Beyoğlu'nda bir akşam

-
Aa
+
a
a
a

Geçen hafta cumartesi akşamı arkadaşlarımızla birlikte Çiçek pasajında bir yemekte buluşmak istedik. İşlerimiz cumartesi günü de çalışmayı gerektirebilecek meslekler olduğundan üç aile farklı yerlerdeki işlerinden, evlerinden gelip akşam 20’de buluşmak için randevulaştık. Yazılarımda kendimi biraz ifade edebildiysem eğer asosyal bir insan olduğumun farkındasınızdır sanırım. (Asosyal olduğum bir espri veya kendini üstün görme duygusu değil.) Çocukluğumdan beri herkesle kolay iletişim kuramıyorum ve bu beceriksizliğim giderek isteksizliğe dönüştü. Yani çok fazla insanla ilişki kurmak da istemiyorum. Bu açıklamaları aşağıda anlatacaklarımın benim kişisel davranış biçimimin bir sonucu olarak da görebilesiniz diye yazdım. Yani sorunun bende olma olasılığı az değil. Evimin Kadıköy yakasında olması, biraz da değişiklik isteği ile araba yerine vapur ve tüneli kullanarak Beyoğlu’na gitmeye karar verdik. Üstelik de tam anlamı ile canımız halkımıza karışıp, evimizden Kadıköy’e gitmek için de minibüsü tercih ettik. (Bu araçları -yaygın deyimle- uzun yıllardır kullanmadığımı belirteyim. Bu arada yılın uzunu kısası nasıl olur onu da bilmem. Herhalde 365 gün olanı kısa, 366 gün olanı uzundur.)

15 metre – ciddi söylüyorum

Eşim “Boş olanı gelmez ise taksiye binelim” dedi. “Tamam” dedim. Bir tanesine “Bu boş, binelim” dedi. Boş olanda ayakta dururken bize sadece iki kişi değiyordu. Yanlış saymadıysam 18 kişiydik. (Sürücü hariç; sonra da inip binmelerle metrekare başına insan sayısı hep değişti. Ama ortalamayı hiç düşürmedik.) Minibüsün durması için sağda yolcu olması gerekmiyordu. Yolda yürürken başını belki boyun ağrısı nedeni ile hafifçe yola döndüren bir vatandaş görüldüğü anda duruyorduk. İçerdeki vatandaşlar ise örneğin 50 metre ara ile ineceklerse gerçekten 50 metre ara ile durdurtuyorlardı minibüsü. Hiçbir zaman için aşırı sık dur kalkın ne gibi sorunlar yarattığı gibi bir kavram söz konusu değildi. Bir vatandaşımız bir önceki vatandaşımızdan artık iyice abartıp 15 metre (ciddi söylüyorum) sonra inmeye kalkınca –ve indi de tabii- böyle bir analitik yaklaşım sergilemeye başlamıştım ki eşimin bacağımı sevgi

Çiçek pasajı gündüz vaktinde

amaçlı olmayacak şekilde sıktığını fark ettim ve susmam gerektiğini anladım. Ben kendimi iyi sürücü sanırdım. Ama o sürücüyü görünce bu görüşümden vazgeçtim. Çünkü o sürücünün yola sadece zaman zaman bakması yeterliydi. Tahmin ettiğiniz gibi, hem sağdaki her türlü canlı hareketinin gözden kaçmaması, hem de indi bindi paralarının toplanması ve üstünün verilmesi için yol yerine başka yerlerdeydi gözü. Yola bu kadar az bakıp –hatta buna hiç bakmamak denir aslında- kaza yapmamak sanırım görme üzerine apayrı bir araştırma konusu bile olabilir.

Yudum yudum üfleyerek...

Neyse salimen Kadıköy’e geldik ve ilk arkadaşımız ile buluşup vapura bindik. Vapurda ilk anlamadığım nokta üstü açık çayların nasıl olup da sıcak diye satıldığıydı. Çünkü elinde tepsiyle gezen görevli aynı tepsi ile 15 dakika civarı dolaştı büfeye uğramadan. İkinci anlamadığım nokta ise bu 15 dakikanın yaklaşık 13’üncü dakikasında o çayı alan vatandaşın sanki çok sıcakmış gibi çayı inanılmaz bir yavaşlıkla yudum yudum üfleyerek içişiydi.  Bacağımı yeniden morarttırmamak için yorum yapmadım. Bu olayı büfeyi gören bir noktada oturduğum ve çayı yan sıradaki vatandaş içtiği için rahat yazıyorum.

Tünel için tek anlamadığım nokta vagonların karşılaşma noktasında geçişin neden soldan olduğuydu. Tünelden indiğimizde bu kadar insanla omuz omuza yaşamanın benim için dayanılmaz yükünden dolayı aptala dönmüştüm. Ama İstiklal caddesine çıkınca bunun başlangıç olduğunu anladım. Çünkü metrekare başına insan sayısı minibüsü aratır hale gelmişti. Üstelik bu insanlar bana göre çok gariptiler. Tabii ki onlara göre de ben gariptim. Örneğin ben bir genç kızımızın biyolojik olarak öyle bir favoriye sahip olamayacağını veya bir erkeğin çenesinde yıldız şeklinde sakal çıkamayacağını –yemin ederim doğru; sakal yıldız şeklinde kesilmemişti, dışarıya doğru çeneye dikey gerçek kıldan bir yıldızdı- düşünüyorum. Çiçek pasajına girdiğimizde ise caddeyi arar hale gelmiştim. İlk grup dört kişiydik ve en az dörder kolda dört kişinin koluna girip farklı yönlere çekiyordu. Doğal olarak en iyi en ucuz yemek oradaydı ve birazdan tamamen dolacağı için hemen oturmamız gerekiyordu. Pasajın iki tarafındaki (bu arada ben 44 yıllık hayatımda ilk defa Çiçek pasajına gittiğimi de söyleyeyim de artık girdiğim şoku daha iyi anlayın) lokantaların masaları orta yola çıkmıştı. O yolda bizim gibi müşteri adayları kollarında garsonlarımızla “Geeel!” bağırışları içerisinde garip hareketler ile mücadele ederken masalara da servis yapılıyordu. Ben bu kez bu karambolde en azından gripli birinin ağzından saçılan tükürüklerinin yemeğime geleceğini düşündüm ama bunu da söylemedim. Arkadaşlarım da benim kadar garip olduğundan çıktık. Nasıl çıkabildiğimizin ayrıntılarına girmeyeceğim.

Ülkede kriz varmış gerçekten

Diğer grup arkadaşlarımızla da buluştuğumuzda saat 21’e geliyordu ve biz nerede yemek yiyeceğimize karar verememiştik. Çünkü her yer inanılmaz doluydu. (Bu ülkede kriz var gerçekten.) Bir arkadaş yakınlarda Anadolu ev yemekleri yapan büyük bir yer olduğunu söyledi. Gittik, ora da izdihamdı ama kalkan bir müşterinin yerine biraz dekorasyonu değiştirerek oturabildik. Sivas yöresine özgü kesme çorbayı istedik. Gelen çorbanın sadece adı tutuyordu. Garsona -çorba ılıktı üstelik- “Biz de Anadolu kökenliyiz, bu çorbada bunlar olmaz” dedik. Sadece tebessüm etti. Sanırım içinden “bulduğuna şükret” diye geçirdi. Ben garsonun anlattığı diğer yöresel sıcak yemeklerin kötü olacağını (o yemekler kötü değil aslında, çorbaya bakıp ora kötü yapacağı için) tahmin ettiğimden sadece gözleme istedim. Diğer arkadaşlar hıngal, içli köfte vb. istediler. Gelen yemekler gerçekten kötüymüş ama en azından artık ılık değillerdi. Çünkü tamamen soğuk gelmişler. Benim gözlemem ise hiç değilse sıcaktı. Hesabı öderken bunu da söyledik. Bu sefer tebessüm de etmedi garson.

Lokantadan çıktığımızda yol iyice tıkanmıştı insan selinden. Ayrıca o kalabalığın durduk yerde halka oluşturup birbirlerine sarılarak iyice trafiği yürünmez hale getirişi de işin cabasıydı. Zor bela Taksim’e çıktık. Evimize döndük. Caddenin inanılmaz pisliğinden, açıkta satılan onlarca çeşit yiyecekten, özellikle türkü bar denilen yerlerden gelen türkü kavramına hakaret seslerin oluşturduğu inanılmaz kirlilikten bahsetmiyorum. Tabii bir de trafiğe kapalı olduğu iddia edilen bir caddede nasıl bu kadar araba var, onu da anlamadım. Oysa ki o arada bazı çok hoş küçük mekânlar gördüm. İnanır mısınız, en boş olanlar onlardı. Çok kitapçı gördüm. Hoşuma gitti ama onlara olan talep de yiyecek yerlerine göre çok azdı.

Sayın okurlar, ben belki biraz titizim, gerçekten biraz asosyalim ama çok da garip değilim. Bana göre gördüklerim garipti. Ve bu davranış, bu yaşam, bu ticaret biçimimizi kesinlikle kendimiz için değiştirmeliyiz. Bu son derece sıradan bir gündeki, sıradan etkinlikler içindeki davranış biçimlerimizi değiştiremediğimiz sürece kendimiz dışındaki kişi ve kurumları hiçbir konuda hiçbir gerekçe ile suçlamaya hakkımız olmadığını düşünüyorum.