Nedir bu “queer sanat”?

-
Aa
+
a
a
a

Açık Dergi içinde iki haftada bir yayınlanan ve güncel tartışmalara yer verdiğimiz Psikofer'de Bülent Usta, Ari P. Büyüktaş ile birlikteydi. Usta ve Büyüktaş "queer" kavramı aracılığıyla çağdaş toplumlarda bedene bakış, beden-ruh ikiliği üzerine konuştular. Programın kaydına bu sayfadan ulaşabilirsiniz. Bu vesile ile Büyüktaş'ın geçtiğimiz günlerde, SAHA yazı dizisinin bir parçası olarak Kültigin Kağan Akbulut'un çağrısı ile kaleme aldığı 'Queer Sanat Nedir?' başlıklı yazıyı sizlerle paylaşmak istedik. 

Hayal Pavyonu
Hayal Pavyonu / Leman S. Darıcıoğlu

(Ari P. Büyüktaş'ın bu yazısı daha önce SAHA'da yayınlanmıştır.)

'QUEER SANAT'

Güncel sanat söz konusu olduğunda, kimi alışılageldik yaklaşımlardan farklı olarak, biçim, içerik, ifade ve benzeri yöntemler açısından tanımlar esnekleşiyor. Aslında tanımların ve kavramsal çerçevelerin gerekli olup olmadığı dahi tartışılabilir hale geliyor. Tüm bu kaygan ve bir yandan da verimli düşünce zemininde, özellikle “queer” ile güncel sanat ilişkisini tartışabilmek biraz daha farklı bir bakış açısını gerektiriyor. Zira son zamanlarda (2000’lerden itibaren gittikçe artarak da diyebiliriz) sıklıkla karşımıza çıkan “queer sanat”ın ne olduğuna dair genel bir uzlaşı bulunmamakta.

Queer ve sanat ilişkisine dair en önemli çalışmalardan biri olan Richard Meyer ile Catherine Lord’un yazdığı Art & Queer Culture kitabı her ne kadar Batı odaklı bir külliyat sunuyor olsa da queer kültürün sanatsal ifadesine odaklanarak, aksi takdirde göz ardı edilebilecek ve bu yazının devamında da tartışacağım gibi görünmezliğe tekrar mahkûm edilebilecek işleri gün yüzüne çıkarıyor. Türkiye’ye baktığımızda ise sanatçıların kendi pratiğine yaklaşımına dair son dönemlerde önemli kaynaklar oluşmaya başladı. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice’nin derlediği Cinsellik Muamması’ndaki Taner Ceylan’ın anlatısı ve Erinç Seymen’in işlerine dair dosya yazısı ve çeşitli mecralarda yayınlanan diğer taze soluklu metinler Türkiye özelinde tartışmaya önemli katkılar sunuyor. Esasen kaygan zeminlerden, esnek çizgilerden bahseden queer’den konuşurken net bir kavramsal uzlaşı mutlaka gerekli olmasa da nihayetinde teorinin sanatla karşılaşma alanlarından biri olarak da düşünebileceğimiz için temel olarak “nedir bu queer sanat?” sorusunu sormadan da olmuyor. Ben sormadan duramıyorum en azından.

Elbette ben ne queer sanatın ne olduğunu soran ilk kişiyim, ne de bu soruyu her soranın içine düştüğü çıkmazdan muafım. Bu noktada teori, sanat ve politika hattındaki (burada politikayı ekonomik, sosyolojik ve tarihsel dinamikleri de içeren en kapsamlı haliyle düşünelim) queer sanat dediğimiz bu tanımsız alanı tanımlamaya çalışmak yerine bu alana hangi açılardan bakabileceğimizi sorgulamanın daha verimli bir tartışma sunacağını düşünüyorum.

Kaldı ki queer sanatın tanımına dair bir ön kabul varmışçasına hemen örneklendirmeye girişmekten kaçınmayı bu yazıya başlarken önemsiyorum. Bu yazının devamında nedenlerini daha detaylı ele alacağım gibi, queer işin içine girdiğinde alışılageldik örneklendirmelerden ve kasıtlı ya da kasıtsız olarak bu tarz bir yaklaşımın getireceği bir nevi “queer sanat kanonu” atama süreçlerinden imtina etmeye çalışacağım. Queer’in sanatla kesiştiği anda bir imkânsızlık vaadiyle karşılaşıyoruz ve bu imkânsızlığı olumlayarak ve sahiplenerek düşünmeye başladığımızda sonsuz imkâna açılan bir kapıyı aralayabiliriz.

SANATÇI, ESER SÜREÇ

Queer sanatın ne olduğunu sorarken, yanıtlara odaklanmak yerine yeni soruları ortaya çıkararak ve de olası yanıtların çeşitlilik gösterebileceğini göz önüne alarak ilerleyelim. Hatta, açılacak soruların her biri için eğer tek bir yanıta varılırsa, kendimizi muhtemelen yanlış bir yanıtta bulmuş olacağımızı da hesaba katalım. Bu sorgulamayı yaparken birbiriyle ilintili üç açıyı ele alabiliriz: Sanatçı, eser ve süreç (mekân/zaman). Zira bu üç açının genelde bir tanesi üzerinden dahi düşünülerek bir eserin “queer sanat”a dahil olabileceği varsayılabiliyor. Bu fikre tamamen karşı olmasam da sanatçının kimlik sınırlarını muğlaklaştıran bir yerden bakarken tartışmanın bu kadar kolay bir tanımlamayla basite indirgenemeyeceğini düşünüyorum.

İlk açıyı yani sanatçının kendisi üzerinden queer sanatı tanımlamanın olasılığını ele aldığımızda, queer teorinin temel tartışmalarından olan kimlik konusuna da girmiş oluyoruz. Queer sanatın belirleyenini sanatçı, eser ve süreç olarak düşünürsek, hepsinde (sanatçının) kimliği(ni) ele alabiliriz ama biraz daha derine indiğimizde aslında bu belirleme, sanatçının cinsel kimliğinin LGBTİ+ olup olmamasına göre eserinin ve geniş anlamda sanatının queer olup olmadığını belirlemek gibi bir yere tekabül ediyor. Oysa bu varsayım queer üzerinden sağlam bir temel sunmuyor bize. Keza bir kişinin cinsel kimliğinin bir takım cinsel normların dışında olması illa o kişinin tüm normatif düzenle gerilimli bir ilişkisi olduğuna işaret etmez. Kesişimsel yaklaşımların neden önemli olduğunu da tam bu ayrım bize gösterir. Zira toplumsal, ekonomik, tarihsel açılardan baskın olan grupların içinde/dışında olmasıyla bu grupların kimi ayrıcalıklarından faydalanabilen/faydalanamayan yahut ayrımcılık yaşayan bir sanatçıyı, ayrıcalıklarını ve ayrıcalıkların dışında kalan alanların neler olduğunu dahi sorgulamadan sadece cinsel kimliği üzerinden tanımlamak, sınıf, ırk, etnik köken, vb. pek çok diğer belirleyici unsuru yok saymaya ve esasında ayrımcılığı yeniden üretmeye devam etmeye denk düşer.

Bu açıdan bakınca örneğin üst sınıf, beyaz, cis (yani trans olmayan) erkek bir eşcinsel sanatçının belki de ancak tüm bu dinamikleri gözeterek, ayrıcalıklarını sorgulayarak ve her türüyle kimlikleri dert edinerek yaptığı işlerde sanatsal yaklaşımını “queer” olarak adlandırmak bir noktada mümkün olabilir. Bu son cümlenin sonunda bile derin bir nefes alıp, iyi de bu nasıl mümkün olacak dememek elde değilken tüm sanatçıları düşününce bunun bir nevi imkânsızı istemek olduğu çok ortada. Herkesin ayrıcalıklarını sorgulamasındaki imkânsızlıktan ziyade, imkânsızlıkta var olmanın kendisini sorgulamak tam da queer ile kesişilen yer olabilir. Yine bu nedenle sadece ve sadece sanatçının cinsel kimliği üzerinden sanat yaklaşımını queer gibi çok katmanlı bir politik ve teorik zemine çekmeye çalışmak beyhude kalabilir.

Bu, örneğin tersinden baktığımızda, tüm bu dinamikleri gözeterek ve sorgulayarak işler üreten, yukarıdaki örnekte saydığımız ayrıcalıklara sahip olmayan kişilerin de otomatik olarak eserlerinde politik bir tavrı ve duruşu olmasını şart koşmak, mesela trans sanatçıların sadece “trans konularıyla ilgili işler” yapmasını beklemek gibi üstenci ve yine dışlayıcı bir hal alabilir. Dolayısıyla, sanatçının cinsel kimliği (ve kesişimsel düşündüğümüzde taşıdığı diğer kimlikler) üzerinden yapılacak tartışma tahmin edeceğiniz gibi çok daha derine inebilir, inmelidir de. Bu aşamada yanıtlardan çok sorulara ihtiyacımız olduğunu söylemiştim, o halde örneğin şunu sorabiliriz: Queer sanatı tanımlamak adına bir sanatçının, özellikle de tabu olan/yasaklanan/dışlanan cinsel kimliğini ortaya koymasını ve bunu politik bir düzlemde, (varsa) sahip olduğu ayrıcalıklarının farkındalığıyla yapmasını beklemek olası bir yol mudur?

İkinci açı olan eser konusunda ise genellikle başvurulan yol, cinsellik/cinsiyet temaları üzerinden eserin incelenmesi. Oysa tıpkı sanatçının cinsel kimliğine atıfla doğrudan bir tanıma varmanın zorluğu gibi, cinsellik/cinsiyet temaları da bize net bir yanıt sunmakta yetersiz kalıyor. Elbette var olan gerçekliğin, tarihsel süreçlerin, gösterilen ile tabu arasındaki gerilimli ilişkinin, imgenin ve temsilin eleştirel olarak analizini yaparak bir takım izlekler oluşturulabilir. Sanat tarihinde queer imge ve temsil üzerine yapılan çalışmalara ve cinsellik-sapkınlık-pornografi hakkındaki temel tartışmalara baktığımızda queer teori, tıpkı feminist politikanın yaptığı gibi, diğer alanların yanında sanat alanında da ihtiyaç duyulan eleştirel alet-edevatı sağlıyor.

OLMAYANIN ANLATISI

Burada dümeni biçim, içerik, estetik gibi güzergahlardan istediğimiz rotaya kırabiliriz, şimdilik sanatçının cinsel kimliği üzerine tartışmaya başladığımız yerden ilerleyelim. Trans sanatçının “trans konularıyla ilgili işler” yapmasının beklenmesiyle ilgili örnekten hareketle, eserin sanatçının kendisinden ne kadar uzağa düşebileceğini de düşünmek gerekir. Kimi zaman adeta ufak bir detaymış gibi görülen, ancak kişinin ve baskılanan grupların tüm var oluşunu, yaşam ve hatta ölüm deneyimini şekillendiren, hegemonik cinsiyet düzeninin şiddetle ve korku politikasıyla ötekileştirdiği bir deneyimi gösterinin hoş bir parçası gibi görmekten de kaçınmak gerekiyor. Burada altını çizmek istediğim nokta; sanatçının cinsel kimliğine dair öğeleri eserinde aramaya kalkmanın kendisi de tüm güç dinamiklerini hesaba katmayı gerektirmesidir. Eseri queer sanat olarak okuyup okumamak konusunda normatif olmayan cinselliğe dair doğrudan bir sanatsal ifade ya da ipuçları barındırmasını beklemek, eserin kendi sonsuz olasılığını zapt etmeye dönüşebilir mi?

Sonsuz olasılıklara biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bakmak, duymak, dokunmak… Birbirine bağlı üç açı, sanatçı-eser-süreç, queer işin içine girince bir üçgen oluşturmuyor; hayalimizi genişletelim. Bazen iç içe geçen, bazen hizalanan, bazen yakınlaşıp bazen uzaklaşan ama birtakım bağlarla sımsıkı tutunan, birbirinden kopmayan üç noktaya dönüşüyor. Zaman ve mekânın salınımda olduğu, tarihin yazılmayan paralelinde durmaksızın akıp giden, spiraller çizen ve dağılıp birleşen, aniden konumlanan ve konumları sorgulatan bir sürece bakmaya çalışıyoruz. Kolay bir iş değil, kolaya kaçmak da gördüğünüz gibi pek olası değil. Gösterilmeyen, imha edilen, bastırılan, sansüre uğrayan ya da öz-güvenlik için otosansürle yeni biçimlere kavuşan bir alanda geziniyoruz. Süreç, bu alanın anlatıcı açısı, yani bir nevi “olmayanın” anlatısı. Zaman ve mekândaki arayışımızı sadece belirli yerlerde teşhir edilen, sergilenen ve “adı konan”ın ötesine de taşımamız gerekiyor. Bar tuvaletlerinin duvarlarına, atölyelerde ve evlerde kalakalmış eskizlere, gizlenen fotoğraflara, elden ele dağıtılan kartlara, kitap ayraçlarına, fanzinlere, sadece “öteki” alanlarda yaşanabilen performanslara gitmemiz gerekiyor. Sanatçının ölümünden sonra işlerinin imha edilebileceğini acıyla öğrenenlerin kültürüne, o eserlerin güç bela kurtarılıp, muhafaza edilmeye çalışılmasına bakmamız gerekiyor belki de. Müzelerde ve sergi salonlarında tüm yanıtlarımızı bulamayacağımızı bilerek, utanarak bundan ve öfkeyi de yadsımayarak, sorgulayarak devamını aramak… Sormak: Queer ile mekân/zaman ilişkisini hesaba katmadan queer sanatı tanımlayabilir miyiz ve de sadece kabul gören sanat alanlarına dahil olabilenlere bu adı atfedersek queer sanatın kendisine ihanet etmez miyiz?

SONSUZ İMKANLAR

Türkiye’de özellikle son 10 yıla baktığımızda queer aktivizm ve güncel sanat açısından gittikçe canlanan bir alan açma pratiği var. Önceki yıllardaki İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın tematik sergilerinden sonra artık Onur Haftası kapsamında gerçekleşen başka kolektif sergiler devam ederken, aktivizm ve sanatın queer sanat çatısı altında özellikle de kolektif yapılarda filizlendiğini görmek umut verici. Görünürlük ile sansürün, kamusal alanla gerilimli ilişkinin, beden ve tabunun dert edinildiği sonsuz imkânlar yavaş yavaş beliriyor. Bu yazının girişinde belirttiğim gibi örnekler vermekten imtina ederek başladım zira öncelikli olarak tartışmaya bir zemin oluşturmak niyetindeyim. Geçmişten bugüne bakarken tam da queer sanatın ne olduğunun dert edinildiği yerden görünmeyenin izlerini arıyoruz ve bu noktada görünmeyeni görünür kılmak için alan açanların da sayesinde bu tartışmaya girişebiliyoruz.

Sınır/sız ve Dramaqueer sanat kolektiflerine bakınca ve Unspeakable Home, Enchanting Companions ve Hayal Pavyonu gibi sergilerde deneyimlediğimiz gibi farklı disiplinlerden sanatçıların kimi zaman uzun soluklu, kimi zaman tek seferlik bir araya gelişleri, kolektif yaratım ya da sergileme süreçlerinin tercih edilişi, Türkiye’deki güncel sanat ve queer kesişiminde aktivizm ile sanatın, birey ile kolektivitenin geçişkenliğini, queer bakışın küratöryel pratiklere etkisini bir repertuar olarak gözler önüne seriyor. Covid-19 nedeniyle (henüz) gerçekleşemeyen “Karnaval” ya da yakın zamanda başlayacak olan “Through the Window” gibi kamusal/özel alan ilişkisi üzerinden queer sanatı odağına alan karma sergilerde bir araya gelen sanatçılarla konuştuğumda da hep aynı soru, yani başından beri sorduğumuz o malum soru yankılanıyor. Güncel sanatın queerdeki sonsuz olasılık imkânı da tam bu karşılaşmalarda yatıyor.

Queer sanatın ne olduğunu sormaya devam edelim, sanat tarihinin foyasını ortaya çıkararak ve bugüne daha ihtiyatla yaklaşarak ilerletelim bu tartışmayı. Elbette bu soruya kafa yoran pek çok kişinin söylediği gibi, mevzuya tersinden bakıp neyin queer olmadığını belirlemek belki de daha kolay. Ama queer kültür gibi queer sanatın da yıkanıp, aklanıp paklanarak en olmadığı şeye çevrilmesine mahal vermemek için bu tartışmayı tüm boyutlarıyla yapmak önemli. Elbette kimi zaman bazı boyutları atlıyor da olabiliriz, nitekim imkânsızlık vaadindeki sonsuz imkânda seyrediyoruz. Son olarak şunu da belirtmekte fayda var; queer deneyimlerin kendisi gibi queer sanat da “egzotik bir akım” değil, kaldı ki “egzotik deneyim” kisvesiyle sözde sevimlileştirilerek / ehlileştirilerek ifade bulan şeyin esasında -queer teorinin gözler önüne serdiği- o bildik tahakküm ilişkisi olduğu (umarım ki) aşikâr.

 

* Bu yazıyı yazarken, fikirleriyle ve yaptıkları işlerle heyecanlı bir düşünüş sürecine girmeme imkân veren sevgili Leman S. Darıcıoğlu ve Onur Çimen’e teşekkür ederim. 

** SAHA Yazı Dizisi kapsamında 2020 yılının konuk yazarı Kültigin Kağan Akbulut’un davetiyle Ari P. Büyüktaş tarafından SAHA Derneği desteğiyle yazılmıştır. Temmuz 2020 www.saha.org.tr