Arzu, 1968 Fenomeni ve Şizofrenik Yolculuk

-
Aa
+
a
a
a

M. Mukadder Yakupoğlu

 

İnsan varlığı akılla arzunun, içgüdü ile zekanın ilişkisine dayanan karmaşık eylemlerle kendini ifade eder. Delilik bu ilişkinin bozulmasıdır.

 

XIX. yüzyıl psikiyatrisi deliliği betimlemek için iki kavram yaratmıştır: şizofreni ve paranoya. Bu kavramlar akıl veya bilinçlilik karşıtı olarak diyalektik bir düşünce biçiminin içine yerleştirilmişlerdir. Deliliğin bu karşıtlık içindeki yerine baktığımızda onun açıkça arzunun bir devinme tarzı olduğunu görüyoruz. Deliliği arzunun akılla savaşımı içindeki bir süreç olarak da görebiliriz. Bu savaşta akıl hep arzuyu erteleyen, onu olumsuzlaştıran bir mekanizma biçiminde etkinleşiyor.

 

Akıl evrende olup biten her şeyin arzu-dışı belirli kurallara bağlı olduğunu ileri sürer. Arzu tüm düzeni alt-üst etmektedir, çünkü kuralsızdır. Dünyada olup bitenler insan türü tarafından zoraki akılcılaştırılmıştır. Bunun nedeni, insan türünün arzuyu merkeze koyan bir oluşumu sürdürecek teçhizattan yoksun olmasıdır. Akıl arzunun yok edilme biçiminin çerçevesini çizer.

 

Delilik, arzunun aklın boyunduruğundan kurtarılması denemesidir, deneyimidir. Bu deneme birbirine tamamen zıt iki oluşuma yol açar: bunlardan olumlu olanı şizofreni, olumsuz olanı paranoyadır. Arzu şizofrenide özgürleşirken, paranoyada tutsaklaşmaktadır. Şizofrenik yolculuk bir yalnızlık deneyimiyken, paranoya kalabalıkların içindeki bir tutsaklıktır. Paranoya arzuyu aşkınlaştırarak, bireyin özgür arzusunu imha eder. Paranoya değişmez bütünsellikler, kategoriler yaratırken, şizofreni yalnızlığa, işkenceye yol açar.

 

Bireyleşme, arzunun şizofrenikleşmesi yoluyla gerçekleşir. Arzu bu süreçte bir işkence deneyimidir. Arzu acıya, acı arzuya dönüşmektedir. Nietzsche, Artaud, van Gogh şizofrenik arzularını eserlere dönüştürerek özgürleşmişlerdir.

 

Şizofreni bireyin tüm işkencesine rağmen yalnızlığını inatla sürdürmesinin, inatla toplumu hiçe saymasının sonucudur.

 

Psikiyatri ve onun uzantısı psikanaliz arzunun özgürlüğünü delilik olarak kodlandırmış ve arzuyu ailesel kodlamanın içinde imha etmeye çalışmışlardır. Foucault “Deliliğin Tarihi”nde  aklın delilikte ifadesini bulan arzuyu yok etme girişimini gözler önüne sermiştir.

 

XX. yüzyıl tarihi, paranoyak bütünlüklerin şizofrenik bireyleri yoketme girişimi olarak özetlenebilir. Bu yüzyılda şizofrenik başkaldırı en yoğun biçimiyle 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Bu başkaldırının köklerini XIX. yüzyılın dahi düşünürü Nietzsche’nin fikirlerinde buluyoruz. Nietzsche yığınsala karşı bireyin şizofrenik yolculuğunun ilk örneğini oluşturmuştur.

 

Şizofrenik yolculuk, arzunun ve özellikle varoluş arzusunun sınır tanımayan ve toplumsal olguları hiçe sayan ve gücünü kendi deviniminden alan bireysel bir yolculuktur. Bu yolculukta somutlaşan arzu, yalnızca toplumsalın sıradan, kodlanmış, sınırlandırılmış, güdük bir üyesi olmaktan çıkıp üstinsana ulaşma arzusudur.

 

Toplumun büyük bir çoğunluğu farkında olmasalar bile aklın egemenliği altında yaşarlar. Çünkü onların arzuları sistem tarafından kodlanmıştır. Bu kodlama sonucunda onların dile getirdikleri arzular aslında sistemin işlemesi için sistem tarafından  dayatılan sahte arzulardır. Kapitalist-teknolojik olarak nitelenebilecek bu sistemin dışı delilik nitelemesiyle kodlanmıştır. Bu delilik alanı içinde kalanlar paranoyak ve şizofrenik olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. Liderler, komutanlar, politikacılar, realist devrimciler, despotlar ve kapitalistler paranoyak, düşünürler, sanatçılar, yazarlar ve romantik devrimciler şizofrenik alanda yer alırlar.

 

Bu ayırımda dikkat ederseniz realist devrimcileri paranoyak bölümünde, romantik devrimcileri şizofrenik bölümde saydım. Bu ayırımı bir örnekle açıklamak istiyorum. Castro paranoyak bir devrimci olduğu için Küba’nın komünist diktatörü olarak başarılı olurken, Che Guevera şizofrenik bir devrimci olarak Bolivya dağlarındaki yolculuğu ölümle sona ermişti. Che Guevera Castro’nun verdiği bakanlık görevini kısa sürede bırakarak kendi şizofrenik yolculuğuna geri dönmüştür. 1968 kuşağının sembolü Che Guevera iken Castro bugünün baskıcı yığınsal zihniyetinin temsilcilerinden biri haline gelmiştir. Che Guevera olayını akılla ve Marksizm’in bilimselliğiyle açıklayamazsınız. Che Guevera arzunun özgürleşmesinin somut bir örneği olup bireyselin yığınsala tepkisinin doruk noktalarından birini oluşturmaktadır. Bizim romantik devrimcilerimiz Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan şizofrenik devrimciler olarak Nietzsche’nin üstinsan kavramı içinde değerlendirilmelidirler.

 

Şimdi şizofrenik yolculuk ile 68 başkaldırısı arasındaki bağlantıyı irdelemek istiyorum. Bunun için Nietzsche’ye bir kez daha dönüyorum. 1968 olaylarından önceki Batı dünyasına baktığımızda kapitalist-teknolojik sistemin toplumun ve kültürün unsurlarını tamamen kontrol altına alma yolunda büyük adımlar attığını görüyoruz. Bu kontrol rasyonel bir temele oturduğu için düzenin bir gereği gibi kabul görmeye başlamıştı. Bu boğucu atmosfer arzunun başkaldırısına yol açtı. Aslında Nietzsche daha önceden aklı ve bilinçliliği yaşamın amacı olarak görmenin tehlikeleri konusunda bizleri uyarmıştı: 

 

“Temel hata her zaman şudur: bilinçliliği bütünlüğü içinde yaşamın aracı ve özgünlüğü olarak anlamak yerine, onu ölçüt olarak, yaşamın en üst değer durumu olarak ortaya koyuyoruz. Bu bakış açısına uyan bütün filozoflar içgüdüsel olarak, tam bir bilinç, her olup bitenin yaşamına ve istencine bir tür katılma, bir “tin”, bir “Tanrı” tasarımlamaya yöneldiler. Oysa onlara, böylece varoluşun bir canavarlık haline geldiğini ve tam duyumsamanın varoluşun mahkum olmasını zorunlu kılan bir şey olacağını söylemek gerekiyor.” Nietzsche, 1987 sonbaharında yazdığı bir not.

 

Kapitalist- teknolojik gelişme insan varlığının bir üst aşamaya geçmesini engelleyen bir devinim olması 1968 olaylarının patlamasına neden olmuştur. Özellikle öğrenciler  eğitimin sisteme köleler yetiştirdiğini fark etmişlerdi. Zaten felsefe ve sanat bu köleliğe başkaldırmıştı ama bilim kapitalizmin en sadık uşağıydı çünkü bilimler için nesne ile varoluş arasında bir fark yoktu. Zaten insan bilimleri de insanı bir bellek haline dönüştürmüştü. Bu olguyu da Nietzsche daha önceden görmüştü:

 

İnsan kendine bir bellek yaratmayı zorunluluk olarak gördüğü zaman bu hiçbir zaman işkencesiz, kurbansız ve kansız olmamıştır; en korkunç soykırımlar ve en iğrenç bağlanmalar, en itici organ koparmalar, dinsel tüm tapınmaların en vahşi törenleri… Dünyada bir düşünürler topluluğu yetiştirmenin zorluklarını bir düşünün!” Nietzsche, Ahlakın soykütüğü

 

Ahlakın Soykütüğü’nde belirtilen bu tarihsel gerçeğe karşı Nietzsche varoluşsal arzusuyla karşı çıkmıştı ve insanlık tarihini sona erdirmek istemiştir. Nietzsche’nin üstinsanı tarihi yeniden, sıfırdan başlatacak bir varlıktır. Varoluşsal arzu şu anki kodlanmış, tutsak insanı yok etmek istemektedir. Böyle bir talep akıl ölçülerinde imkansızdır ama bize verilen gücün ve arzunun içinde bu imkansızlığı talep de vardır. Nietzsche’nin şizofrenisinin özü felsefesiyle tam olarak örtüşmektedir.

 

1968 fenomenine geri döndüğümüzde üç adın çevresinde dönen fikirlerle karşılaşıyoruz: Freud, Marx ve Nietzsche. 68’de Nietzsche felsefesi Freud’cu ve Marx’cı kodlamaları imha etmiştir. Che Guevera Lenin’in ve Marx’ın kuramlarını belki de okumadığı Nietzsche’ci bir imkansız arzuyla paramparça etmekte ve romantik diye adlandırılan şizofrenik bir devrimcilik yoluyla şizofrenik bir yolculuğa çıkmaktadır.

 

Bu dönemde özellikle Fransız felsefesinde Nietzsche’ci bir dönem başlamıştı. Bu dönem felsefenin son canlanışı oldu. Bu canlanış döneminde Deleuze ve Foucault belki de 1960’lı yılların ruhunu en iyi dile getiren düşünürler oldu.

 

Nietzsche niçin ve nasıl 68 fenomeninin ateşleyicisi olmuştur? Bunu anlamak için Freud’un “Uygarlığın huzursuzluğu”nda belirttiği temalara dönmemiz gerekiyor. Uygarlık arzunun bastırılmasını ve yüceltilerek faydalı etkinliklere dönüştürülmesini gerektirmektedir. Nitekim Freud’un kendisi de uygarlık adına arzunun bastırılarak Oidipuslaştırılmasını meşrulaştırmıştı. Deleuze-Guattari’nin Anti-Oidipus’u işte bu olguyu psikanalizin karşısına şizo-analizi koyarak ortadan kaldırma girişiminde bulunmaktadır. 1968’e gelindiğinde uygarlığın neden olduğu huzursuzluk tepe noktaya vurmuştu. Freud’un bilinçaltısı değil de Jung’un kolektif bilinçaltısı harekete geçmişti. Ama insanlık tarihinde ilk kez bir toplumsal hareket bireyselin yığınsala başkaldırısı biçiminde gerçekleşiyordu ve bu nedenle baştan başarısızlığı büyük bir başarı olarak yüceltiyordu. İlk kez bireysel arzu kolektif, kodlanmış arzuya başkaldırıyordu. Paranoyak bütünlükleri hiçe sayan şizofrenik bireysel

Friedrich Nietzsche (1844-1900)

arzunun görkemli bir gösterisiydi 1968 fenomeni. Bu fenomeni Nietzsche  tam 80 yıl önce betimliyordu:

 

“Birey yoktur, tür yoktur, özdeşlik yoktur, yalnızca yoğunluk yükselişleri ve düşüşleri vardır.”  “Kuramım şudur: güç istenci duygunun en ilkel biçimidir ve diğer bütün duygular bu gücün hazırlıklarından başka bir şey değillerdir. Aynı zamanda bireysel “mutluluk” teriminin yerine güç terimi koymak çok daha açıklayıcı olacaktır: birey her zaman daha büyük bir gücü arzular.” İlkbahar 1888

 

Anti-Oidipus’u baştan başa dolaşan şizofrenik arzu kapitalist düzenin Oidipus’laştırdığı güdük, kölesel arzusunu yok eden bu Nietzsche’ci diyonizyak arzudur. Bilindiği gibi Yunan mitolojisinde Diyonizos bir yer altı tanrısıdır ve Nietzsche arzunun yaratıcılığını bu terimle ifade etmektedir. Nietzsche insanlık tarihini sona erdirme talebinin aynısını 68 fenomeninde de bulabiliriz.

 

Ama insan türünün gerçeği başkadır. İnsan diğer canlılar gibi sürüler halinde yaşar. Durkheim’ın başını çektiği sosyologların yücelttikleri toplum kavramı insanın sürüsel yapısını değiştirmez. Çünkü toplum bireysel yaratıcılığı ve biricikliği ayıklamanın kendi sürekliliği açısından olmazsa olmaz kuralına göre işler. Ayıklama toplumsal yaşamın temel işlevidir. Nietzsche’nin ayıklanma üzerine düşüncelerini Deleuze-Guattari şu tümceler yoluyla dile getirmektedir:

“Nietzsche ayıklamanın çoğu zaman büyük sayının yararına etkili olduğunu söylediği zaman, modern düşünceyi esinlendirecek temel bir sezgiyi ortaya atmaktadır. Çünkü, büyük sayıların veya büyük kümelerin, onların biricik çizgilerini ortaya çıkaracak ayıklayıcı bir baskıdan önce varolmayıp, tam aksine biricikleri ezen, ortadan kaldıran veya düzene sokan bu ayıklayıcı baskıdan doğduklarını söylemek istemektedir. İşaretlemenin veya kaydetmenin ayıklayıcı süreci olarak “kültür” lehlerine etkili olduğu büyük sayıları yaratır.” Anti-Oidipus

 

Tam da kültür olarak yüceltilen olgu varoluşsal arzuyu hapsetmektedir. Arzu için şizofrenik kaçıştan başka bir yol kalmamaktadır. Anti-Oidipus bu açıdan kapitalizmi feodalizmden daha uygun bir sistem olarak görmektedir. Kapitalist moler yapı moleküler kaçış alanları yaratmaktadır. Nitekim 1968 başkaldırısını feodal bir düzende hayal etmek bile mümkün değildir.

 

Arzu nedir? Biyolojik açıdan baktığımız zaman arzunun canlı ile cansız varlıkları birbirlerinden ayıran unsur olduğunu görüyoruz. Spinoza’nın belirttiği gibi arzu varlığın içinde kalma arzusudur. Buradan özne ile nesne arasındaki ayırıma gidebiliriz. Özne arzuyken, nesne arzusuz varlıktır. Sartre’ın dediği gibi nesne her zaman aynıdır ama özne hep ileriye doğru bir atılımdır, bir projenin gerçekleşmesine yönelmiştir. Bergson bu arzuya yaratıcı atılım adını vermektedir.

 

XIX. yüzyıla kadar felsefe bir akıl ve sistem felsefesiyken bu yüzyılda özellikle Nietzsche yoluyla büyük bir kırılmaya maruz kalmış ve ikiye ayrılmıştır: sistem felsefesinin karşısına arzu felsefesi çıkmıştır. Nietzsche gençlik yapıtı “Trajedinin doğuşu”nda bu kırılmanın ilk sinyallerini vermiştir. Ölçü ve aklın tanrısı Apollon’un karşısına arzunun, aşırılığın tanrısı Diyonizos’u çıkarmıştır. Ve Nietzsche bu eserinden sonra hep Diyonizos’cu bir filozof olmuştur. Nietzsche Diyonizm fikrinde varoluşun çılgın, sınırsız aşk devinimini bulmuştur:

 

Yunan içgüdüsünün temel olgusu –onun “yaşama arzusu”- Diyonizm psikolojisinde, diyonizyak gizlerde ortaya çıkmaktadır. Yunan bu gizlerden hangi güvenceyi talep etmektedir? Sonsuz yaşamın, yaşamın sonsuz dönüşünün güvencesini; geçmiş tarafından vaat edilen ve kutsallaştırılan gelecek; ölümün ve değişimin ötesinde yaşamın yengin onamı; cinselliğin gizleri yoluyla insan türünün kolektif yaşamında gerçekleşen gerçek yaşam… Diyonizos ismi yaşamın en derin içgüdüsünün, yaşamın geleceğinin, yaşamın sonsuzluğunun dinsel anlamını –yaşama giden yolu, üreme eylemini- belirtiyor.” Trajedinin doğuşu.

 

Bu arzu insanın toplumsallaşması evresinde baskı altına alınmıştır. Toplumsal akıl arzuyu bilinçaltına itmiştir. Böylece arzu kendini sanatta, edebiyatta, mitolojide, devrimde ifade etmenin yollarını aramıştır. Bu yollar özgürlüğe giden yollardır. Ama bu yollar dikenli, yokuşlu, engebelidir. Çoğu zaman da insanın başladığı yere geri dönmesine neden olur. Geriye devrimin, aşkın nostaljisi kalır. 2004 yılının bu ilk günlerinde bizler 68 döneminin devrimini, aşkını nostaljik duygularla anıyoruz.

 

Henri Bergson (1859-1941)

Bergson “Ahlakın ve dinin iki kaynağı” adlı eserinde insanın diğer canlılar gibi içgüdüyle donandığını ama diğer canlılardan farklı olarak ona zekanın eklendiğini belirtmektedir. Zeka insanın ilerlemesini sağlarken, onda büyük krizlere neden olmaktadır. Bergson’a göre din zekanın açtığı yaraları iyileştirmeye yönelik bir içgüdüsel tepkidir. Buna karşın insan içgüdüyle değil zekasıyla toplumsallaşmak zorunda olduğunu görmüştür. Çünkü insan bir arının veya bir karıncanın aksine içgüdüsel olarak bencildir. İnsan zekasıyla içgüdülerine gem vurmak zorunda olduğunu fark etmiştir. Bu durum Freud’un belirttiği gibi insanı hastalıklı bir tür haline getirmiştir. Depresyon, paranoya, şizofreni bu hastalığın ana başlıklarıdır. İnsanda içgüdüyle zekanın birbirlerinin içine geçmesi sonucunda içgüdüsel arzu yaratıcı atılıma yani yaratıcı arzuya dönüşmüştür.

Sanat bu yaratıcı arzunun en yaygın sonucudur. Sanat her zaman paranoyak bütünlükleri parçalamaya yönelmiştir. Sanat harabeleriyle, oraya buraya dağılan heykelleriyle, sokak şarkıcılarıyla, sokak ressamlarıyla, gezegenimizin her tarafına yayılan röprodüksiyonlarıyla bireye arzunun devindirici, hayalleri ateşleyici gücünü anımsatmaktadır. Sanat her zaman köleleştirici sistemlere karşı bireyin yaratıcı arzusunu ifade etmesini sağlayan alan olmuştur. Bu nedenle sanat her zaman devrimcidir. Stalin diktatörlüğünün boğucu havasında Mayakovski’nin, Pasternak’ın şiirleri şizofrenik arzunun nasıl sanat yoluyla kendini ifade ettiğinin somut örnekleridir. Stalin katliamlarıyla canavarlık kategorisinde yerini alırken Mayakovski ve Pasternak varoluş arzusunun sembolleri olmuşlardır. “Doktor Jivago” totaliter rejimlere karşı bireysel varoluş arzusunun başkaldırısıdır. Diktatörler paranoyak, sanatçılar şizofreniktir. Arzunun işleyiş tarzı böyledir.

 

Sanatın içindeki paranoya nerededir yani paranoyak sanatçılar var mıdır? Paranoyanın merkezi televizyonlar ve gazetelerdir. Sanat bu araçlar yoluyla paranoyaklaşmaktadır. Sanatı ünlü olmanın, iktidara kavuşmanın aracı olarak kullananlar paranoyaktırlar. İbrahim Tatlıses, Michael Jackson, Madonna, Kylie Minogue, popstarlar paranoyaktırlar. Çünkü onlar moleküler, bireysel, şizofrenik yolculuk yerine moler, toplumsal bütünlükleri hedeflemişlerdir. Yığınsal yanları bireysel sanatçılıklarını yok etmiştir. Onlar aracılığıyla müziğin, cinselliğin yığınsal özellikleriyle karşılaşıyoruz.

 

İnsan varlığında arzu her zaman hastalıklı olmak zorundadır. Bu nedenle Anti-Oidipus, Freud’daki nörotik arzunun karşısında şizofrenik arzuyu dile getirmiştir. Arzunun mutlak özgürlüğü sadece mitoslarda dile getirilebilecek bir fanteziden öteye geçemez. İnsan türünde doğal düzen yoktur, onun yerine kırılgan bir kültürel düzen vardır. Bu düzen ekonomik ve cinsel gereksinimler olarak özetlenebilecek temel gereksinimler için optimum bir tatmin noktası, bir denge durumu yaratmayı hedefler. Bu düzen insan aklının bir eseridir. Bu açıdan bakıldığında bugün 1968 döneminden daha akılcı ve daha baskıcıdır ve hatta arzuyu yapaylaştırarak, sanallaştırarak yok etmeyi amaçlamaktadır. Baudrillard’ın simülakr kavramını bugün yaşadığımız olgu olarak yani arzunun simülakrı olarak da kullanabiliriz. Matrix filmlerinde dile getirilen felsefe budur. Akıl, düzen adına arzu yok edilmelidir. Arzu bir bilgisayar kaydı gibi cansızlaştırılmalıdır. Bu nedenle bugünkü uygarlık cansız, ölü bir uygarlıktır. 68 kuşağının bugünkü huzursuzluğunun ana nedeni budur. Arzu yok olmuştur ve bu nedenle devrim ve aşk yok olmuştur. Onların yerini yapay refah ve yapay seks almıştır.

 

Bugün olanlar temel gerçeği değiştirmez. Bu gerçek insanın varolma arzusunun toplumsal, ailesel, teknolojik kodlamalara karşı çıkacak bir güce sahip olduğudur. Bu arzu şizofrenik olduğu için kitlesel, yığınsal olayların görünür olduğu bugünkü dünyamızda hemen fark edilememektedir. Bu arzunun hemen fark edilememesi onun çok güçlü olduğu gerçeğini değiştiremez. Varoluşumuzu devindiren, sonsuzluğa ulaşmaya çalışan bu temel arzudur. Anti-Oidipus 30 yıl önceden arzunun kodlanmasına karşı bizi uyarmıştı. 68 kuşağı bu temel arzuyla hareket etmişti. Bugün bu arzu bizi şu an burada bir araya getiriyor.

 

Son olarak ülkemiz insanlarının arzularının nasıl tutsaklaştığından ve bu bağlamda Anti-Oidipus’un ülkemiz için neden önemli olduğundan söz etmek istiyorum.

 

Toplumumuz toplumsal, ailesel olarak aşırı kodlanmış bir toplumdur. Türk toplumu ve onun fikirsel devinimini sağlayan gruplar, kuruluşlar ve onların mensupları özgürlük olgusunu yanlış bir platforma taşımışlardır. Özgürlüğün toplumsal alanda, bireylerin arzularının özgürleşmesinden bağımsız olarak gerçekleştirilebileceği zannedilmektedir. Özgürlüğün önündeki en büyük engel, insan arzusu üzerindeki faşist kodlamadır. İşte bu faşist kodlama nedeniyle insanlar özgürlüğü talep ederken faşist bir organizasyonun içine düşmektedirler. Toplumumuzda, özgürlük hareketine katılan kişiler içlerindeki faşizmi korudukları için, iktidara taptıkları için arkalarından gelenleri de yeni bir kölelik sisteminin içine sürüklemektedirler.

 

Özgür fikirli olmadan özgürlüğü savunan bu kişiler savaştıkları faşistlerle aynı kafa yapısına daha doğrusu aynı kodlara sahiptir. Anti-Oidipus öncelikle bu yanlış özgürlükle savaşır. Hepimizi kodlardan kurtulmaya çağırır. Bu kodlardan ilki ailesel kodlamadır. Anne-baba-çocuk üçgeni içinde kodlanan birey daha sonra baba figürünü iktidar olarak toplumsal alana taşır. Bu figür Freud’un Sofokles’in trajedisinden günümüze aktardığı Oidipus figürüdür. Oidipus tüm iktidarları temsil eden evrensel bir figürdür. Baba her zaman her yerdedir.

 

Anti-Oidipus figürü şizofren Artaud’da somutlaşmaktadır. Yapıtı baştan başa dolaşan Artaud, anne-babasız daha doğrusu anne-babayı tanımayan, kabul etmeyen bir şizodur. Bu şizo, bir taraftan daha önceki sistemlerin kodlarını çözen, ama diğer taraftan bu kodları kendi ürettiği aksiyomlarla yeniden kodlamaya çalışan kapitalist sistemin marjinal bir üretimidir. Deleuze-Guattari’ye göre, kapitalist sistem zorunlu olarak kendinden kaçış yollarını da üretmektedir. Bu kaçış şizofrenidir. Şizofreni tüm kodlamaları reddeden bir süreçtir. Şizofreni bir hastalık değildir. Şizofrenik sürecin hastane tarafından kesilmesi hastalık nedenidir. Kesintiye uğratılmayan şizofrenik süreçler, Miller ve Lawrence örneğinde de olduğu gibi, özgürlüğün gerçekleşme süreçleridir. Şizofrenik süreç, arzu makinelerinin faşist baskıdan kurtularak çalıştıkları bir süreçtir. Şizo-analizin işi, bu şizofrenik sürecin kesilmesini önlemek ve arzu makinelerini çalıştırmaktır.

 

Anti-Oidipus, Descartes-Hegel çizgisindeki bilinç felsefesini reddetmektedir. Freud’un bilinç-bilinçaltı ikiliğinde her zaman bilincin üstünlüğü vardır. Bilinçaltının amacı her zaman bilince ulaşmaktır. Deleuze-Guattari’de bu olayın tam zıttı söz konusudur. Bilinç yoktur, arzunun kendisi olan bilinçaltı ve makineler vardır. Arzulayan makinelerin devinimi bir bilinçaltı devinimidir. Bilinç bir kodlamadır. Bu kodlama yoluyla bilinçaltı yok edilmek istenmektedir. İnsanlık tarihinin tutsaklığın, faşizmin tarihi olmasının nedeni bu kodlamanın her zaman var olmasıdır. Nietzsche’nin “Ahlakın soykütüğü”nde sözünü ettiği bellek oluşturma işlemi, bir bilinç oluşturma işlemi olup, insanları iktidarın uşakları haline getirme yöntemidir. Faşizm insan türünün evrensel bir boyutudur.

 

Anti-Oidipus felsefi bir yapıttır ve bu nedenle hedefi öncelikle varoluşsal özgürlüktür. Deleuze-Guattari sosyo-politik , sosyo-ekonomik özgürlüklerin insanın kendi içindeki faşizmi yok etmekten geçtiğini bilmektedirler. Bu nedenle Anti-Oidipus öncelikle bilinç adı altında oluşan faşist oluşumu yok etmeyi amaçlamaktadır. Deleuze-Guattari, faşizmin ilk işlemini, arzuyu bireysel bilince dönüştürerek, arzunun devrimci yapısını bilincin boyun eğici yapısına dönüştürmek olduğunu görmüşlerdi. İnsanlık tarihindeki bütün kodlamaların ve bunun sonucu bütün
ahlak sistemlerinin varoluşun sonsuz devinimini durdurduğunu, varlığı sıradan tutsak bir birime dönüştürdüğünü ilk fark eden Nietzsche’dir. Nietzsche tıpkı Don Kişot gibi bu oluşumlarla tek başına savaşmıştır. Anti-Oidipus bu savaşımın felsefi alanda başarıya ulaştığının bir göstergesidir. Felsefe özgürleşmiş ve tıpkı sanat gibi özgürlüğün gerçekleştiği bir alan haline gelmiştir. Bu özgürleşme sürecinde, Nietzsche’nin Fransız felsefesinde yaratıcı bir düşünce akımına yol açmasının önemli bir payı vardır. Felsefi yapıtlar artık varoluşumuzun bize sağladığı coşkuyla, sınır tanımadan gerçekleştirebileceğimiz yapıtlardır.

 

Ülkemizde yaşayan insanların en önemli ve en ivedi sorununun özgürlük olduğu açıktır. Hepimiz aşırı bir şekilde kodlanmaktayız. Bu kodlanmaya karşı çıkabilmek için, bireysel istencin ve Nietzsche’ci güç istencinin var olması gerekir. Bu istencin karşısında aile, akraba, din ve devlet kodlamaları vardır. Bu kodları imha etmek için arzu makinelerini çalıştırmalıyız.

 

İnsan türü kodlamasız varlığını sürdüremez. O halde arzunun özgürleşmesi insan türünü aşan bir devinimdir. İnsan kendini aşmak ve kendi türsel gerçeğini değiştirmek zorundadır. Arzunun özgürlüğünün ölümcül bir yolculuk olmasının nedeni bu zorunluluktur. Romantik devrimcilerin, gerçek sanatçıların ve gerçek yazarların hep ölümün kıyısında olmalarının nedeni de bu zorunluluktur.

 

Arzu ve onun türevi olan hayal ve tasarım sınırsız sayıda evreni ve varoluşsal yansımayı mümkün hale getirmektedir. Arzunun yaşam hücresini yıkmasını sağlayan yaratıcılığıyla bireysel oluşum sınırsız bir yükseliş olanağına kavuşmaktadır. Ne yazık ki insan türünün tarihi arzunun ve yaratıcılığın bastırılmasının tarihidir. Bunun nedeni insan türünün yığınsal yapısının yaratıcılığa değil de onun karşıtı şiddete açık olmasıdır. Ne yazık ki arzu devinimi ancak türe sırtını dönenlerin yakalayabildiği bir devinim olmaktadır. Bu nedenle insan türüne inanan ve onu temel alan hümanizm bir yerde mutlaka şiddetle buluşmaktadır. İnsan türünün yığınsal yapısı karşısında arzunun tür içinde özgürleşme şansı yoktur.

 

Böylece tarih ikiye ayrılmaktadır. Bir tarafta insan türünün ve dolayısıyla şiddetin tarihi, diğer tarafta bireylerde somutlaşan arzu deviniminin ve dolayısıyla yaratıcılığın tarihi. İnsan türü bu süreç içinde bireylerin yaratıcılığının ürünlerini kullanmış ama bu ürünler yığınsalın içinde şiddete dönüşmüştür. (Bilim adamlarının buluşlarının şiddet makinelerine dönüşmesinde olduğu gibi).

 

Arzunun yaratıcılık ve şiddet arasındaki konumunu belirleyen olgu varoluşun yaşamla kesişme noktasıdır. Bu kesişme noktası ya bir yaratıcılık eylemine, ya da bir şiddet eylemine yol açar. Arzu devinimi bir tür varoluş devimini olarak yaşamın ötesine geçen bir sonsuzluk devinimidir. Şiddet ise varoluşu yaşamın sonluluğu içine hapsetmek isteyen türsel bir tepkidir. İnsan türü varlığını diğer türlere şiddet uygulayarak koruyabilmiştir. Türe ait canlının türün yaşaması için kendi sonluluğunu türün sonsuzluğuna sunmasını gerektirmektedir. Bu olgu insan türünde alt grupların yaşaması için diğer alt gruplara şiddet uygulaması biçimine dönüşmüştür. Şiddetin kaynağı türsel ve grupsal tepkinin içindedir. Bireyin şiddetten nefret ederken kendini türsel veya grupsal eylem içinde şiddeti uygularken bulması tamamen türün yaşamının varoluşsal devinimi önleme çabasına dayanmaktadır.

 

Birey varolur, tür yaşar. Türün baskıcı, dayatıcı yaşamı bireysel varoluşların devinimini durdurmaya yöneliktir. Bu sebepten varoluş depresyon ve umutsuzluk biçimini alır. Kierkegaard’ın umutsuzluğun evrenselliği düşüncesi tüm anlamına burada kavuşmaktadır. Bireysel varoluşlar türün yığınsal tepkisiyle yavaşlarlar, dururlar, depresyonun karanlıklarında kendi özlerini bulmaya çalışırlar. Kierkegaard türsel aidiyetin karabasanını bireysel inanışın gözüpekliğiyle aşmaya çalıştı. Umutsuzluk türün kendi bireylerini sonluluğa mahkum ederek kendi sonsuzluğunu gerçekleştirme çabasından ileri gelmektedir. Türün yenilenmesinin hizmetinde olan savaşların bireyleri nasıl büyük umutsuzluklara sürüklediğinin düşünün. Kierkegaard bireyi inancıyla türün dışına çıkarmaya çalıştı. Birey türün bir üyesi olmaktan çıkarak yaratıcısıyla doğrudan karşı karşıya gelmektedir. Artık her türlü yaşamın ötesinde varoluş deviniminin biricikliği vardır. Bireyi yaratıcısıyla birleştiren inanç bir arzu devinimdir ve bireyi yaşamın sıradanlığından çıkararak varoluşuyla buluşturur.

(13 Ocak 2004 tarihinde İzmir’de K2 Sanat Merkezi’nde verilen konferanstan)