Covid-19 pandemisi dünyaya neler öğretti?

-
Aa
+
a
a
a

Selim Badur’la Korona Günleri programının son bölümünde Covid-19 pandemisinin ilan edildiği günden bu yana dünyada bıraktığı etki, ülkelerin ve kurumların pandemiye yönelik tutumları ve pandeminin ekosistemle ilişkisi vardı.

COVID-19: 17 Ekim 2022
 

COVID-19: 17 Ekim 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Selim Badur.

Selim Badur: Günaydın, Açık Radyo dinleyicilerine iyi haftalar diyerek programa başlayalım, bugün son programımızı yapıyoruz. 18 Mart 2020’de başladık programa. 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü, SARS-Cov-2 salgınını pandemi olarak ilan etmişti. Bir hafta sonra, 18 Mart 2020’de Korona Günlerine başladık. Toplam 212 program yapmışız. Önce haftada 5 gün, yaklaşık 6 ay haftada 3 gün, sonra haftada 1 gün ve nihayet 15 günde 1 yaptık. Bu programın son bölümünde teşekkür borçlu olduğum insanları sayacağım. İstanbul Tıp Fakültesi’nden Yağız Güresin ve İzmir Ekonomi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hakan Abacıoğlu yeni çıkan yayınlarla beslediler bu programı. Bülent Bey ve Cihan Bey, hemen her hafta ilaç sektöründe Covid-19’la ilgili bilgileri aktararak programa destek verdi. Bir şekilde tanışıp Önce Sağlık programına da konuk aldığımız ABD’den Dr. Derin Allard hemen her Pazar günü ABD’de Covid-19’la ilgili haberleri iletti. Hem Koç Üniversitesi hem Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İhsan Tunalı, ki bir Açık Radyo destekçisi kendisi, dönem dönem uyarılarıyla programa renk kattı. Ayşe Sazak, Dr. Yeşim Yasin gibi Açık Radyo dinleyicileri ve Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı çalışanları desteklerini esirgemediler. Son olarak Açık Radyo’nun duyarlı dinleyicilerinin uyarıları vardı. Örneğin bir gün Avusturya’dan bir haber verdik, ertesi gün bu ülkeden Sayın İnce Ardıç (her sabah Açık Gazete’yi dinlermiş) düzeltmeler yaptı. Hepsine sonsuz teşekkürler, bu program onlarla birlikte yürüdü.

Bu son programda nereye geldik, neler yaşadık kısaca bir hatırlayalım:

John Hopkins Üniversitesi’nin verilerine göre 625 milyon olgu var. Bu sayı aslında DSÖ’nün son matematik modellemelerine göre resmî bildirilen sayının 3 misli kadar. Yaklaşık 6,5 milyon kişi yaşamını yitirdi ve yine DSÖ’ye göre ölenlerin sayısı 15 milyon kadar. Bunlar çok büyük sayısal değerler. Türkiye’de ise 17 milyon olgu var ve 101.203 kişi yaşamını yitirdi. Türkiye’de olup bitenler, aşılanma oranları, hasta sayısı, yaş gruplarına dağılım hakkında bilgimiz yok. Bunları değerlendiremiyoruz. İlginç ve acı bir şey ama kendi ülkemizde olup bitenleri bilmek, bunlar üzerine yorum yapmak, fikir üretmek pek mümkün olmuyor.

Ö.M.: 3 misli resmî vaka sayısı bu rakamı yaklaşık 1.850 milyona kadar çıkarıyor. Bu da dünya nüfusunun üçte birinin virüse yakalanmış olduğunu gösteriyor. Korkunç bir şey değil mi?

S.B.: Hem öyle hem de bu açıdan baktığımızda bölgeler arasında ne denli büyük eşitsizlikler olduğunu görüyoruz. Bütün ülkeler “normale” dönme çabası gösteriyor ama dünyada geçen haftaya göre olgu sayısında yüzde 6’lık azalma varken Avrupa ülkelerinde yüzde 8’lik artış var. Dünyada en fazla olgu Japonya, Almanya, ABD, Çin ve Fransa’da. Ölümlerin azaldığı söyleniyor ancak en fazla ölüm ABD’de. Unutmayalım ki havalar soğuyor, iç mekânlarda yaşam artacak, insanlar daha çok kapalı yerlerde yaşamlarını sürdürecek. Maske kullanımı hemen hemen kalktı. Avrupa’da bunlar artışın nedeni. İki ülkeye değinip bu sayısal değerlendirmeleri sonlandıralım.

Fransa’da artış son 2 haftada yüzde 62, çok büyük bir artış ve sadece hafif olgular değil. Yoğun bakıma yatışta yüzde 25, ölümlerde (bu ilginç ve çarpıcı) yüzde 59 artış var. Ilımlı olarak nitelendirilen 8. dalgadan bahsedilmekte ama bunun ılımlı olmadığı görülüyor. 8. dalga deyimini Almanya da kullanıyor ve Almanya tekrar maske kullanımının zorunlu olduğu alanları ilan etmeye başladı. Yani pandemi bitmiş değil. Değerlendirmeler yaparken hiçbir insan ve hiçbir grup objektif ve bağımsız kalamıyor. Değerlendirmeler genellikle politik görüşe göre yapılmakta. Bu çok çarpıcı. Bilim dünyası nasıl bir yaklaşım izledi? Bunu da konuşacağız. Otoriter ülkelerin başarısızlığı sürekli vurgulandı. Ama Çin örneğine baktığımız zaman (ki sert kapanmalara, acımasız, insanlık dışı, Batı demokrasilerinde kabul edilemeyecek önlemlere sahne olmuştu), çok büyük bir başarı elde edildiğini  görüyoruz. ABD’de 1 milyondan fazla ölüm olurken Çin’de ölüm sayısı 20 bin civarında. Bu tip ülkelerde, yani çok demokratik olmayan, Batı standartlarında demokrasilerin söz konusu olmadığı ülkelerden gelen haberlere güvenilmeli mi? 2022 yılında, sosyal medyanın bu kadar yaygın ve etkili olduğu bir ortamda, orada sinek uçsa haberimiz oluyor. Ölümler 20.000 değil de 200.000 olsaydı haberimiz olurdu. Çin Komünist Partisi’nin 20. Kongresi gerçekleşmekte. 2296 delege var. Sorun şu: Maske takacaklar mı, takıyorlar mı? Her ne kadar 30 Eylül’de, daha sonra 11 Ekim’de bu kongreyle ilgili resmî basın toplantılarında Çin’in lideri ve parti yetkilileri toplantılara maskesiz katılmış olsa da, kongrenin maskeli olacağı düşünülüyor. Çin, sivil havacılığın uluslararası uçuşlara 2023 sonunda bile ancak yüzde 15 oranında açılacağını söylemiş. Kapanmış, başkalarından sakınan bir ülke Çin. Bu da bir tercih.

Ö.M.: İlk görülen fotoğraflarda da Xi Jinping yeni Mao olarak konuşma yapıyor. Ve bütün diğer kongre üyelerinin maskeli olduğunu gösteren fotoğraflar var.

S.B.: Bu geçen sürede nerede başarı sağlandı? Tüm eleştirilere karşın, çok kısa sürede ve işe yarayan aşılar devreye girdi. Bunu unutmamak lazım. Başarısızlıklar nerede? Lojistik alanında başarısızlıklar var. Birçok Afrika ülkesine aşı gitmezken 1 milyardan fazla aşı farklı nedenlerle imha edildi. Bu sorgulanması gereken bir durum. Antiviraller istendiği oranda ve zamanda devreye giremedi. Her ne kadar Sayın Üresin, “O kadar kolay değil ilaç üretmek ve devreye sokmak” diyecekse de antiviraller konusunda bir eksiklik var. En gelişmiş sağlık sistemlerine sahip olduğunu düşündüğümüz ülkelerde bile o dramatik tablolar genellikle koruyucu hekimliğin terk edilmesinin sonucu ortaya çıktı. Aşılama ve koruyucu hekimlik yerine tedavi edici, daha pahalı tıp uygulamalarına yatırım yapmaları ülkelerin bu duruma düşmelerinin başlıca nedenlerinden bir tanesi. Öte yandan “Bilgi paylaşımı var mı yok mu?” tartışması sürdü. Çin’de Covid-19 ilk saptandığında, 2020 yılının Ocak ayında, elde edilen ilk sekanslama sonuçlarının Çinli bilim insanları tarafından dünyayla paylaşılması  PCR yönteminin hemen uygulamaya geçmesini sağladı. Çin’de ilk olguları bildirenlerin başına gelenler unutulmamalı. DSÖ çok eleştirildi. Bunu anlamak pek mümkün değil çünkü yaptırımı olmayan uluslararası bir kuruluş ve bu kuruluş, özellikle de başkanları Tedros oldukça başarılı bir sınav verdi. 

DSÖ’nün son haftalarda Lancet dergisiyle atışmaları oldu. Alınan önlemler çok heterojen. Örneğin AB ülkelerine baktığımız zaman geçen hafta bir rapor yayımlandı. Okulların açılması ve okulların alması gereken önlemler açısından baktığımızda AB ülkeleri arasında herkes kendine göre birtakım yerel önlemler alıyor. Suçlamalar var. Moderna firması, Pfizer firmasını, “Benim RNA formüllerimi çaldın!” diye suçladı. Kısa süre önce de Pfizer, AstraZeneca’yı suçladı. AstraZeneca’nın ürettiği vektör aşısı ülkemizde yok, onun için ülkemizdeki inaktif aşıyı yerden yere vuranlar oldu. Bunun doğru olmadığını düşünenlerdenim.

Sağlık çalışanları başlangıçta sadece bu Çin’den gelen inaktif aşıyı yaptırarak korudu, sağlık çalışanları arasında ölümler birdenbire çok azaldı, hemen hemen sıfırlandı. Bu unutulmaması gereken bir nokta. Etkisiz aşı diye onu yok saymak, karalamak bana kalırsa doğru değil. AstraZeneca aşısına ait bir bilgi aktarmama izin verin. 26-29 Eylül 2022 tarihinde Belfast’ta benim de katılma olanağı bulduğum bir toplantı yapıldı. Solunum yolu enfeksiyonları üzerine gerçekleşen bu toplantıda Prof. Dr. Sarah Gilbert’la bir araya gelme şansı elde ettim. Sarah Gilbert, Oxford Üniversitesi’nde vektör aşısını geliştiren ve daha sonra AstraZeneca ile birlikte işbirliği yapan bir doktor. Oxford Üniversitesi’nin dünyaya sattığı aşı bu. Sara Gilbert’in anlattığı iki şey var: AstraZeneca aşısı diğer aşılardan, mRNA aşılarından çok daha ucuz. Neredeyse onda biri fiyatında. Ayrıca -70/-80 derecelerde değil, buzdolabında +2/-8 derecede saklanabiliyor. Fakat birdenbire öyle bir karalamaya gidildi ki AstraZeneca aşısı ve büyük bir olasılıkla ekonomik savaşlar nedeniyle bu aşı gelişmiş ülkelerin hepsinde “tu kaka” ilan edildi, ancak gelişmekte olan ülkelerde kullanıldı. Oralarda da gayet başarılı olduğunu gösterdi. Bu “mRNA aşısı mı, inaktif aşı mı, vektör aşı mı?” derken aşılar arasında ciddi bir ekonomik, ticari savaşın olduğunu unutmamakta, değerlendirmeleri buna göre yapmakta yarar var. Bilimsel yayınlar ve kurumlar, Lancet, New England, Journal of Medicine, British Medical Journal gibi çok önemli ve saygın tıp dergilerindeki bazı yazıların geri çekildiğini, bazen de yalanlandığını gördük. “Peki o zaman biz kime inanacağız?” sorusu gündeme geliyor. Elbette bu tip bilimsel çalışmaların yayımlandığı dergileri yok saymak, bunları bir kalemde silip atmak mümkün değil. Elbette o dergilerde yazılan makaleleri tartışmalıyız. Örneğin DSÖ, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), Avrupa İlaç Kurumu gibi kuruluşların aldığı kararları ve uyarıları dikkate almalıyız ama bu dergilerde çıkan bazı yazıların ya da uluslararası kurumların aldığı kararların çok doğru olamayacağını da unutmayalım. Kendi süzgecimizden geçirip daha sonra değerlendirme yapalım. Örneğin FDA’nın onaylamadığı herhangi bir şey değerlendirmeye bile alınmaz birçok ülkede. Türkiye’de bir ürün, ilaç ya da aşı değerlendirilirken “FDA onayı var mı?” diye bakılır. FDA onayı her şey mi? Bu da sorgulanmalı. Daha önce bir programımızda değinmiştim, Caroline Chance isimli bir serbest gazeteci FDA’nın finansmanının gerisindeki ilaç şirketlerinden bahsetmişti. Bu da göz ardı edilmemeli. FDA’nın aldığı bütün kararları yadsımak elbette doğru değil ama elimizde bu bilgi varken aldığı her kararı kutsal bir bilgiymiş gibi kabul etmek de doğru değil.

Ö.M.: Bu son programa özel bir sorum var: Turkovac’a, Türk aşısına ne oldu?

S.B.: Ankara veİstanbul’daki öğretim üyeleri, bu konuyla ilgilenen enfeksiyon hocaları ve aşıyla ilgilenen kişilerle görüştüğümüzde bir değerlendirme yapamıyoruz. “Kaç kişiye uygulandı, kaç kişi bundan yararlandı, yan etkisi var mıydı, yaş grubu neydi?”, bunlara ait bilgi yok çünkü paylaşılmıyor. Onun için herhangi bir yorum yapmamız mümkün değil.

Ö.Ö.: Bu çok ilginç. Bu aşıyı gerçekleştiren bilim insanlarını tanıyanlar vardır. Bir konferansta konuşma yapmışlıkları, bir gazeteye demeç vermişlikleri de yok galiba. Değil mi?

S.B.: Bu çalışmayı, yani Turkovac aşısının pilot çalışmasını yapan Kayseri Erciyes Üniversitesi’ndeki öğretim üyeleri. Hepimizin tanıdığı ve bu işi yapabilecek bilgi birikimine sahip, yetkin kişiler. Ancak unutmayalım, bu bilim insanlarının yaptığı pilot çalışmalar çok küçük çalışmalar. Bizim beklediğimiz ya da öğrenmek istediğimiz, aşının kitlelere uygulandığı zaman ne olduğu. 10 kişide ya da 20 deney hayvanında elde ettiğiniz sonuç çok başarılı olabilir. Ama bu büyük kitlelere uygulandığında, gerçek hayat verilerinde nasıl bir sonuç elde ediliyor? Bunu öğrenmemiz lazım ama öğrenemiyoruz. O bilim insanları ile biz çeşitli platformlarda karşılaşıyoruz ve gayet düzgün, kontrolleri yapılmış, etkili bir aşının sonuçlarını, verilerini bizimle paylaşıyorlar. Ama dediğim gibi, gerçek hayat verileri önemli. Aşı çalışmaları değerlendirilirken çok dikkatli olmak lazım. İki çalışmayı kıyaslarken çalışmanın dizaynı farklı olabiliyor. Çalışmaya katılan gönüllü grupların yaşları ve özellikleri standart olmuyor. “Çalışmanın yapıldığı ülkede acaba hastalık ne kadar yaygın? Çalışma yapılırken hangi varyant devredeydi?” Bunlar da sonucu etkileyebiliyor. Standardizasyonu zor ve bütün bu parametrelere bakmadan herhangi bir sonuca varıp aceleye gelen ve bilimsel olmayan yaklaşımlarda bulunmamak gerekir.

Ekosistem ve enfeksiyon hastalıkları ilişkisini değerlendirelim. İki yeni yayın var. Ekosistem restorasyonu olmazsa 2050’de dünya toprağının yüzde 95’inin harap edilmiş olabileceğinden bahseden bir rapor yayımlandı Lancet Planet Health’te. Aynı dergide iklim krizi sorunları ve Covid-19 ilişkisini anlatan bir çalışmayı J.D. Ford ve arkadaşları yayımladı. Örneğin havanın kalitesiyle Covid-19 ilişkisini Sri Lanka modeli üzerinden açıklamışlar. Siklonlar, fırtınalar ve hortumlar ile Covid-19 ilişkisini Hindistan modeliyle, orman yangınları ve Covid-19 ilişkisini Rusya’da, seller ve Covid-19 ilişkisini de Fiji’de olup bitenlerle çok net ortaya koymuşlar. Durumun hiç de parlak olmadığını belirtiyorlar. British Medical Journal’da yine iki gün önce, “Doktorlar iklim kriziyle mücadelede nasıl rol alabilir?” başlıklı bir makale çıktı. İklim krizi, enfeksiyon hastalıkları ve pandemiler iç içe geçmiş sorunlar. 

Çevre mikrobiyotası, yani çevremizdeki mikroorganizma florası değişince insanların immün regülasyonu için bu değişimin önemli olduğunu biliyoruz. Örneğin çok steril ortamlarda, adeta bir cam fanus içinde büyütülen çocukların daha alerjik bünyeye sahip olduğu, doğayla beraber yaşayan çocukların çok daha sağlıklı ve alerji sorunundan arınmış oldukları gösterildi. Almanya’da ahır havası ya da ahırların mikro çevresi satılıyor kutularda. Böylece çocuğunuzu evde de yetiştirseniz doğadaki birtakım ürünlerle temasını sağlıyorsunuz. Yeşil alanların ne denli önemli olduğu, işte fitonsitler ya da uçuşan bir takım bitki komponentleri ile temasın, örneğin “natural killer” hücreler dediğimiz “doğal öldürücü” hücrelerin immün sistemdeki hücreleri aktive edip onları güçlendirdiği biliniyor. Bu temas söz konusu olmazsa immün sisteminiz güçlü olmuyor. Ondan sonra immün sisteminizi güçlendirici (en azından bana kalırsa hiçbir işe yaramayan) ilaçlar alabilirsiniz.

Ö.M.: Yerleşik medyada bu araştırmalara pek az yer veriliyor. Burada da çok ciddi bir seçilmiş cehalet vaziyeti var.

S.B.: Korona Günleri’'ni bitiriyoruz ama Cuma günleri saat 13.00’te, Ayşegül Tözeren’le yaptığımız Önce Sağlıkprogramı sürecek. Orada bu başlıkları daha detaylı ele alırız. Önemli konular ama sizin de değindiğiniz gibi basında pek az yer buluyor. Mesela basında aşı karşıtlığı ile ilintili bir dosya yer aldı. “mRNA aşısı ile insanlara verilen bir toksin 10 Ekim’de aktive olacak” dediler. İnsanlar 10 Ekim’i bekledi ama aktive olmadı gecikti herhalde.

Pfizer itiraf etti: “mRNA aşıları piyasaya sürülmeden önce hastalığın bulaşmasını engelleyip engellemediği test edilmedi.” Edilmez zaten, aşının hastalık bulaşını engellemesi ya da böyle bir şeyin test edilmesi söz konusu değil. Aşıların ölümleri ve ağır hastalığı engellemesi hedeflenir ve bu test edilir.

Hint askerleri kalp krizi geçirmiş, askerlerin düşüp bayıldığı videolar vardı. “Covid-19 aşısı buna sebep oldu” şeklinde suçlamalar oldu. Bu neoliberal çağda bilimsel verileri inkâr etme eğilimi gittikçe artıyor. Aden Frank’ın bir çalışması var: 1989 yılında iklim krizinin bir sorun olduğunu kabul edenlerin oranı yüzde 63 iken, 25 yıl sonra yaptığı çalışmada yüzde 58’e düşmüş. Bilimsel verileri inkâr etmek, ister tıp alanında olsun ister iklim krizi gibi küresel sorunlarda olsun çok yaygın. Sadece ülkemizde değil, birçok ülkede. Tabii alternatif tıp devreye giriyor, Paul Offit’e göre alternatif tıp ABD’de yılda yaklaşık 50 milyar dolar kazanç elde edilen bir endüstri ve 5 bin yıldır var olan uygulamaları piyasaya sürüyorlar.

Bu arada ünlü bilim insanlarının zaman içinde görüş değiştirmeleri söz konusu oluyor. Linus Pauling gibi çok önemli, genç yaşta Nobel ödülü almış, moleküler ve evrimsel biyolojinin temelini atan biri 60’lı yaşlarda birdenbire “Mega vitaminlerle gripten kansere kadar her şeyi iyileştiririm” demeye başlıyor. Bu tip bir tutumu Covid-19 döneminde yine bir Nobel ödüllü doktor ve HIV’i bulan ekibin başındaki Luc Montagnier’de de gördük. Luc Montagnier, “Bu pandemi gerçek midir?” derken onu sorgulayınca bize, “Siz kim oluyorsunuz?” diyorlar.

Ö.M.: Yakın bir gelecekte hem pandeminin hem de küresel iklim değişikliğinin olmadığını ispatlayacağız ve bu işi halledeceğiz!

S.B.: DSÖ’nün Doğu Akdeniz bölgesine dair bir raporu var. Her yıl 10 kişiden 1’i kontamine gıdalarla beslendiği için hastalanıyormuş. Son olarak Science’da bir yazı çıktı, Holden Thorp’un yazısı: Hipokrat’tan beri bilinen ve tıp çalışanlarının ilkesi olması gereken, “Önce zarar vermeyeceksin” ilkesini hatırlatıyor. Florida Üniversitesi’nde aşılananların daha fazla hastalandığına dair bir haber çıkmıştı. “mRNA aşısı uygulanan yaşlılarda kardiyolojik sorunlar arttı, ölümler yüzde 84 arttı” demişti Florida Üniversitesi. Bu da basında çok yer aldı, sansasyonel bir hâle geldi. Böyle bir yalan haberi yayımlayan Fransa’da hidroksiklorokin savunucusu Didier Raoult, Florida Üniversitesi’nde bu yazıyı kaleme alan Joseph Lapado gibi bilim insanlarının susturulması gerektiği vurgulanmış.

Sonuç olarak bir pandemi yaşadık, hâlâ yaşıyoruz ve bu pandemi aslında toplumlara ve kültürlere bir ayna tuttu. İpe sapa gelmez nedenlerle bunu gerçek dışı ilan edenler, uygulamaları yerden yere vuranlar ya da körü körüne savunanlar oldu. Biraz daha sakin, biraz daha bilimsel temele dayanarak bakmakta yarar var duruma. Siz beğenseniz de beğenmeseniz de bilim gerçeği söylüyor.