6-7 Eylül Belgeseli III. Bölüm

-
Aa
+
a
a
a

III. Bölüm

 

Dinlemek için:

 

1.

2.

 

İndirmek için:

 

1. mp3, 25 Mb.

2. mp3, 20 Mb.

 

6-7 Eylül Belgeseli I. Bölüm'ü okumak için tıklayın.  6-7 Eylül Belgeseli II. Bölüm 'ü okumak için tıklayın. 6-7 Eylül Fotoğrafları

 

Ömer Madra: Olaylar bu şekilde başladı, bir hayli iç içe geçmiş halkalar halinde, düzenlendiği, planlandığı adamakıllı ortada. Hem Başbakan Adnan Menderes hem de Cumhurbaşkanı Celal Bayar olayların başladığı gün İstanbul’dalar aslında değil mi?

 

Hükümet liderlerinin büyük oranda saldırıların hazırlanmasında payı olduğuna dair yürütülen tahminler, özellikle bu kişilerin saldırıların başında vermiş oldukları tepkiye de dayandırılmaktadır. 6 Eylül 1955 akşamı Adnan Menderes ve Celal Bayar, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldılar. 6/7 Eylül’deki olaylar daha akşam 19.00’da, yıkıcı niteliğini ortaya koymuştu; hatta Menderes, eylemleri Taksim Meydanında arabasının içinden izlemişti.[1] Yine de iki devlet adamı, herhangi bir müdahalede bulunmadan, Ankara yolculuklarına devam ettiler.[2]

 

 

Dilek Güven: Daha sonra olaylar çok fazla genişleyince Ankara yolundan geri dönülüyor İstanbul’a. Orada ilginç bir durum var, mesela tutuklu Demokrat Parti üyeleri “bize ‘sadece İstiklal Caddesi’nde bir kaç Rum’un dükkânının camını aşağı indireceğiz ve başka bir şey olmayacak’ dendi” diyorlar. Yani burada farklı devlet katmanlarını bir arada görüyoruz ve burada birbirinden habersiz çalışan mekanizmalar da var.

 

“İstanbul Eski Levazım Müdürü İsmail Tançelik 6-7 Eylül hadiseleri hakkında bildiklerini şöyle anlattı:

 

‘Efendim müsaade buyurursanız, sene 1955, Eylül’ün 7inci günü, saat 14.30 raddelerinde, Vali Konağı’na gittim. Bir gün evvelki hadiselerden dolayı konakta herhangi bir zarar tevellüt edip etmediğini sordum. Bunları takiben dışarıya çıktık. Gökay(İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay) çok yorgundu, bitkin bir durumu vardı ve hiç konuşmuyordu. Tam Karaköy Meydanı’nda iken trafik dolayısıyla araba durdu, solda nazarı dikkatimi celbeden bir husus oldu. İki otomobil devrilmiş vaziyette, yani altı üstüne gelmiş ve tahrip edilmiş vaziyette duruyordu, arabaların birisinin rengi mavi idi. Döndüm Gökay’a dedim ki ‘beyefendi görüyor musunuz, ne yazık dedim’ Gökay, o yorgunluğun içinde olan o zat birdenbire canlandı, dışarıya baktı ve bana hitaben .......ler (kayıtlarda burası sansürlenmiş), tertiplediler, yaktılar, yıktılar ve şimdi de kurban arıyorlar’ dedi.”[3]

 

DG: Hükümet belki bu derecede olacağından haberdar değildi, fakat devletin bazı başka organlarının bundan haberdar olmuş olma ihtimalleri yüksek. Çünkü sonuçta 30-40 kişilik bu kadar grubu İstanbul’un her tarafına dağıtırsanız ve belirli yerler işaretlenirse, olayların bu çapta olabileceği tahmin edilebilir.

 

“Hadise sırasında Başvekalet Emir Subayı bulunan Binbaşı Hayrettin Sümer’in dinlenmesine geçildi: “Hadisenin nasıl cereyan ettiğini öğrenmek için konuşmalar yaptım. ...’nun orada bulunan arkadaşlara şunu söylediğini duydum ‘yapın dedik, yapın dediysek, böyle mi olsun dedik’ şeklinde. Türk milletine vur dersen öldürür zaten.” [4]

 

DG: O zaman olayların nedenine geleceğiz, bu azınlıkları göçe sevk etmek veya bir ulus kurduktan sonra azınlıklara geliştirilen politikaların devamı olarak görülürse 6-7 Eylül olayları, belki orada biraz daha tahribatın büyüklüğüne açıklık getirebiliriz diye düşünüyorum. Olayı sadece Rumlara karşı veya Kıbrıs politikası nedeniyle yapılmış bir hareket olarak göremiyoruz.

 

ÖM: Bu da kitabınızdan çıkan önemli tespitlerden bir tanesi. Yani birdenbire Kıbrıs’taki olayların gelişmesine karşı duyulan ani bir galeyan sonunda değil, genel bir kitabın temel tezlerinden biri olan, tarihi epey gerilere kadar götürüp daha saf, gayrimüslimlerden arındırılmış bir ülke yaratma çabasının da bir uzantısı olduğu sonucu çıkıyor.

 

DG: Osmanlı Devleti’nden sonra veya 1918 Lozan veya Paris anlaşmalarından sonra, sadece aslında Türkiye değil bir çok ülkede, homojen ulus devletler kurulmaya çalışıldı. Fakat çok uluslu imparatorluklardan dağılmış ülkeler için bu aslında imkânsız bir şey. Yani bu sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını alan T.C. değil, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veya Rusya için de geçerli. Bu ülkeler kurulduğu zaman genelde sadece belirli bir grup kendini devlet olarak görüyor, diğer insanları da azınlık olarak görüyor. 1920’den evvel Bulgarların, Sırpların veya Yunanlıların bir devlet kurmuş olması, 1920’den sonra da tekrar kendi devletleri içinde azınlıklara bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. T.C.’de de “acaba herhangi bir şekilde bu azınlıklar başka bir ülke ile işbirliği yapıp devlete karşı bir hainlik yapabilirler mi?” endişesi vardı. 1920’den evvel kendi açılarından bakılacak olursa, bunun için gerekçeleri olmuş olsa bile 1920’den sonra aslında bu durum için bir sebep yok, fakat devlet elitinde o paranoya devam ediyor. Özellikle 1940’lardan kalma bir rapor var elimizde, bu raporda “Anadolu’da artık gayrimüslimler azaldı, Rumlar yok, fakat özellikle İstanbul’da Rumların oranı çok yüksek ve Yunanistan’la bir kooperasyon yapabilirler, bir şekilde işbirliğine girilebilir” diye söylüyor. “Onların sayısı azaltılmalı” diye bir rapor var elimizde. Aynı şey Ermeniler için de söyleniyor fakat özellikle Rumlar daha büyük tehlike olarak görülüyor, bir de Patrikhane de olduğu için tabii daha büyük bir tehdit olarak algılanıyor. Bu oranlara göre devletin veya devlet elitinin bir politikası var ve bu Demokrat Parti döneminde de değişmiyor.

 

Avi Haligua: Azınlıkların, Adnan Menderes’in iktidara gelişinde az önce de bahsedildiği gibi ciddi bir payı var, CHP’den büyük bir korku vardı azınlıklarda. CHP’nin daha önce uyguladığı bazı politikalar dolayısıyla.

 

DG: Bir de CHP’nin 1920’lerden beri bir politikası var, 20’lerde dilin Türkçeleştirilmesi, zorunlu dil olarak kılınması, “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyaları, azınlıklara olan baskılar ve tabii ki ekonominin Türkleşmesi. Mesela çok ilginçtir, 1934 Trakya olayları var, yani Yahudilerin Çanakkale ve etrafından İstanbul’a göç ettirilmesi, 6-7 Eylül’le çok benzerlikleri vardır. Yahudilerin dükkânları yağmalanıyor ve kendi isteği ile göç ediyor İstanbul’a Yahudiler. 1929 ile 34 arasında Anadolu’da yaşayan Ermeniler var ve Amerikan raporlarına birden şöyle haberler geliyor, “buradaki Ermeniler Suriye’ye göç ediyor, neden?” diye soruluyor. Buna mecbur eden bir inisiyatif mi var? Genelde “hayır” deniyor fakat orada da mesela köylerde ajanlar gönderilip gitmelerinin daha iyi olduğu telkin ediliyor. Veya Sivas’taki Ermenilerin Sivas sınırlarından çıkması yasaklanıyor ve böylece ticaret yapan Ermeniler ticaretlerini devam ettiremedikleri için göç etmek zorunda kalıyorlar. Direk olarak göç edin diye bir teşvik yok, fakat bazı enstrümanlar var bunu yapabilmek için. O köylere 1930’ların başında göçmen yerleştiriliyor Bulgaristan’dan. Fakat Ermeniler Anadolu’da göçmenlerle de iyi anlaşınca trene bindirilip İstanbul’a geçirtiliyor. Gerçekten gayrimüslimleri büyük şehirlerde veya en son İstanbul’da toplama mekanizması var. 1955 olaylarından sonra da İstanbul’dan da göç ettirme politikası var, çünkü 1955’den sonra da göç dalgaları yaşanıyor. Mesela 1955-56’da sadece Rumlardan 5 bin kişi ayrılıyor İstanbul’dan, bu oranda da geç nüfus çok fazla. 1955-63 arasında 70 bin Hıristiyan ayrılıyor Türkiye’den.

 

Saldırıların hemen akabinde, gayrimüslimler sıkça sözlü olarak da taciz edildiler.[5] Çanakkale’deki anti-semitist bildiriler, İstanbul’daki Yahudilerin evlerine ‘gamalı haç’ların çizilmesi ve 1955 yılının Kasım ayında yeni anti-semitist yayınların[6] çıkması, Hahambaşı Rafael Saban’ın İstanbul Valisi’ni resmî düzeyde protesto etmesine dahi neden oldu.[7]

 

DG: Bir de tabii ki 20’lerde, 30’larda söz ettiğimiz ekonomiyi Türkleştirme olayı 1950’lerde de devam ediyor. Ticaret Odası’nın idare meclisine baktığımızda 1955’de %10 gayrimüslim, olaylardan sonra 62’de %6’ya düşüyor. 1965’te %4 ve 62’de %6’lık oranda da Rum ve Ermeniler yok artık Ticaret Odası’nda. Yahudiler de en az korkulan veya en az tehditkâr olan gruptur. Yani devlette böyle bir oran belirtisi var, hem yoğunluk, hem de bir azınlık ne kadar tehditkâr olarak hissediliyor olabilir diye. Burada olaylardan dolayı hem göç ettirme hem de ekonomiyi Türkleştirme çabasını görüyoruz. Hemen olaylardan sonra gayrimüslimlerin çektikleri paralar dışarıya transfer ettirilmiyor, bunu haber yapan gazeteler de polis takibine alınıyor. Yani burada amaç, evet gayrimüslimler evlerini, dükkânlarını ellerinden çıkartsınlar fakat para burada kalsın. Ancak belirli bir süre sonra paranın çıkmasına izin veriliyor, hatta raporlarda da belirtiliyor, hemen olaylardan 2-3 hafta sonra bir sürü dükkânı el değiştirmiş olarak görüyoruz. Çünkü bundan 10 sene evvel bir Varlık Vergisi yaşanmış, 6-7 Eylül olayları da azınlıklar tarafından son darbe olarak görülüyor.

 

ÖM: Burada bir de çok önemle üstünde durulan bir konu da şu; Geleneksel İngiliz parmağı meselesi yine karşımıza çıkıyor burada. Çok büyük baskı yaptıkları da biliniyor Kıbrıs’la ilgili Londra konferansı sırasında. Bu İngiliz meselesi nedir?

 

DG: Türkiye’nin özellikle tarihle yüzleşmesinde bu dış mihraklar hep önemlidir ve ne yazık ki olaylar hep bu bağlamda görünür. Ama bu olaylarda da gerçekten bir dış  devletin parmağı da var. Sizin söylediğiniz gibi olaylar çıkmadan bir sene evvel 1954’te İngiliz Büyükelçiliği’nden Atina’dan, İngiltere Dışişleri’ne bir mektup gidiyor, o mektupta da “Yunanlılarla Türklerin arası bu ara çok iyi gidiyor, ama aslında Atatürk’ün doğduğu evde herhangi bir şey olsa, bu sadece bir slogan yazma veya bir graffiti bile olsa ortalık karışır” diye bir rapor gidiyor. Çok ilginçtir ki, bir sene sonra gerçekten de 6-7 Eylül olaylarının başlamasında böyle bir gerekçe var. 1950’lerin başında Türkiye Kıbrıs konusuda pasif, Kıbrıs İngiltere’nin sömürgesi ve Rumlar tarafından silahlı saldırı var İngilizlere, çünkü Kıbrıs’ta Rum kesim, Enosis, Yunanistan’la birleşme istiyor. İngiliz Dışişleri arşivindeki raporlarda, özellikle, “acaba Türkleri bu konudaki pasifliğinden nasıl kurtarabiliriz?” diye bir cümle bile var. “Olay daha fazla Türkiye ve Yunanistan arasında bir sorun olarak da yansır ve İngiltere-Yunanistan arasında bir sorun olarak görülmez” diye mektuplaşmalar görüyoruz. Çünkü Kıbrıs’ta da bir Türk azınlık var, o yüzden Türkiye’nin Kıbrıs meselesini daha fazla sahiplenmesi gerektiği düşünülüyor İngiltere’de. Bu vesile ile Londra Konferansı yapılıyor. Olaylardan 15 gün evvel, ilk defa üç ülke bir araya geliyor, Ağustos 1955’te Kıbrıs konusunda uluslararası bir konferansta. Hatta Yunan diplomatlar daha sonra bunu yaptıklarına çok pişman oluyorlar, yani bu konferansla birlikte Türkiye ilk defa uluslararası platformda Kıbrıs’a sahip çıkar konumuna geliyor. İngiliz politikacılarının anılarına baktığımızda, bu Londra Konferansı sadece Türkiye’yi bu işin içine çekebilmek için yapılmıştır. Yani Kıbrıs sorununa bir çözüm getirmek için değil. Yunanistan bir ay sonra Ekim’in başında Kıbrıs mevzusunu BM’ye götürmek istiyor. BM’de bu olay konu haline geldiği zaman, bu uluslararası bir mesele haline gelecektir demektir ve İngiltere’nin hedefi bunu önlemek. Özellikle Yunanistan Amerika’dan da bu konuda destek alıyor ve olaylardan daha evvel İngiliz arşivlerinden, İngiliz diplomatlarından şunu da öğreniyoruz; “Türkiye’de Rumlara karşı bir kaç olay çıksa bizim için ne kadar olumlu olur” veya “Kıbrıs’ta Türkler var ama Türklerin elinde de Rum azınlık var’” gibi söylemler var. Olaylardan sonra da İngiliz Dışişleri’nde bir parti havası var, “göze göz, dişe diş” lafı geçiyor, nasıl Rumlar bize saldırıyorsa, Türkler de işte oradaki Rumlara saldırıyor diye. Burada büyük bir ihtimalle İngiltere’nin Menderes ve Zorlu’ya, özellikle konferans sırasında Zorlu’ya “mümkün olduğu kadar Yunanlılara çok sert bir çıkış yapın!” telkini vardır. Hatta Yunanlılar o konferansta çok şaşırır, bugüne kadar bu kadar ılımlı olan Türk hükümeti nasıl olur da konferansta bu kadar sert olabiliyor diye, “Kıbrıs olayı çözülmezse Lozan Anlaşması’nı da biz bir şekilde bozarız” gibi bir söz kullanabiliyor Zorlu.

 

AH: Adnan Menderes de galiba, “artık Lozan’ın zamanı geçmeye başladı, Kıbrıs, vs.” diye ilerleyebileceğini söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam.

 

DG: Bir gün evvel de Liman Lkantası’nda var. Gerçekten olaylardan sonra Amerika Yunanistan’ı desteklemiyor, hatta bu işlerle ilgilenen İngiliz diplomatlardan, Amerika’dan tekrar haberler geliyor, “tebrikler, başardık, Amerika Yunanistan’ı desteklemiyor”. Yani bu konuda bir şekilde İngiltere hükümetinden bir baskı, bir telkin olabilir diye düşünebiliriz.

 

ÖM: İngiliz parmağını yok saymak hiçbir uluslararası gelişmede kolay değil bilebildiğimiz kadarıyla. Bir de Fatih Rüştü Zorlu’nun bir gizli genelgesi var, hatta Hikmet Bil anlatıyor galiba?

 

DG: Genelge değil telgraf.

 

ÖM: Evet pardon öyle.

 

DG: Bu Londra’dan gelen uzun bir telgraf, sonu da mealen şöyle bitiyor “biz burada elimizden geleni yapıyoruz, fakat Türkiye kamuoyundan gelecek bir destek, bizim işimize yarar.” Daha sonra da bu telgraf olayların başlangıcı olarak nitelendirildi çünkü Hikmet Bil ile Adnan Menderes arasında arabada bir konuşma var olaylardan bir gün evvel. Bu da Fahri Çoker’in raporlarında geçiyor; Menderes “Zorlu’dan böyle bir telgraf aldım, bir şey organize edilse iyi olur” gibi bir mesaj veriyor Hikmet Bil’e.

 

ÖM: Yani Dışişleri Bakanı gizli bir telgrafı basına iletiyor bir şekilde. Başbakan, Dışişleri Bakanı Zorlu’dan gelen gizli bir telgrafı Hürriyet gibi bir gazetenin muhabiri olan Hikmet Bil’e iletiyor.

 

DG: Bir de Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin başkanı tabii ki. Başta konuştuğumuz gibi sadece İngiltere’nin rolüyle bu olayları açıklayamayız, çünkü bir tanığın da dediği gibi devlet Ermeni, Rum ve Yahudi dükkânları arasında bir ayırım yapabilirdi isteseydi, bu sadece Kıbrıs sorunu ile ilgili olsaydı ama yapmadı.

 

ÖM: Daha sonraki yargılamalarda, Beyoğlu Mahkemeleri’ni kastetmiyorum ama Yassıada’da, bu iş tamamen Milli İstihbarat Teşkilatı ve devletin derin kısımları denebilecek şeylerden ayırt edilip, doğrudan doğruya Demokrat Parti’nin, ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in, hazır intihar da etmiş olduğu için, üzerine yıkılmaya çok elverişli de bir konuma geliyor.

 

AH: Hükümet de aslında bunu yapıyor, intihar etmiş olduğu için bütün hükümet de Namık Gedik’in bu işten daha sorumlu olduğunu söylüyor.

 

ÖM: Ama esas itibariyle diğer bağlantılarından tamamen arındırılmış olduğu görülüyor Yassıada Mahkemeleri’nde iş Adnan Menderes’in üzerine kalıyor gibi bir durum oluyor.

 

DG: Bu olay ilginçtir, 1955 mahkemelerinde de, 1960 mahkemelerinde de bu 6-7 Eylül olayları tematize edilir. Fakat her iki mahkemenin de amacı olaylara gerçekten açıklık getirmek veya gayrimüslimlere yapılmış bir adaletsizliği yok etmek değildir. 1955-56 mahkemeleri göstermelik, semboliktir ve orada da olay sadece KTC üzerine atılır ve beraatla sonuçlanır.

 

1960 Mayıs’ındaki askerî darbeden sonra, Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Bakan Köprülü, diğer suçlamaların yanı sıra, 6 Eylül 1955’teki olaylar nedeniyle de, Yassıada’daki askerî mahkemede yargılandılar. 6 Eylül 1955 ile ilgili davada, yukarıda adı geçen siyasetçiler, Rumların Türk vatandaşı olarak Anayasa tarafından güvence altına alınmış olan temel haklarını çiğnemek ve Türk yurttaşlarını gösteri ve şiddet olaylarına teşvik etmekle suçlandılar.[8] İzmir Valisi Hadımlı, İstanbul Valisi Gökay ve Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş, şiddet olaylarının engellenmesi için gerekli önlemlerin alınmadığı gerekçesiyle suçlandılar.[9] Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve vekili Mehmet Ali Tekinalp, üniversite öğrencisi Oktay Engin ve konsolosluğun bekçisi Hasan Uçar, bomba temin etmek ve Selanik’teki Başkonsolosluğun bahçesinde patlamaya neden olmakla suçlandılar.[10] Mahkeme Bayar, Menderes ve Zorlu’nun suçlu olduğuna hükmederken, Köprülü, Balin, Tekinalp ve Engin’i suçsuz buldu. Gökay ve Eriş’in suçları ise zaman aşımına uğramıştı.”[11]

 

 

DG: 1960’ta ise KCT’nin ve Milli İstihbaratın rolü hiç dikkate alınmaz ve sadece DP’nin üzerine yıkılmaya çalışılır, onun da sebebi, tabii ki o dönemki askeri yönetimi meşrulaştırmak ve o olayları sadece Menderes’in yaptığını söylemek. Şunu da görmek gerekiyor ki, o dönemin askeriyesi, o dönemin hakimleri de 1954-55’te Milli İstihbarat’ın bir parçası. Menderes 1960’ta bir kaç defa Milli İstihbarat’ın üyelerinin gelip konuşmasını istiyor ve bu sürekli reddediliyor, neden olarak da 1955 mahkemelerinde Milli İstihbarat’ın suçsuz olduğu gözlemlenmiş ve belirtilmiş, o yüzden gerek görülmüyor.

 

“Böylece Yassıada’daki duruşmalarda Demokrat Parti üyeleri, saldırıların organize edilmesi ve uygulanmasının tek sorumluları olarak gösterildiler. Sonuç olarak, İstanbul ve Yassıada’daki duruşmalar 6/7 Eylül Olaylarını aydınlatmaya değil, 1955 ve 1960 yıllarındaki siyasi rejimleri meşrulaştırmaya ve haklı çıkarmaya hizmet etti.” 11

 

 

AH: O zamanki devlet radyosundan da yayınlanan programlar da tastamam bu temaya sadık kalıyorlar, sürekli olarak hükümetin ne kadar ağır bir suçu olduğunu anlatacak şekilde tanımlanmış bir senaryoya uygun gidiyor.

 

“Burası Türkiye Radyo Yayın Postaları. Değerli dinleyiciler, Yassıada Saati’ni açıyoruz.”

 

“6-7 Eylül faciasının rejisör ve aktörlerini fazla uzaklarda aramaya lüzum yok değil mi aziz dinleyiciler? Geceniz hayırlı olsun...”[12]

 

ÖM: Bir de kafalarda bir anlamda biraz muğlak olan bir başka konu da var, 6-7 Eylül o kadar travmatik bir olaydı ki, o gün 1955’te, bundan 50 yıl önce Türkiye’nin İstanbul ve diğer büyük şehirlerinde yapılan saldırı, yağma, talan, ne derseniz deyin onların üzerine azınlıklar ve özellikle de tabi Rumlar göç etti diye akılda kalır. Ama bu 6-7 Eylül’le değildir, asıl büyük göç...

 

MB: 6-7 Eylül belki göçe başlangıç olmamıştır ama İstanbul’da yaşayan Rumların düşünme şeklini değiştirmiştir. O güne kadar istikballerinin İstanbul’da olduğuna inananlar, yatırımlarını burada yapan, çocuklarının geleceğini bu kentte düşünen kişiler, artık bu kentte kendilerine yaşam olmadığına inanmış ve hemen çekip gitmemişler ama çocukları için bir geleceği Türkiye dışında düşünmeye başlamışlardır. Çocuklarını Yunan üniversitelerine yollamaya başlamışlardır. Orada kendilerine iş sağlamaya başlamıştır. Bir gayrimenkul alınacaksa bunu Türkiye’de alacağına Yunanistan’da Atina’da almaya başlamıştır. İşlerini geliştirmemişlerdir, işten para çekerek, kendilerine Türk ortak alarak ve müesseselerini, işlerini küçülterek yurtdışında iş yapma düşüncesine sahip olmuşlardır.

 

ÖM: Bir güven buhranı, bunalımı.

 

MB: Tabii ki bu konuda haksız çıkmamışlardır, doğru düşündükleri çıkmıştır, çünkü 64 yılında, 65 başlarında olaylar ortaya çıktı.

 

ÖM: Yine Kıbrıs.

 

MB: Evet Kıbrıs bahanesiyle, Türkiye’den ilk olarak Yunan tebaalı 12 bin kişi 48 saat içerisinde, ellerinde bir tek 25 kiloluk bavulla ülkeyi terk etme emri almıştır.

 

ÖM: Para da çok sınırlı miktarda çıkarabiliyorlar galiba?

 

MB: Hiç para çıkaramıyorlar. O zaman hatırlamıyorum, çok az bir para, 50 dolar mı ne.

 

DG: 20 dolar gibi.

 

MB: Evet öyle. Bu adamlar tabii Yunan tebaalı olduğu halde Yunanistan’ı çoğunlukla ömründe görmemiş, Türkiye’de doğmuş, büyümüş kişilerdir. Aile efradı Türk tebaalıydı, 12 bin kişi yurtdışına çıkınca karılarını, çocuklarını almakla yalnız İstanbul’un 80 bin kişilik Rum nüfusu bir kaç ay içerisinde 30 bine düşmüş oldu. 12 bin kişi yurt dışı edildi, her biri 3’er kişi toplasa 48 bin kişi eder zaten, meydana. Okuldaki istatistikler incelendiğinde bu belli oluyor, öğrenci sayıları büyük bir düşüş gösteriyor. 6-7 Eylül olayları buna kapıya açmış oluyor, çorap söküğü oluyor. 64’te olaylar başlıyor. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesinde Patrikhane’nin özellikle, Patrik Athenagoras’ın konuşması bunun tam tersi yönündeydi. Athenagoras, “Harabelerin içinden alacağımız malzeme ile bu harabelerin üstünde istikbalimizi yeniden kuralım, bu yolda çalışalım” diye moral vermiştir. Bu arada tabii, özellikle belki de işbirlikçi durumunda olan bazı haftalık gazeteler “Bize, Madagaskar olsun, bir yer gösterin, çekip gidelim” diye halkı göç etmeye telkin edenler olmuştur ama Rum halkı o dönemde gitmemiştir, gidenler çok azdı, belki 10’larla sayılacak kadardı. Ama dediğim gibi 65 yılında...

 

ÖM: Kanun değişti değil mi zaten orada 65 yılında?

 

MB: Atatürk ve Venizelos arasında 1934 yılında imzalanmış bir anlaşma vardı, Yunan tebaalılar burada rahat kalabiliyordu, Yunanistan’da da Türk tebaalılar kalıyordu, ama Yunanistan’da pek Türk tebaalı yoktu, az kişiydiler. Bu her 10 senede bir –müddetini tam bilmiyorum- otomatikman ertelenen ve yürürlüğü devam eden bir anlaşmaydı. 64 yılı gelince İsmet Paşa hükümeti vardı, İsmet İnönü “ben bunu kaldırıyorum, bu anlaşma bitmiştir, yenilenmeyecektir” diye karar verdi.

 

ÖM: Tek taraflı değil mi, fesih?

 

MB: Tek taraflı. Yalnız onun da bitmesini beklemeden çok önemli konumda Rum işadamlarının özellikle, mesela Vehbi Koç’un ortağı vardı, onları milli çıkarlara aykırı hareket etmekle suçlayarak yurt dışı etti, geri kalanın da ikamet tezkeresini yenilemedi ve otomatikman çıkmaya zorladı.

 

AH: Peki bu ortaklıkların tazminatı verildi herhalde?

 

MB: Hiçbir tazminat verilmedi, aksine maliye araya girdi “madem ki siz yurt dışına sürülüyorsunuz, benim sizden alacağım olabilir” dedi. İş yılı ortasıdır, haciz kondu, ihtiyati haciz kondu ve gayri menkullere satış yasağı getirildi. Ölüm halinde miras yasağı getirildi ve bankalardaki nakte de alış yasağı getirildi. Ufak bir miktar her ay çekmelerine izin verildi buradaki aile efradının. Ondan sonra biliyorsunuz Türkiye’de büyük bir enflasyon dönemi yaşandı, zaten o dönemde, düşünün 1964 yılındaki 3-5 milyon TL’yi düşünün, bir kaç sene sonra bu paralar bir kibrit kutusu almaya yetmeyecek duruma geldi. Menkuller bu şekilde yok oldu, gayri menkuller ise satılamadan adamlar çekti gitti. Bugün bile Taksim’den Tarlabaşı’na doğru inerken soldaki binalar yıkıldı, istimlake uğradı zaten, onların %90’ı Rumlara aitti, kimse herhangi bir tazminat alamadı. Sağdaki kaldırımdan Dolapdere’ye kadar inen yollarda, o yokuşlarda olan evlerin de büyük bir kısmı Rum evleridir, bugün hâlâ Rum ismi ile tapuya kayıtlıdır, ama Anadolu’dan gelen kişiler orayı işgal etmiştir, orada oturmaktadır. Tabii oraları mahvolmuş durumdadır. Geçenlerde bizim gazeteci bir meslektaş oradan geçerken başına tuğla düşmüş ve öldü adam.

 

ÖM: 6-7 Eylül olaylarına giden yolda belirtilen bir hedeften bahsediliyordu, İstanbul’un fethinin 500. yılında, yani 1953 yılında bir tek Rum bile bırakılmaması. Bu Rıdvan Akar’ın kitabında belirtiliyordu galiba, bu tam başarıya ulaşamadı, biraz önce Mihail Bey’in söylediği gibi tohumları atılmış olan hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne olan büyük bir güvensizlik oluşmuş, güven sarsılmış, başka bir geleceğe bakış tasavvuru belirmiş ama buna rağmen de bir göç olmamış. Ama asıl ondan sonra da anlaşmanın 1964’te iskân ticaret ve gemi ulaşımı anlaşmasının tek taraflı feshi ile birlikte, yani Yunan vatandaşlarının oturma ve çalışma izinlerini düzenlemekte olan anlaşmanın tek taraflı feshi ile bu işin arkası çorap söküğü gibi gelmiş denebilir. Nasıl değerlendiriyoruz?

 

DG: 1955 olaylarından sonra göç oldu tabii ki ama asıl göç, özellikle Rumlarda 1964’ten sonra oldu. 1955 olayları büyük ihtimalle yeteri derecede korku ve tehdit olarak algılanmadı veya Mihail Bey’in dediği gibi hem Patrikhane’den hem de buradaki Yunan Konsolosluğu’ndan da telkinler var, hatta “Yunanistan’a göç edip geri gelen insanlar, cemaatte gösterilsin” diye raporlarda yazışmalar var. Yunanistan’ın durumunun kötü olduğu ve oraya gidildiği zaman hiç de insanın ekonomik bakımdan daha iyi olmadığını gösteren veya bunun gösterilmesi gerektiği söyleniyor topluma. Fakat 1964 anlaşması ile tabii ki mecbur tutuldular ve böylece gerçekten bugün sadece 2 bin kişilik bir cemaat kaldı Rum toplumundan. Ermeni ve Yahudi topluluklar da göç yaşadı, 1955-63 arasında Yahudilerde 10 bin, Ermenilerde 15 bin kişilik bir göç oldu. İnsanlar tabii ki hemen göç edemiyor, yavaş yavaş kendileri toparlamaları gerekiyor. Burada ilginçtir; devlet, bazı korkutmalardan sonra azınlıklar göç etmiyorsa, 1964’deki gibi daha zorda bırakarak veya daha açık “gidin!” diyecek metotlara başvuruyor. Bunu Ermenilerle ilgili konuşmuştuk, 1930’da, Anadolu’daki göçmenler, ilk önce korkutulup ürkütülmeye çalışılıyor, olmadığı zaman tren getirilip “siz İstanbul’a gidiyorsunuz!” deniyor. 64’te de olan olay o. Artık Varlık Vergisi çıkmış, 6-7 Eylül olayları olmuş ve nüfus hâlâ büyük, 64 olaylarında da yine Kıbrıs meselesi bahane edilip göçe sevk ediliyor, yine bir dış politikadaki bir olay kullanılıyor aslında.

 

MB: Başarılı oldu mu olmadı mı? Bence, başarılı olmadı, başarısız oldu, başarısız olmasının nedeni de bu planların başarı ile uygulanabilmiş olmasında. Burada bir tenakuz var diyeceksiniz; Türkiye devlet olarak bu azınlıklardan kısmen kurtulmak ‘başarısını’ gösterdi ama bugün Avrupa ile ilişkimizde göz önüne alınacak olursa bunun bir başarı değil esasında bir başarısızlık olduğu ve bu olayların Avrupa’daki Türkiye imajını fena halde zedelediğini ve bugün Avrupa’da Türkiye’nin AB üyesi olması konusunda bir çok ülkeyi tedirgin eden durumlar yarattığını görüyoruz. Demek oluyor ki, ülkelerini sevdiğini sanan ve ülkelerine iyilik yaptığını zanneden bu kişiler, esasında Türkiye’yi zedelemiştir, yaralamıştır ve bugün hakkı olan bir topluluğun içine girerek daha Avrupa düzeyinde bir hayat seviyesine ulaşmasını engellemişlerdir. Bence bu bir başarısızlıktır.

 

ÖM: Biyolojik çeşitlilik nasıl hayatın her alanda sürmesi için gerekli ise, kültürel çeşitliliğin de de toplum hayatını koruyan geliştiren bir şey olduğunu da düşünecek olursak, bence de sizin baktığınız gibi, bir hayli kuvvetli bir hayat bağının kopmasına yol açmış gibi görünüyor.

 

DG: Mülakatlarda sürekli bana anlatılan, duyduğum bir şeyi anlatmak istiyorum; 6-7 Eylül olaylarından sonra, Cumhuriyet’e güven duyan azınlıklar, büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlar. Devlet tarafından da bunun üzücü olaylar olduğuna ilişkin bir resmi beyan olmamasını da esefle karşılıyorlar. Belki de bu olaylardan sonra en azından, bu olayları anmakla belki biraz telafi ediyoruz diye düşünüyorum.

 

ÖM: Bende de o duygu var doğrusu. Bir yere yerleştikten sonra ayrılmanın ne kadar zor olduğunu anlatan bir ifade vardı, hiç aklımdan çıkmıyor.

 

“Aslında bu memlekete güvenen, bu memlekette yaşamayı tercih eden insanlarız, durumumuz müsait, bizim istediğimiz her an bir memlekete gidip hiçbir iş yapmadan bile yaşamak imkânımız var, akrabalarımız var, dostlarımız var, şuradan buradan. Mesela ben Ermeni kültürünü çok iyi bilen birisiyim, nereye gitsem bana bu konuda ihtiyaçları olan Ermeni grupları vardır. Fakat biz bu memlekette yaşıyoruz, bunu yeğledik, benim kardeşim New York Üniversitesi’ni bitirdi, Türkiye’ye geldi. Fakat insan bu tercihleri yaptıktan sonra böyle bir olayda hükümetinden kazık yediğini görünce, o zaman biraz... Şimdi bu oldu, en azından beklenen şu, devlet kalkıp da dese ki ‘bu bizim istediğimiz bir şey değildi, çok üzüldük, bunun için çok ızdırap çekiyoruz’ dense, bu bir azınlık onoresi tatmin eden ufak bir olaydır. Ama biz bunları da yeteri kadar görmedik. Fakat bütün bu acılar zamanla unutuluyor, giden gidiyor, büsbütün unutulmuyor ama giden kolay unutmuyor, kalan biraz daha kolay unutuyor. Çünkü giden pek çok şeyi kaybettiği için her gün o konuyla yatıp kalkıyor, fakat kalan yavaş yavaş yine eski hayatına dönüyor, eski rahatlığını buluyor, yine dost çerçevesi, kendi alışmış olduğu yerler. Bir insanın kendi sevdiği bir restorana gidip de yemek yemesi bile çok önemli bir olaydır. Bunu siz her memlekette yapamazsınız, başka bir memlekete gittikten sonra restoran mı yok, çok ama havası başka. Tabii bu bahsettiğim belirli yaşta insanlar için. Zaten bu tür olaylardan, bırakıp da gidenler o yaşın üstünde olanlar, gençler tahsil için gider, onların umurlarında değil, o başka bir konudur veya kendi istikbalini hazırlamak için gidiyor, bir genç için İstanbul’da yaşamak veya New York’taki hayata intibak etmek arasında çok büyük bir mesafe yok, onu kolaylıkla yapabilir. Fakat aşağı yukarı 40-45’ini geçmiş insanlar için bu o kadar da kolay değil. Ben Tarabya’da otururum, deniz kenarındayım, inanın bana size samimiyetle söylüyorum her gece yatmadan evvel bir pencereye giderim, denizimi seyrederim, sonra gider yatarım. Bir yere gideyim ki orada deniz olmasın, yaşayamam. Bütün bunlar iktisadi zorunluluk, hayatta başarılı olamadım, gittim başka bir konu, fakat burada çok iyi bir hayatım varken hiç de suçlu olmadığım bir konudan dolayı böyle bir muameleye maruz kalmak, ve göçe mecbur kalmak bu bambaşka bir olay. İnsan hayatı boyunca kolay kolay unutulacak bir olay değil.” [13]

 

(8 Eylül 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)

 

6-7 Eylül Belgeseli I. Bölüm'ü okumak için tıklayın.  6-7 Eylül Belgeseli II. Bölüm 'ü okumak için tıklayın. 6-7 Eylül Fotoğrafları

 

[1] Yassıada, Yüksek Adalet Divanı Tutanakları, 6/7 Eylül Hadiseleri, s. 122; CADN B Seri C 26, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 08.09.1955.

[2] AA PA 270 Türkiye 211-00/92.42, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 17.12.1955.

[3]Yassıada Mahkeme kayıtlarından

[4]Yassıada Mahkeme kayıtlarından

[5] “Bireylere ve din adamlarına yönelik yeni tehditler var. Bir adam, bir papaza: ‘Sen hâlâ burada mısın? Bir dahaki sefere seni ezeceğiz’ dedi.” : PRO FO 371/117721, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 14.11.1955.

[6] Burada özellikle söz konusu olan, antisemitist olarak tanınan yazar Cevat Rıfat Atilhan’ın “Sionizm- Müslüman Dünyasına Bir Tehdit“ kitabıdır. Bu kitap, ayaklanmaların ardından İstanbul’da ücretsiz olarak dağıtılmıştır.

[7] NARA 882.411/11-155, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu, 25.11.1955.

[8] Yassıada, Yüksek Adalet Divanı Tutanakları, s. 470

[9] Yassıada, Yüksek Adalet Divanı Tutanakları, s. 480

[10] Yassıada, Yüksek Adalet Divanı Tutanakları, s. 481

[11] Demirer, 6 Eylül 1955. Yassıada 6/7 Eylül Davası, s. 341.

[12]Türkiye Radyo Yayın Postaları’ndan yayınlanan “Yassıada Saati” adlı programın kaydından. Rober Haddeciyan’ın  kişisel arşivinden.

[13]Rober Haddeciyan ile mülakat