“Köyler kaderlerine terk edilmiş durumda”

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Gazeteci İrfan Aktan gözlemlerine dayanarak deprem bölgesindeki köylerin durumunu ve ırkçı söylemlerin etkilerini paylaşıyor. 

Pazarcık / MA
“Köyler kaderlerine terk edilmiş durumda”
 

“Köyler kaderlerine terk edilmiş durumda”

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Gazeteci İrfan Aktan'la buluşuyoruz. Son zamanlarda özellikle depremlerin bulunduğu bölgelerde göçmen meselesini de izliyor. Yoğun olarak göçmenlerin bulunduğu bir yerde. Nasıl durumlar? Senin yazdıklarını ve konuştuklarını biraz takip etmeye çalışıyoruz. Durumun çok parlak olmadığı görülüyoruz ama umut verici yanları da var. Bir tablo çizer misin bize? 

İrfan Aktan: Depremin 5. günü Kahramanmaraş merkeze ulaştım. 3 gün orada kaldım. Şu anda Pazarcık'ın hemen güneyinde bir köydeyim. Hasankoca isimli Alevi-Sünni karışık bir köy. Burada sivil bir inisiyatif oluşturulmuş. Depremin ikinci günü bir grup HDP'li genç Diyarbakır ve İstanbul'dan yola çıkıp Pazarcık'a geliyorlar. Depremin merkez üssü Pazarcık olduğu için çok büyük bir yıkım olduğunu düşünerek rotayı buraya kırıyorlar. Sonra Hasankoca Köyü'nün boş ve sağlam bir köy evine ulaşıyorlar. Burayı hemen düzenleyip civar bölgelerden gelen yardımları istifleyip, organize ederek köylere dağıtmaya başlıyorlar. 

Üçüncü deprem bence Ankara'da oldu

Genel tabloyu biliyorsunuz. 2 deprem oldu, ama bence 3 deprem oldu. İlk ikisi bölgede sayısız binayı yıktı ve ciddi bir kaos yarattı. Üçüncü deprem bence Ankara'da oldu. Çünkü aynı kaos orada da yaşandı. Bürokrasiyi ortadan kaldırmak adına her şeyin merkezileştirildiği bir sistem işlemedi. Ve sonuç itibariyle soğukkanlılıkla müdahale ve organizasyon yapması gereken merkezî iktidar ilk anda hiçbir yere ulaşamadı. Hadi bunu anlarız belki, büyük bir depremdi. Fakat bir değil, iki değil, üç değil, dört değil, beş değil, günlerce bu dağınıklık ve kaos hali devam etti. Hâlâ da devam ediyor. Mesela şimdi tam karşıda Pazarcık var. Pazarcık’ın çok sayıda köyüne hâlâ gidilmemiş, enkaz kaldırma faaliyetlerini köylüler kendi çabalarıyla yürütmüşler. Mesela dün Ördekdede diye bir Alevi köyüne gittik. Orası tamamen yerle bir olmuş. Ovanın içinde bir köy. 34 kişi hayatını kaybetmiş. Köylüler önce kendi çabalarıyla daha sonra Mersin Büyükşehir Belediyesi'nden gelen yardım ekipleriyle birlikte cenazelerini çıkarmışlar. Sonraki günlerde de -ki düşünün orada girilecek hiçbir ev ve yapı yok- insanlar geceyi dışarıda geçirmişler. Yine köylülerin söylediğine göre kavga gürültüyle çadır elde etmişler. 

Siz sorun, ben cevap vereyim. O kadar anlatılacak şey var ki. Aslında dün Açık Radyo’ya bağlanacağımı öğrenince kendimi iyi hissettim. Hepimiz, buradaki tanıklar olarak; yani gazeteciler veya gönüllüler, önümüze, gözümüze bir perde çektik. Tanık olduğumuz trajedilerin gündelik hayatımızı sürdürülemez hâle getirmemesi için bir perde çektik, ama rüyalara giriyor. İnsanın zihnini bulandırıyor. O yüzden tam ne diyeceğimi de bilemiyorum. 

Ö.M.: Üzerinde en az durulan noktalardan bir tanesi büyük merkezler dışında, özellikle bölgelerdeki köylere, AFAD başta olmak üzere resmî devlet yardımının ulaştırılamamış olması... 

İ.A.: Doğru. Köyler kaderlerine terk edilmiş durumda. Bugün depremin 10. günü. Az önce bahsettiğim Hasankoca Köyü'ndeki inisiyatif buradaki 50 köye düzenli olarak dışarıdan gelen yardımları dağıtıyor. Daha ötesini söyleyeyim, dün biz Ördekdede Köyü'ne gidip döndükten sonra bu Hasankoca Mahallesi Köy Evi’nin önünde bir jandarma aracı gördüm. “Herhalde müdahale için buradalar” diye düşündüm. İçerideki gönüllülere sordum. “30 askerlik bir karakoldan geliyorlar. Onların da gıdası yok. Bizden destek almaya geldiler” dediler. Bence bu sembolik olarak çok şey anlatıyor. Birincisi buradaki devletin ya da devlet organizasyonunun çöküşünü anlatıyor. İkincisi, buradaki insanlar, işte o kafaya göre bölücüler, çapulcular, düzensizler, onların birbirleriyle ekmeğini paylaşmasını anlatıyor. Sahada gerçekten çeşit çeşit dayanışma var. Devletin şiddet araçlarının görünür olmadığı her yerde gerçeküstü bir dayanışma var. İnsanlar birbirlerine sarılıyorlar. Suriyeliler meselesi bile böyle. Aslında sahadan ziyade dışarıdan gelen, Suriyelilerle, mültecilerle teması bile olmayan bir takım nefret odakları sebebiyle buradaki sosyal ilişkiler sakatlanıyor ya da bozuluyor. Oysa burada insanlar bu çok korkunç tablo karşısında dayanışmaya daha meyyaller.

Ö.M: Zaten devlet özellikle ilk iki gün çok eksik kaldı. Ardından “yağmacılar kol kesiyorlar, bilezikleri alıyorlar” gibi söylemleri var ve OHAL bu gerekçeyle bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ilan edildi. Faik Bulut tarihten, San Francisco depreminden örnek vermiş. Orada da çok sayıda kişi öldükten sonra bu tarz bir sosyal dayanışma gelişmiş. Yağmacılar var deniyor ve devlet müdahalede bulunuyor. Hatta “vur” emri verilmiş. Dayanışma için oraya gidenlere ateş ediliyor. 500 kişi öldürülmüş. Bir de Ayşen Gül Tarih Dergisi'nde benzer bir örnek veriyor: O da Tokyo depremi. 1923’te 10 bin kişi ölmüş. Ardından yangınlar çıktığında hemen “yağmacılar” denmiş. Koreliler orada da hedef; “Hırsızlık yapıyorlar”, “Koreliler büyük gruplar halinde Japonlara saldırıyor”, “Yangın çıkarıyorlar” deyip pogromlar gerçekleştirilmiş. Bütün bu örneklerde devletler hep sistematik olarak ırkçılık ve yağma hedefleri üzerinden silahlı güçleri devreye sokup mültecileri hedef göstererek, devlete, sisteme yönelik olan öfkeyi başka yere yönelterek, halkın kendi dayanışma ağlarını da kırıyorlar güvenlik gerekçesiyle. 

İ.A.: Ben Tokyo, Büyük Kanto depreminin detaylarını ve tarihsel arka planını biraz daha iyi biliyorum. Tokyo'yu da içine alan geniş bir coğrafya Kanto Bölgesi. Sanırım Şubat ayında deprem gerçekleşiyor. O dönem Hirohito imparator. 1867’den sonra, yeni İmparator Meiji eliyle Japonya 260 yıllık mutlak kapalılıktan çıkıyor. 1900’lerin başı ve faşizm, ırkçılık yükselişte. Japonya 1910’da Kore'yi işgal ettikten sonra oradan milyonlarca Koreli ya göçmen işçi olarak ya da köle işçi olarak Japonya'ya getiriliyor. 1923 Büyük Kanto depreminden hemen sonra büyük bir yangın gerçekleşiyor. Hemen ardından şu söyleniyor: “Koreliler çıkarttı”, “Koreliler şehir suyuna zehir kattı” “Yağmacılık” ve büyük bir kıyım gerçekleştiriliyor. Bu katliamı yapanlar da dönemin polis teşkilatının organizasyonunda yer alan, eski döneminde ayrıcalıklı olan samuray artığı ninjalar. Bunlar ayrıcalıklarını yitirdikten sonra çeteleşiyor ve bu çetelerle devlet el ele verip 6 bin Koreliyi, sosyalistleri ve Japon olmadığı düşünülen herkesi kılıçtan geçiriyor. Japonya, aradan yüz yıl geçtiği halde hâlâ bu katliamdaki sorumluluğunu kabul etmiyor. O büyük katliamda yargılanan olmadı. 

Bu esnada Suriyelilere yönelik bir saldırganlık içinde olmadıklarını ben Maraş'ta gördüm

Şimdi burada ben Maraş'a geldiğimde ve bazı meslektaşlarımın yaptığı yayınları gördüğümde gerçekten şok oldum ve aklıma ilk gelen de büyük Kanto depremi sonrası Kanto Katliamı oldu. Ben Türkiye genelinde şu andaki vaziyeti bilmiyorum. Ama 10. günündeyiz. Büyük, korkunç bir felaket yaşıyoruz. Buradaki insanların, yani depremin enkazı altında yakınları bulunan insanların bu esnada Suriyelilere yönelik bir saldırganlık içinde olmadıklarını ben Maraş'ta gördüm. Maraş'ta da çok sayıda mülteci var. Fakat dışarıdan gelen insanlar televizyonlardaki nefret söylemini ezberleyerek konuşuyorlar. 

Ö.M.: Evet aynı cümleleri söylüyorlar. Kol kesiyorlar, ama gören yok. Kimin kolu? 

İ.A.: Evet gören yok. Onu söyleyecektim. Bir adam enkazın başında yakınlarını bekliyor. Konuşuyoruz. Sonra mesele Suriyelilere geldi. Abi şikayet etti. Ben de “Bunun bir ezber olmadığına emin misin? Yani sen böyle bir şeyi Maraş'ta hiç hissettin mi? Bu bir ezber olabilir mi?” dedim. “Vallahi sanırım ben de televizyonda söyleneni söylüyorum. Ben hiç görmedim” dedi.

Buradaki mültecilerin ruh hâli 3 kat daha trajik, görünür olmamaya çalışıyorlar

Ankara'dan gelirken komşum, bir bebeği var, bir sürü kıyafet verdi bize. Araca doldurduk getirdik. Maraş merkezde bizim kaldığımız, yani arabayı park ettiğimiz yerin yanında çok sayıda mülteci aile naylonlarla çadır kurmuşlar. Bir sabah kalktım ve onlara o kıyafetleri, yiyeceklerimizden bize fazla olduğunu düşündüklerimizi götürdüm. Çocuklar beni görünce çadırlara koşuşturdular. Kadınlar dehşete kapıldılar ve erkekler korkuyla baktılar, çünkü bir saldırı olacağını düşündüler. Buradaki mültecilerin ruh hâli 3 kat daha trajik. Çünkü hem depremden dolayı büyük bir yıkım yaşadılar ve belki bir daha asla barınabilecek bir yer bulamayacaklar hem de zaten diğer Türkiyeli yurttaşlar gibi onlar da hiçbir yardım almadılar. Buna ek olarak ve en önemlisi sürekli daimî bir baskı altında hissediyorlar kendilerini. O yüzden yardım da isteyemiyorlar, görünür olmamaya çalışıyorlar. Saldırıya uğrama korkusu içindeler. Çocuklar büyük bir sağlık sorunuyla karşı karşıya. Burada pek çok insanın akrabası, gidecek bir yeri var. Suriyelilerin, mültecilerin ne gidebileceği bir akrabası ne bir evi ne bir başka şehri… Hiçbir şeyleri yok. O yüzden ben bu tür yayınları yapan, gerçekle alakası olmayan, sadece nefreti körükleyen meslektaşlarımı da not ediyorum. Gerçekten bu arkadaşları hiçbir zaman affedeceğimi düşünmüyorum. Böylesi bir dayanışmayı arttırmak yerine bunu yapanlar büyük bir vebalin altındalar. 

“Gazetecilerin işi halkın hislerini kabartmak, duygularını körüklemek değil”

Ö.M: İrfan, ben de altını çizerek söylemek istiyorum: Medyanın burada oynamakta olduğu rol hayati önem taşıyor. Her zaman öyleydi ama özellikle böyle büyük felaket ve gerilim anlarında büsbütün ortaya çıkıyor. O yüzden de hayati bir iş yapıyor medya. Siz oraya gidip bölgeyi, olup bitenleri anlatarak, biz de bunları yansıtmaya çalışarak...

İ.A.: Gazetecilerin işi halkın hislerini kabartmak, duygularını körüklemek değil. Var olan neyse onu nakletmeye çalışmak. Ama aynı zamanda barış gazeteciliğin sorumluluğu, dolayısıyla da insanların birbirlerine acı çektirmesi, birbirlerine saldırması olanaklarını olabildiğince ortadan kaldırmaya çalışmak. Bu gazetecilik ahlakının kaidelerinden biridir. Kabaran nefrete, duyguya çanak tutulduğunda onun sahadaki yansıması daha fazla oluyor. Dahası bir meşruiyet görünümüne bürünüyor. Artık “mülteci nefreti nasıl olsa meşru”, “nasıl olsa genel kabul ve çok tık alıyor, çok izleyici topluyor” diyerek yapılan bu yayıncılık sahada çok ciddi sonuçlara sebebiyet verebilir. Bunun farkında olmamız gerekiyor. 

Ö.M.: Zaten çeşitli linçlerin videoları da sosyal medyada dolaşıyor. İşkence görüntüleri, “yağmacıyı yakaladık” diye yapılan işkence, kötü muamele görüntüleri var. Bunları yapanların arasında kolluk kuvvetlerini de görüyoruz. Açık açık videolara çekip paylaştıklarını da görüyoruz. Bunlar da ciddi bir tehdit. Tokyo pogrom örneğini oraya bağlamak o nedenle mümkün. Bir nefreti yanlış yöne yönlendirmek ciddi bir pogrom riski barındırıyor. Ama bununla beraber çok sayıda kurum da dün mültecilerle dayanışma üzerine açıklama yaptı. Dayanışma da büyüyor. Afetlere Karşı Feminist Dayanışma’nın bir açıklaması vardı: “Deprem bölgelerindeki göçmenlere yönelik düşmanlığı durdurun” dediler. Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi, Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi ve Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi mültecilere yönelik ırkçılığa karşı bir açıklama yaptı. Bu da dayanışmanın önemini gösteriyor herhalde.

Taha El Gazi'yle daha önce konuşmuştuk, bu sefer fırsat bulamadık. Sığınmacı Hakları Platformu üyesi kendisi. Suriyelilere yönelik yeniden başlayan linç kampanyasını da değerlendirirken “Kimse kapı komşusu Suriyeliye saldırmıyor. Ama siyasetçi Ümit Özdağ'ın sözlerinin ardından saldırılar oldu. Kim bu saldırganlar?” dedi. “Acılı insanlar birbirine saldırmıyor. Onlar acıyı, aynı acıyı yaşıyor şu an zaten, bunu düşünecek durumda değiller. Ama birileri olay çıkarmak istiyor. Hiç insani değil” diyor. Tıpkı tam 100 yıl önce gerçekleşen Japonya'daki pogrom gibi. Genel durumu nasıl değerlendiriyorsun? Bu açıdan nereye ilerleyecek? 

İ.A.: Irkçılık yasaklanmalı ve bu tür faaliyetler engellenmeli. Bırakın insanların birbirlerine saldırmasını, insanlar gıda, çadır, barınacak yer peşinde. Biz Maraş'a geldiğimizde kimse bunları düşünecek hâlde değildi. İnsanların kaçabilenleri kaçmış, kalanlar da enkaz altındaki yakınlarının başında bekliyordu. Bir polis memuruna, “Maraş merkezde bu yağma olaylarına kimler katılıyor?” dedim. “Bu sosyal medyacılar enkaz kaldırma çalışmalarına katılan binlerce Suriyeliyi de gösteriyor mu? Biz asayişten sorumluyuz. Türkiye vatandaşı da var, Suriyeli de var” dedi.

Eğer bir gerilim var ise bu dışarıdan deprem bölgesine taşınan bir gerilim

Covid-19 dönemini hatırlayın: Parayla yağma yapmadık mı? Marketlere gidip her şeyi alıp depolamadık mı? İnsanlar özellikle toplumsal tedirginlik ve kaos anlarında kendilerini güvene alma hissine kapılırlar. İnsanlar marketlere saldırdılar. Belki o marketler açık olsaydı paralarıyla alacaklardı. Şu anda tam karşımda Pazarcık var. Akşam biz orada dolaştığımızda tek bir açık yer yoktu. Bu bahsettiğim Hasankoca Köyü'ndeki inisiyatif olmasa buradaki insanlar ne yiyip ne içecekti? Gerçekten yağmacılar vardır muhakkak. Ama onların menşeini, kim olduklarını nasıl öğrendik? Suriyeli olup olmadıklarını nasıl tespit ettiler? Irkçı söylem, giderek bütün ülkeye bir nefret tohumu yayıyor. Gerçekten sahada böyle bir şey görseydim bunu size naklederdim: “Ya evet böyle şeyler de oldu” derdim. Ben Maraş'ta, Pazarcık'ta görmedim. Ben köylerde bir gerilim görmedim. Eğer bir gerilim var ise bu dışarıdan deprem bölgesine taşınan bir gerilim. İster fiilen bir takım çete ve grupların taşınmasıyla ister medya, sosyal medya aracılığıyla söylem üzerinden taşınan nefret tohumu. Bunlar dışarıdan geldiler. Burada ilişkiler şahane. Herkes birbiriyle sevgili değildi elbette. Bu deprem öncesinde de elbette bir Suriyeli, mülteci karşıtlığı vardı. Fakat depremi buna vesile etme ve bunu giderek bir pogroma dönüştürme faaliyeti dışarıdan geldi. İnsanlar, alt sınıfta kendilerinden daha ucuza çalışan işçiler olmasından şikayetçiydi. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Alt sınıflar birbiriyle didişirler. Böyle bir tepki potansiyeli vardı ama bunu bir saldırganlığa dönüştürmek doğru değil. Söylenenler alenen yalan ve daha da ötesi iftira. Bizim gördüğümüz, benim tanık olduğum trajedileri herhangi bir kamera kaydedemez. Bu gözlerin gördüğünü Türkçe veya Kürtçe, bildiğim herhangi bir kelimeyle ifade edemem. Siz nasıl bu kadar hızlı çerçevelendirip, bir paket halinde kamuoyuna sunup bir nefret dalgası yayıyorsunuz? Bunu yapanların, mültecilerle en ufak bir duygudaşlığı olduğunu da düşünmüyorum. Olsaydı şunu da hissederlerdi: “Enkazın altında kalan sayısız mülteci de var. Enkaz kaldırma faaliyetine, komşusuna, hiç tanımadığı insanın imdadına yetişen Suriyeli mülteciler de vardı.” Ben şimdi Adıyaman'a geçeceğim. Sonra muhtemelen Elbistan. Oradan aşağıya doğru, Hatay'a inmeye çalışacağım. Girdiğiniz her yerden çıkamıyoruz. Çünkü inanılmaz hikâyeler ve trajediler var. Niyetim hızlıca dolaşmaktı. Bunu ne kadar başarabilirim bilmiyorum.