Beyrut'ta Bir Hafta

-
Aa
+
a
a
a

23 Temmuz 2006The Independent

Bu savaşta ilk kez gerçek bir füze görüyorum.  Ya çok hızla uçuyorlar –ya da onları aramak yerine kaçmakla meşgulsünüz – ama bu sabah, Abed ve ben gerçekten de bir tanesinin başımızın üzerindeki dumanı delip geçtiğini gördük.  Arkadaşım Habibi çığlık atıyor ve ben bağırmaya başlıyorum "Arabayı çevir, arabayı çevir." Ve biz güney varoşlarında, canımızı dişimize takarak kaçıyoruz.  Köşeyi dönerken ortalığı darmaduman eden bir patlama oluyor ve henüz terk ettiğimiz yolda gri bir duman dağı çiçekleniyor.  O İsrail füzesinden canını dişine takarak kaçan kadınlar ve erkeklere ne oldu?  Bilmiyoruz.  Hava saldırılarında gördüğün yalnızca çevrendeki birkaç metrekaredir. Çıkarsın ve kurtulursun ve bu da yeter.

Eve, Corniche'deki apartman daireme gidiyorum ve elektriğin kesik olduğunu görüyorum.  Hiç kuşkusuz yakında su da kesilecek.  Ama balkonda oturuyorum ve hiç olmazsa Kandahar veya Basra'da  pis bir otele tıkılmadığımı ve kendi evimde yaşadığımı, her sabah kendi yatağımda uyandığımı  düşünüyorum.  İsrail şimdi benzin istasyonlarını bombaladığına göre,  elektrik kesintileri ve korku ve benzin yokluğu nedeniyle  artık sabah ikilere kadar çalan kornaların sesini duymayacaktım.  Gece uyandığımda kuşları işitiyorum ve Akdeniz'in dalgalarını ve palmiye yapraklarının usulca sürtüşmelerini.

Akşamüstü alış verişe gittim.  Artık süt yok ama bol su var ve ekmek, ve peynir ve balık.  Abed beni indirmek için kaldırıma yanaştığında arkamızdaki 4X4 'ün içindeki adam klaksonun üstüne sürekli elini bastırıyor ve bana "Kess uchtak" "Kızkardeşini becereyim" diyor.  Bu savaşta ilk kez biri bana sövüyor.  Lübnanlılar genel olarak yabancılara sövmezler.  Kibardırlar.  Elimi avucumun içi aşağıya bakacak şekilde pencereden dışarı çıkarıyorum ve sonra yukarı çeviriyorum, bu Lübnan usulünde "sorun ne?" demek.  Ama arabasını sürüp gidiyor.  Boş ver, zaten bir kız kardeşim yok.

17 Temmuz Pazartesi

Telefonlar hâlâ çalışıyor ve cep telefonum muhabbet kuşu gibi ötüp duruyor.  Telefonların çoğu arkadaşlarımdan, Beyrut'tan kaçmalılar mı, ya da Lübnan'dan kaçmalılar mı diye soruyorlar.  Bazıları  Lübnan dışındaki arkadaşlarımdan, ülkeye dönmeliler mi diye soruyorlar.  Güney varoşlarda Hizbullah mevzilerinde bombalar gümbürdüyor ama ben bu soruları cevaplayamam.  Arkadaşlarıma kalın desem ve ölürlerse sorumlusu benim demektir.  Onlara gelin desem ve otomobillerinde öldürülürlerse sorumlusu yine benim.  Bu yüzden onlara Lübnan'ın ne kadar tehlikeli olduğunu ve seçimin kendilerinin olduğunu söylüyorum  Ama onlar için büyük hüzün duyuyorum.  Pek çoğu son 24 yıl içinde dört kere mülteci oldu.  Bugün ABD pasaportu taşıyan bir çocuk ve yalnızca Lübnan pasaportu olan ikinci bir çocuğu olan;  Lübnan ve İran uyruklu bir kadın  tarafından arandım.  Durumu ümitsiz.  Ona Faraya civarındaki Hıristiyan dağlarına çıkıp bir kulübe aramaya çalışmasını söyledim.  Orası güvenli olur.  Umuyorum.

İsrailli bir füzenin ya da bir uçağın bir şoförün kafasının yarısını yok ettiği Kfar Chim'den geliyorum.  Kafasından geri kalanı şoför koltuğunda otururken sarkmış, bedeninden yerlere fışkıran kanlara öylece bakıyor gibiydi.   Öylesine trajik bir görünüşü vardı ki.  Vaka yerinde çok fazla oyalandığım için Abed korkudan kâğıt gibi bembeyaz olmuştu.  Haklı İsrailliler gerçekten de geri dönüp Lübnan ordusunu bombaladı.

Şimdi de hizmetçim Fidele korkudan kağıt gibi bembeyaz.  İsrailliler benim ön kapımdan 400 metre ötedeki deniz fenerinin tepesini uçurdukları için Beyrut'un Hıristiyan mahallesinden benim evime kadar olan yolun çok tehlikeli olduğunu düşünüyor.  Fidele Togo'dan gelir, harika pizza yapar (onun Pizza Togolaisi herkese tavsiye edebilirim) işte Abed'i onu alıp bir saat için benim evime getirmesi için oraya yolladım.  Benim çamaşırlarımı makineye koydu ve beş dakika sonra elektrik kesildi;  hepsini çıkarmak zorundayız, yarın  şansımızı yeniden deneriz.

18 Temmuz Salı

3:45’te, gece karanlığında, bir tankın  ve büyük bir askeri aracın motor sesine uyanıyorum.  Aşağıya indiğimde Lübnan ordusunun, personel taşıyan bir Amerikan zırhlı aracını evimin karşısındaki otoparka yerleştirdiğini görüyorum.  Palmiye ağaçlarının altına stratejik şekilde yerleştirilmiş, sanki bu şekilde yerleştirilirse İsraillileri durdurabilirmiş gibi.  Ben bu işi hiç sevmedim, alt katta oturan ev sahibim Mustafa da hiç sevmedi.  Lübnan ordusu, İsrail için bazen bir hedef olabiliyor ve bu dev yaratık bir tank kisvesine bürünmüş bir palmiye ağacına benziyor.  Sabahın ilerleyen saatlerinde arkadaşım olan bir generale telefon ediyorum ve ordu harekat merkezinden aracın konumunu kontrol etmek için beni arıyorlar.  Haritadan otoparkı buluncaya kadar bir saat geçiyor.  Beni bir kere daha arıyorlar; Hizbullah'ın otoparkı İsrail gemisine füze fırlatmak için kullanmasına engel olmak için APC'nin evimizin yanında yer aldığını söylüyorlar.  Boş olan Amerikan Toplumu Okulu yolun biraz ötesinde.  Lübnan ordusu bizi savunuyor.

Lübnan'dan kaçan Fransız uyruklu vatandaşlarını toplamak için ilk Fransız savaş gemisi geliyor.  Pek çok Fransız deniz araçları, büyük askeri liderlerin isimlerini taşır ve bu fırkateyn Jean-de-Vienne adını taşıyor.  Küçük kitaplığımdaki Fransız tarih kitaplarını kurcalıyorum.  Jean-de-Vienne  Rye ve Wight adasını yağmalayan bir 14 üncü yüzyıl Fransız amirali – aman tanrım, tanrım- Müslüman Türklere karşı Haçlı Seferlerinde savaşan biri.  Tarihi Haçlı limanı Beyrut'tan Fransızların tahliyesini başlatmak için uygun bir gemi.

19 Temmuz, Çarşamba

İsrailliler, güney varoşlarındaki Şii yerleşim merkezlerindeki apartman bloklarını tamamen tahrip ettikleri için rıhtımda, Akdeniz'e uzanan, kalıcı  bir duman şemsiyesi var – on binlerce Şii Müslüman Beyrut'un hasar görmeyen bölümlerinde, parklarda okullarda ve rıhtımda kendilerine sığınak arıyorlar.  Kapımın önünde volta atıyorlar, kadınlar çadır giyiyorlar, sakallı kocaları ve erkek kardeşleri suskun, denize bakıyorlar, çocukları palmiyeler altında neşeyle oynuyorlar.  İsrail'den öfkeyle söz ediyorlar ama iki asker kaçırarak İsrail'in acımasız saldırılarına neden olan Hizbullah hakkındaki inançsızlıklarının boyutunu benimle tartışmaya yanaşmıyorlar.  Hizbullah'la beraber artık İsrailliler yiyecek fabrikalarını ve kamyonları ve otobüsleri hedef alıyorlar – 46 köprüyü hiç saymazsak -  ve masum kamyonları. Yanlışlıkla bir füzeatar sanılabilir diye, çöpçüler artık çöp bidonlarını toplamaya çekiniyorlar.  Bugün çöp toplanmıyor.

Yerel Beyrut gazeteleri hiç bir zaman İngiliz gazetelerinde görülemeyecek fotoğraflarla dolu.  Kafaları kopmuş bebekler, kolları, bacakları yok olmuş kadınlar ya da paramparça olmuş yaşlı adamlar.  İsrail'in hava saldırıları rasgele – ve sonucu, gözlerinizle gördüğünüz zaman edebe aykırı.  Hizbullah'ın İsrail'deki kurbanları da mutlaka böyle görünüyor ama Lübnan'daki katliam  son derece korkunç bir oranda.  Lübnanlılar resimlere bakıyorlar ve televizyonda seyrediyorlar – geri kalan Arap dünyasının gördüğü gibi -  ben acaba kaç tanesinin yeni bir 9/11 ya da 7/7 ya da bundan sonraki hangi tarih olacaksa onu düşünmeye kışkırtıldıklarını merak ediyorum.

Savaş insanlara ne yapıyor?  Daha sonra Avusturyalı bir gazeteciyle kafam karışık, konuşurken babasının ne yaptığını sordum.  "İçiyor," dedi.  Neden?  "Çünkü onun babası Stalingrad'da öldürülmüş."

Elimde çay fincanlarıyla otoparktaki askerlere doğru yürüyorum.  Hepsi Baalbek'ten gelen Şii Müslümanlar.  Hiçbir zaman bir Hizbullah füze takımına ateş etmezler.  Sonra güney varoşlara yaptığım bir ziyaretten eve dönerken onların dev bir yaratık gibi olan araçlarını alarak  gitmiş olduklarını görüyorum. Günün ilk iyi haberi.

Maliye Bakanı İsrail hava saldırılarının neden olduğu milyarlarca dolarlık hasardan söz ediyor.  "Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar'dan yardım taahhütleri aldık." diye gururla açıklama yapıyor.  Hizbullah'ın iki ana destekleyicisi olan "Suriye ya da İran?" diye İrlanda radyosundan bir adam soruyor. "Hiçbir şey,"  diye dalgın cevap veriyor

20 Temmuz, Perşembe

Haberleşme açısından kötü bir gün.  Amerika Birleşik Devletleri'nden gelen telefonlarda, İsrail'i eleştirdiğim için, bir anti Semitist olduğumu söylüyorlar.   İşte yeniden başlıyoruz.  Bana telefon edenlere, İsrail hava kuvvetlerine, sivil halka yaptıkları saldırıları durdurmalarını  söylemelerini istemeden önce, temiz insanları anti seminist  olarak adlandırmak  anti Semitizm'i yakında saygın yapacak, diyorum.   Sonra Kalofornia'dan faks gönderen bir Yahudi arkadaşım, Lee Kaplan adında birinin "İsrail Ulusal Haberleri" her demek ise – adına telefon ettiğini ve beni yüksek ücretli bir anti Semitist olarak suçladığını söylüyor.  Benjamin Netanyahu'nun ve aklıma gelen pek çoğunun aksine ben konferans vermek için –hiç bir zaman – para almam.  Beni dinleyen binlerce sade Amerikalı önünde anti Semistist olarak beni karalamaları insafsızlıktır.

Bir başka faks da,  basılmakta olan yeni kitabımın editöründen.  Beni böylesine zor bir zamanda rahatsız ettiği için üzgün olduğunu ve kitabımın provalarını Beyrut'ta hâlâ çalışmakta olan DHL ile göndereceğini söylüyor.  DHL'e gitmek üzere şehre iniyorum.  Evet diyor adam, Lübnan'a gönderilen paketler Ürdün'e gönderiliyor ve oradan da bir kamyonla Şam tarikiyle Beyrut'a.  Bir kamyon mu!  Eyvah!

Temmuz 21 Cuma

İsrailliler biraz önce Khiam hapishanesini bombaladılar.  İlginç bir hedef çünkü bu hapishane İsrail'in eski milis kuvvetleri olan Güney Lübnan Ordusunun, erkeklerin penislerine elektrodlar bağlayarak ve kadınların memelerine elektrik vererek işkence ettikleri bir yer.  2000 yılında İsrail ordusu geri çekilince Hizbullah bu hapishaneyi müze yaptı.  Şimdi GLO'sunun gaddarlığının izleri silindi.  Başka bir "terörist" hedef.

Evde elektrik akşam 11:00 de geliyor ve ben İsrail Başkonsolosu Arye Mekel'i izliyorum.  İsrail'in Hizbullah'ı bombalamakla  Lübnan'a bir lütuf yaptığını söylüyor.  "Pek çok Lübnanlının yaptıklarını takdir ettiğinde" ısrar ediyor.  Şimdi anlıyorum.  Lübnanlılar İsrail’e hava saldırıları ve ölen çocukları için şükran duymalılar.  Bu da Hizbullah'ın Siyonizme saldırdıkları için İsrail’in kendilerine teşekkür borçlu olduklarını söylemesi gibi bir şey.  Kendi kendini aldatma nereye kadar varabilir ki?

22 Temmuz Cumartesi

Ev sahibimin bahçesinde kahve içiyoruz ve o tahta bir merdivene tırmanarak incir ağacına çıkıyor ve bana bir tabak meyve getiriyor.  "Her gün bize incir veriyor. ," diyor.  "Akşamüstü ağacımızın altına otururuz, denizden imbat eser, klima gibidir."  Küçük saksılardan kurulu cennetine bakıyorum ve mavi bir kupadan Arap kahvemi yudumluyorum.  Savaş gemilerinin Beyrut limanına kayarak girişini seyrediyoruz.  "Bütün yabancılar ülkeyi terk ettiklerinde ne olacak?" diye soruyor.  Hepimizin sorduğu bu.  Bu hafta bunu göreceğiz.

 Çeviren : Eren Arcan

Gönüllü Çevirmenler Topluluğu’ndan