Albümlerinden nefret eden piyanist

-
Aa
+
a
a
a

Bu yaz İstanbul Jazz Festivali’nde, biri üçlüsüyle “Küba Jazz’ı Gecesi”, diğeri de Chick Corea düeti olmak üzere iki konser veren, son yılların en yetenekli müzisyenlerinden biri olan Kübalı piyanist Gonzalo Rubalcaba ile ilk konseri öncesi kuliste bir röportaj yaptım. Aslında ‘yaptık’ demek daha doğru olacak. Sadece ikimizin olacağını varsaydığım bu sohbette başkaları da vardı. Ama fena da olmadı. Katılanlar arasındaki İsrailli radyocu Danny Karpel, bu yazının son unda yer alan iki sorusuyla röportaja zenginlik kattı.

Gonzalo Rubalcaba tam zamanında içeriye girdiğinde, onun diğer cazcılardan –genelde Amerikalılardan- ne kadar farklı bir dış görünüşü olduğunu düşündüm. Sporla hatta belki vücut geliştirmeyle yakından ilgilendiğini sergileyen bir üçgen vücut ve abartısız ama bakımlı, tertemiz bir giyim... Bir saat sonra sahnede ise, çoğu zaman yaptığı gibi pantolonunun üstüne çıkardığı pırıl pırıl kolalı uzun beyaz gömleği…

Sizi ilk kez, caz tarihinin en güzel standartlarından birini, piyanoda yorumlarken dinledim. Doğaçlamadaki hakimiyetinize, kıvraklığınıza ve herşeyden önce şiirselliğinize tanık olduğum, Caravan’ın yorumuydu. Bu mükemmel yorumu duyduğum zaman, çıkardığınız tüm albümleri almaya karar vermiştim. Ama geçen sene basçı Charlie Haden’la çıkarmış olduğunuz “Nocturne” isimli albümünüz beni açıkçası epey şaşırttı. Bu albümde Meksika ve Küba boleroları çalıyorsunuz. Fakat, bu sefer parçaları, doğaçlamaya çok müsait yapıları olmasına rağmen, orijinallerine sadık kalarak çalıyorsunuz sanki. Neden böyle bir karar verdiniz bu albüm için?

Gonzalo Rubalcaba: Öncelikle armoniyi biraz değiştirdik, hatta bayağı değiştirdik bile diyebilirim. ‘Nocturne’de çaldığımız parçaların

orijinal halini pek bilen yoktur. Kendimize ilk sorduğumuz soru bu müzikle neler yapabileceğimizdi. Aslında hiçbir şeyi değiştirmesek bile orijinal halleriyle de çok güzeldi hepsi. Ama ben armonisini olduğu gibi değiştirmeye karar verdim. Amaç müzisyenlere doğaçlama yapabilmeleri için boşluklar bırakmaktı ve bu tip müzik değişikliğe açık bir müziktir.

(Tabii benim kastettiğim değişiklikler bu asgari değişiklikler değildi, benim aradığım tat, daha evvel sözünü ettiğim ‘Caravan’ veya ‘Besame Mucho’ hatta ‘Imagine’deki cesur, arayışlardan yorulmayan yorumuydu. Çok sevdiğimiz o melodileri aman zaman şöyle bir hissettiren, ama daha biz tadına varamadan uzaklaşan… çoğunlukla özlettirmek için elinden geleni yapan, nerdeyse acımasız diyebileceğim doğaçlamalarıydı)

Mesela bazı tarz müzikler, örneğin folklorik müzik hiç değişiklik kabul etmez, son derece kapalıdır. Ama ‘Nocturne’de müziklerini çaldığımız Meksikalı, Kübalı besteciler vizyonu olan, zamanlarının ötesinde müzisyenlerdi. Ve herkesin erişebileceği müzikler bestelediler. Herkes bu parçaları değişik bir armoni, melodi veya tempoda çalabilir. Charlie bir de keman koymak istedi gruba; bu onun fikriydi benim değil. Ben daha evvel Küba’da bolero çalan hiçbir grupta bunu görmemiştim. Başlangıçta bana çok garip geldi. Ama provalarda beraber çalmaya başlayınca çok hoşuma gitti doğrusu. Çok iyi dengelemişti müziği, keman mükemmel olmuştu.

Benim albümlerime gelince ben hiçbir zaman canlı çaldığım zamanlardaki kadar iyi çalamam stüdyo kayıtlarında. Stüdyoda çalmak benim için her zaman feci bir tecrübe olmuştur. Bir albüm çıkardığınızda önce onu stüdyoda kaydedersiniz ve sonra turnelere çıkarsınız. 2-3 ay turnede çaldıktan sonra o albümdeki parçaları stüdyodaki kaydından çok daha iyi çalmaya başlarsınız. Bu albümde de başımıza gelen bu oldu. Geçenlerde İstanbul’a gelip çaldığımızda (bu yıl 27 Nisan’da, İş Kuleleri’nde) ortaya çıkan müzik albümdekinden çok daha iyiydi. Ama yine de iyi bir albüm yaptık, romantik, adeta sihirli bir havası var. Fakat şu anda çaldığımız ‘Nocturne’ ile CD’deki ‘Nocturne’ü
kıyaslayamazsınız bile.  Şu anda bence çok farklı, çok daha iyi bir seviyede çalıyoruz artık… Tenor saksofoncu David Sanchez’i ele alalım mesela. Kendisi şu anda albümdekinden çok daha fazla bir özgüvenle çalıyor. Charlie de öyle... o da şimdi daha rahat çalıyor. Çünkü daha evvel bu müziğe aşina değildi. Bu parçalarla tanışması benim aracılığımla oldu. O albümü olması gerekenden çok daha erken bir zamanda yapmış olduk. Nocturne’ü aslında bir daha kaydetmeyi çok isterim, ama canlı olarak, stüdyoda değil. Bu haliyle hoş değil. Aslında sırf bu albümü değil, tüm albümlerimi aynı şekilde bir daha kaydetmek isterim. ‘Supernova’yı ele alalım mesela; bu gece çalacağım parçaların bulunduğu albüm. Bu albümden daha şimdiden nefret ediyorum. Üstelik bir de, konserden sonra bu beğenmediğim albümü dinleyiciler için imzalamak durumunda kalacağım.

(Açık sözlülüğünden ve dürüstlüğünden bahsetmiştim Rubalcaba’nın, ama şimdi siz açık sözlü olun lütfen, böyle bir itiraf beklemiş miydiniz?)

Bir yerde okuduğuma göre, solo piyano için klasik müzik bestelerinden oluşan bir albüm yapmayı planlıyormuşsunuz... ve şöyle diyorsunuz bu konuda: ‘Eserler 19 & 20’nci yüzyıl Kübalı bestecilere ait olacak... 2001 yılı böyle bir proje için iyi bir zamanlama... Bu aynı zamanda gerçekleştirmeyi çok istediğim bir misyon.’ Bu projeniz şimdi hangi safhada?

GR: Projenin üstünde çalışıyorum. Ama maalesef bu projeye başlayabilmek oldukça zor. Çünkü dünyanın çeşitli yerlerinde değişik kişilere verdiğim sözler var. Bunlardan vazgeçmek de olmaz. Bu nedenle prova yapmak, çalışmak için çok az zamanım var. Bu projeye başlamak herhalde bir yılımı daha alacak. Çünkü ortaya amatörce bir iş çıkarmak istemiyorum. Çok güzel bir müzik bu. Proje kapsamındaki parçalar,19’uncu yüzyılın sonlarıyla 20’nci yüzyılın başında yaşamış olan Kübalı çok usta bestecilerin sanat şaheserleri diyebilirim. Ve bu müzik Bartok, Stravinsky, Debussy gibi bestecilerin eserlerine eşdeğer bir müziktir, ama bu bestecileri tanıyan çok yoktur. Bu bizim müziğimiz; melodisiyle, sözleriyle... Amerika ve Avrupa etkileri de taşır. Ama ortaya çıkan eser Küba’ya özgüdür. Dolayısıyla bu müzikleri derleyip insanlara Küba piyanosu ile ilgili bir spektrum sunmak iyi bir fikir; sadece piyano için yazılmış eserler bunlar... Bir bakıma insanlar müziğin farklı bir dinamiğini duymuş olacaklar. Sadece Küba’dan da değil, Latin Amerika’dan... çünkü insanların aklına Küba müziği denince, Salsa, Celia Cruz, ne bileyim bunlar geliyor işte. Kübalılar dansetmeyi severler tabii, ama bazen düşünebilirler de, kararlar alırlar, yanlış yaparlar, ağlayabilirler, dans edebilirler... Ne bileyim, normal insanlar nasıl davranırlarsa öyle davranırlar işte. Aynı zamanda entelektüel sanat da yaparlar, dans, resim... İşte ‘Nocturne’ü önemli bir albüm olarak görmemiz de bu nedenle... çünkü insanlar bu albüm sayesinde Küba ve Meksika’nın başka bir yüzünü de görme imkanına kavuştular, sadece Mariachi, Pop veya Rock parçalarını dinlemekten yorulmuşlardı. Halbuki projemde söz konusu olan, eski zamanların müziği. Bazen soruyorlar, “Bolerolarla Amerikan standartları/ baladları arasındaki ilişki nedir?” diye. İki müzik de aynı, çünkü 50’lerde ve 60’larda Kübalı ve Amerikalı müzisyenler çok iç içelerdi. Bu sıkı iletişim her iki taraftan bazı unsurları müziklerinde kullanmalarına yol açtı. Sonuçta şu var: Baladlar Amerikan tarzı, bolerolar da çok Kübalı, ama nerdeyse aynı armoniler kullanılmış her iki tür müzikte de, fakat farklı bir yapıda... şarkı sözleri de aynı. Her iki taraf da “aşk”ı anlatır. Evrensel bir şey anlayacağınız.

(Rubalcaba, büyüdüğü toprakların müziğini ‘gerçek yüzü’ ile dünyaya tanıtmaya baş koymuş. Her soruya yaptığı gibi bunu da cevaplarken yüzünü bir ciddiyet kapladı... Ama bir şey daha var; projeyi elinde olmadan geciktirmenin verdiği sıkıntı... o da fark ediliyordu yüzünde.)

Bu festivalde iki konser vereceksiniz: Biri basçı Carlos Henriquez & davulcu Ignacio Berroa ile “Küba Jazz’ı Gecesi”, diğeri de Chick Corea ile bir piyano düeti. Her iki konserin programı hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz? “Küba Cazı Gecesi”nde ‘Nocturne’deki gibi orijinal Küba melodileri mi çalacaksınız yoksa kendi kompozisyonlarınızı mı? Ya Corea ile olan düetiniz... doğaçlama mı çalacaksınız?

GR: Chick Corea ile ilk düetimiz 1991 ve 92 yıllarına rastlar; Japonya’da ‘Fuji Dağı Caz Festivali’nde. Sonra başka nerelerde çaldık hatırlayamıyorum ama, geçen sene Avrupa’da, özellikle Almanya’da birlikte beş konserimiz oldu. Sonra Ekim veya Kasım’da iki gece New York’ta Blue Note’da çaldık. Chick’in 60’ıncı yaşgünü nedeniyle, eğer doğru hatırlıyorsam. Biz bu düetler için kolay bir yol seçtik. Zaten hiçbir şeyi komplike yapmak istemiyoruz, sahneye çıkıyoruz ve çalıyoruz… doğaçlama… spontane. Bazen iki veya üç parça seçiyoruz; mesela Monk’tan bir parça veya

Rubalcaba, Chick Corea

Ellington’dan. Konser sonunda mesela Chick’in popüler güzel parçası Spain’i çalıyoruz. Avrupa’daki programımızın burada aynısını mı yaparız, bilmiyorum, ama eğer yaparsak, akış şöyle oluyor: Önce iki, üç parçayı beraber çalıyoruz. Sonra ben tek başıma çalıyorum. Konserin ikinci yarısında ise bu defa Chick tek başına çalıyor, konserin sonuna doğru yine beraber çalıyoruz. Ve o zaman belki yine doğaçlama, belki ‘Spain’, belki başka bir şey çalarız, bilmiyorum.

(Burda keşke en sonunda ‘Caravan’ı çalsalar diye içimden geçirmiştim ve çaldı!)

Herbie Hancock gibi başka önemli piyanistlerle de düet yaptığınızı biliyorum. Konserden evvel beraber prova yapmak için zaman bulabiliyor musunuz? Ve böyle önemli piyanistlerle düet yapmak diğer formatlarda çalmayla –mesela trio’yla- kıyaslandığında ne gibi farklılıklar ortaya çıkıyor? Düet yapmak daha mı zor; değişik özellikler, yetenek, tecrübe mi gerektiriyor?

GR: Bilmem. Böyle bir teklif geldiğinde ilk baktığım şey benzerliklerimizin olup olmadığıdır. Eğer benzer şeyleri paylaşmıyorsak teklifi kabul etmem. Ama 1-1,5 saat sahnede beraber çalacak kadar bir benzerlik bulursam, o zaman tamam, yaparım. Benzerlikten kastim de sadece müzikal açıdan değil, insani yönden bir benzerlikten de bahsediyorum; kimyasal bir benzerlik, yoksa olmaz. Bir de ben yarıştan falan hazzetmem. Bazen konsere gelenler bunu bir yarışma gibi görüyorlar. Oysa bu bir yolculuk. Sanırım biz Chick’le bu ruh beraberliğini Almanya’da bulduk ve konser bittiğinde Chick çok memnun kalmıştı. Bir nevi kendimizi aştık…çok rahattık… yaptığımızdan emindik ve insanlar çok sevdi.

Amerika’daki ilk konserinizi 1993 yılında Lincoln Center’da basçı Ron Carter’la beraber verdiniz sanıyorum. O konserde harikalar yarattığınızı okudum ve sonraları adınızın geçtiği hemen her yerde bu başarılı performanstan hep bahsedildi. Kariyerinizde çığır açan bu konserle ilgili neler söyleyeceksiniz?

GR: ‘Şımarık biri’ izlenimini bırakmak istemem ama bir şey söylemek istiyorum: İnsanların sizi ve müziğinizi bilmesi, tanıması çok hoş bir şey. Fakat, bu tarz bir popülarite ve üne ben çok önem vermem. Önem verdiğim tek şey yanlışlarımı düzeltebilmektir.

Rubalcaba'yı ilk rahmetli Dizzy tanıtmıştı.

Ama o konser sayesinde ilk kez Amerika’da tanındınız.

GR: Evet, ama Amerika’da. Amerika’yı bilirsiniz, herşey kocamandır. Bazen kocaman ve iyi, ama bazen de kocaman ve kötü. Ama elbette benim için çok güzel ve önemli bir andı. Çünkü o sayede dünyanın dört bir yanındaki insanlar müziğimi ve ismimi duydular ve benimle irtibata geçtiler. Ondan önce ise Dizzy Gillespie ve Charlie Haden benim için çok uğraştılar. Dünya çapında hem de, insanlara beni anlattılar; önce Dizzy...

Dizzy benim müthiş reklamımı yaptı. Sonra da Charlie. Küba’daki bir konserimi kaydetmiş ve New York‘taki Blue Note ofisindeki insanlara dinletmişti. Sonra onları, beni dinlemeleri için Küba’ya gelmeye ve akabinde de benle bir kontrat yapmaları için ikna etti. Bunu hiç unutmayacağım. Bazen şu da olabiliyor: İsmin acayip büyüyebiliyor ama isminle müziğin aynı seviyede olmayabiliyor. Her zaman ün ve popülaritenin, yaptığın müziğe bağlı olmadığını söylerim. Bu başka şeylere de bağlıdır. Sonuçta iyi bir promosyonla beraber iyi bir müzik de lazım. Daha ileri gidersek, benle çalan müzisyenlerin de iyi olması gerekir. Çünkü onlar için de epey para ödüyorum.

Benim sorularım için çaldığım zamana artık burada haklı olarak müdahale edildi. Zaman daraldığından bir sonraki soru soruldu bekletmeden: “Parçalarınızı dinleyiciye göre mi seçersiniz yoksa ne istiyorsanız onu mu çalarsınız?” Bu soru sahibinin ağzından çıkar çıkmaz, Rubalcaba’nın yaramaz bir çocuğu andıran çilli yüzü asıldı. Adeta “Böyle bir soruyu bana nasıl sorarsanız, cevap sizce belli değil mi?” der gibiydi ifadesi. Sert diyebileceğim bir tonla cevabını verdi:

GR: Ben her zaman, hiçbir ödün vermeden ne istersem onu çalarım. Belki de benim problemim bu. Bana kim veya hangi şirket, ne derse desin -şunu yaparsan plakların daha iyi satar gibisinden tavsiyeler de dahil- ben yine de kendi bildiğimi yaparım. Benim için en önemli şey müzikte dürüst olmaktır. Eğer çaldığınıza inanmazsanız, sizi dinlemek için konserinize gelenleri de ikna edemezsiniz. Benim çaldıklarımı beğenip beğenmemek size kalmıştır. Ama bir şeyi göz ardı edemezsiniz: Ben ne yaparsam kaliteli yaparım. Çünkü iyi olan şeyle sizin beğendiğiniz şey arasında bir ilişki yoktur. Muazzam bir sanat eseridir belki ama siz sevmeyebilirsiniz. Bu mümkündür. Kısaca çalarken, bestelerken, programıma veya albümüme parça seçerken veya prova yaparken, ne olursa olsun her zaman beni mutlu edeni, bana daha da büyüyebilmem için fırsat veren müziği seçmişimdir her zaman. Hiç ödün vermeden. Geleneklere çok saygım vardır. Ben geleneksel Küba müziği ile hep iç içe olmuş bir aileden geliyorum ve bundan çok memnunum. Çok şanslıyım çünkü büyürken hep iyi müzisyenler ve iyi müzikler dinledim. Her tarz kaliteli Küba müziği dinleme şansım oldu; dans, foklor ve diğer türleri... O zamanlar 4-7 yaşlarında bunun ne kadar önemli olduğunu idrak edememiştim ama 17-20 yaşıma gelince ne kadar kuvvetli bir müzikal altyapım olduğunu fark ettim. Her stildeki Küba müziğini, tüm geleneksel kompozisyonları çalabildiğim gibi başka mü zikler de bana yabancı gelmiyordu; caz ve klasik müzik gibi.

Gonzalo Rubalcaba

Ailemden de çok önemli dersler aldığımı söyleyebilirim. Çaldığım müziğe dürüstçe yaklaşmayı ve moda akımlara itibar etmemeyi onlardan öğrendim. Bir nevi kız arkadaşını veya evleneceğin kızı seçerken yaptığın gibi. Seni olduğun gibi sevmeleri gerekir. Çünkü başkasına kendini beğendirmek için değişemezsin. Sen sensindir çünkü. İşte, ben de buyum!

Konu açılmışken..evli misiniz?

GR: Evet 17 yıldır ve 3 çocuğum var.

Yıllar evvel ilk dünyaya açıldığınızdaki gencecik piyanistle şimdiki usta arasında ne gibi farklar var? Gonzalo Rubalcaba, bu konumuna gelirken hangi evrelerden geçti?

GR: Her zaman pek çok seçeneği olan insan, az seçeneği olandan daha iyidir, derim. İlk yıllardaki en büyük problemlerimden biri çok teknik bir şekilde çalmamdı. Çünkü çok kuvvetli bir okulda eğitimimi almıştım ve müzik benim için müthiş bir tutkuydu. 17-18 yaşındaysanız, sizi dinleyenlere neler yapabileceğinizi göstermek, bir nevi ustalığınızı kanıtlamak istersiniz. Bu normaldir. Benim, o günden bugüne, yani 12-15 yıl boyunca öğrendiğim en önemli şey tüm bildiklerimi, tecrübemi nasıl dengeli bir şekilde kullanacağım olmuştur. Soğukkanlı bir şekilde, kendine güvenerek, zamanım olduğunu idrak ederek... Böyle yaparsanız, kendinizi de iyi hissedersiniz. Çünkü artık “bir şeyler kanıtlama” endişesinden kurtulmuş, “bir şeyler verme” aşamasına gelmişsinizdir. Sanırım geçtiğim esas evre bu olmuştur.

Başka bir piyanistle düet yaparken izleyicilerin fark etmediği, sadece piyanoyu çalan o iki kişinin arasında geçen ve sadece onların hissettiği hangi anlar vardır? Bunları –özellikle Chick Corea ile sizin aranızda olanları- bizimle paylaşabilir misiniz?

GR: Her zaman böyle şeyler olur. Tek bizim bildiğimiz şeyler... bilemiyorum... bilemiyorum. Chick komik biridir. En heyecanlısı, sahnede ne olacağını hiçbir zaman kestiremememizdir. Dolayısıyla kendimizi hep yeni bir şeyler beklerken buluruz. Bazen sinirli oluruz, bazen de çok heyecanlı. Hiçbir zaman ne yapacağımızı bilmeyiz. Ama her zaman bir şey olur. Bitirdiğimizde, bir kapı kapanmış olur ve sonraki konser tamamen farklı bir yolculuğa başlangıçtır artık. Sanırım ben Chick’i, Chick de beni kamçılıyor. Bu da beraber çalmamız için en güçlü neden. Yaptığımız şey, sürekli birbirimize yeni bir şey vermek ve verdiğimize cevap beklemek… Durmadan böyle bir oyun oynuyoruz sahnede. İzleyenleri bilmem ama biz çok eğleniyoruz. Ama sanırım onlar da eğleniyor. Sahnede herşey net ve tertemiz olunca onlar da bizim bu havamıza, duygularımıza ortak olabiliyorlar. Bu işin bir parçası oluyor hatta katkıda bulunuyorlar. Sanırım Chick Corea da benim gibi düşünüyor çünkü bazen bu konuda konuşuruz. Onu henüz burada görmedim. Sanırım bu akşamüstü ben trio’mla ‘soundcheck’ yaparken geldi. Son çaldığımızda ise geçen yıl Kasım ayıydı. O tarihten beri ne çaldık ne de prova yaptık onunla. Konserden evvel yarın öğleden sonra biraz çalarız herhalde.

Yazımın başında bahsettiğim İsrailli radyocu Danny Karpel’in sorduğu bu iki soruyla Gonzalo Rubalcaba’nın bizlere ayırdığı yarım saat dolmuştu. Sempatik piyanistten bu kadar kısa sürede ayrılmak açıkçası hiç tatmin edici değildi. Laf olsun diye konuşan biri değildi Rubalcaba... Hemen her Kübalı gibi çok iyi eğitim görmüş, müzik dışında da bir sürü ilgi alanı olduğu her hali nden belli ilginç biriydi. Ama çok da karalar bağlamamak lazımdı. Ne de olsa bizi Gonzalo’lu iki muhteşem gün daha bekliyordu ve tahminlerimde yanılmadım... Bu yılki İstanbul Caz Festivali’ndeki ‘En Muhteşem Konser Özel Ödülümü’, Esbjörn Svensson Trio ile paylaşan Gonzalo Rubalcaba oldu!