyonlarını aklı ve hissiyatıyla birlikte ayrıntılı bir şekilde açıklamasını bekleriz. Şükran Muntazar!

 

Konuyla ilgili haber ve görüntülere ulaşmak için tıklayın.