Arbil Çelen Yuca ile Sükûnet Ağacı’ndan Aşkınlık Masalı’na 

-
Aa
+
a
a
a

Sizler için ağaçlarla ilgili bir program yapmak istiyor ve bir süredir de elimdeki kitaplara göz gezdiriyor ve içinde ağaçlar geçen şarkıları derliyordum. Tabii bununla kalmadı. 

Çizim: Arbil Çelen Yuca

Bir de baktım ki, niyet ettiğimiz zaman kendimizi içinde bulduğumuz o “tesadüflerin” iş birliğiyle içerik kendini çoktan oluşturmaya başlamış. Birazdan bir köşeye çekilip sözü Arbil Çelen Yuca’ya bırakacağım. Ve Arbil bize “Sükûnet Ağacı”masalı- “Aşkınlık Masalı”nı okuyacak. Ben de masalın fonuna ve aralarına seçmiş olduğum müzikleri serpiştireceğim. Şarkılardan ilkinin, bu masaldan esinle yazılmış olduğunu söylemem gerekir. Öncesinde, tanımayanlarınız için, kendisini kısaca tanıtmak istiyorum.

Arbil Çelen Yuca, İstanbul’da yaşamakta. Mimar Sinan Üniversitesi’nde Şehircilik eğitimi almış ve 2013’den beri yazıyor, çiziyor ve anlatıyor. Yazdığı masallarla ilgili “bir şehir nasıl planlanıyorsa, masaldaki ögeleri öyle yerleştiriyorum. Şarkılar da yeşil alan gibi masal boyunca kahramanın yolunu kolaylaştırıyor” diyor: “Şehircilikte hikâye özellikle mekanla aktarılırken, masaldaki zamanın mekânı kahramana hizmet etmeye yaratılıyor. Kahraman özellikle tekrarın disipliniyle var oluyor.”  

Yeşil bir gezegenden uzanıp, Kaz Dağları’nda zeytin ağaçlarının altında soluklanacağız. Arbil Çelen Yuca’nın sesiyle, Aşkınlık Masalı’nda… Başlayalım.

Arbil Çelen Yuca:  

Aşkınlık Masalı

Çok uzun zaman önce, daha günü saatle ölçmeye başlamamışken, nefesimizi tutmayı öğrenmemişken rüzgâr güneyden estiği zamanlarda hatırlanan bir orman vardı. Bu orman öyle bir yerdeydi ki, bazılarına yüreklerinden yakın, bazılarına yürekleri kadar uzak... Rüzgârın sırrı neydi de ormanı hatırlatıyordu derseniz, ormandaki tek ağacın meyveleri dile gelse anlatsa isterim. Çünkü o meyveler, ancak ılık güney rüzgarının sıcaklığıyla rayihalarını göğe salardı, kokularla neler hatırlanmaz ki? 

Ve evet tek ağaç dedim. Bunu da merak edersiniz siz...

Önce birbirine sığınmış ancak en yakın olabildiği zamanda sadece bir noktadan diğerine dokunabilen onlarca küre hayal edin. Masal bu ya bu kürelerden oluşan bir evren düşünün. Hepsi de rengarenk. İçlerinde bin bir çeşit mahlukat. Bir tek gezegen hariç. Tek ağaçlı ormanın gezegeni... Orada deniz yeşil, ormanın en tepesinden çıkan kaynak yeşil, akan nehir yeşil. Öyle ki nehrin kaynağının ağacın tepesinden başlayıp, gövdesinin içinden akarken topladığı öz de yeşil. O öz toprağın üzerine çıkıp da havayla karışınca bu dünyada paha biçemeyeceğimiz kristallere dönüşürmüş, tabii o da yeşil! 

Bizim dünyamızdan ipucu versem; tek ağaçlık ormanın gezegenindeki deniz manolya yaprağı yeşili, gökyüzü iğde yaprağı gibi puslu mu puslu... Nehir gövdenin içinden toprağın üstüne çıktığında su yeşili, toprak her an cephede hazır askeri yeşil... Ağacı arkanıza aldığınızda manzarayı canlandırabildiniz mi?

Biraz daha yardım edeyim. Yeşili unutun, kapatın gözlerinizi. El ele tutuşabilir misiniz? Olmadı, kendi elinizi bir tutun… evet, aynen böyle. Gezegenlerin birbirine dokunduğu yerdeyiz, en yukarıdan bakıyoruz şimdi, her birimiz birer gezegen misali... Tek ağaçlık ormanın tepesindeyiz. Dışında kaldığımızda göreceğimiz sadece koca bir orman... Oysa her şeyin tek kökle beslenebildiği Sükûnet ağacının gezegeni bu. Tek kökten dile geldiği için her dili bilen Sükûnet ağacının üzerine doğru süzülelim şimdi. Masal bu ya kanatlarımız olsun, hatta bu gezegene uyalım diye yeşilinden birer cennet kuşu olalım.

Ağacın kalbinden çıkan kaynağı görebiliyor musunuz? Göremezsiniz, kaynak ağacın en tepesinden çıktıktan sonra güçlenerek bir nehre dönüşüyor. Ağacın karaya yayılmış dev köklerinin üstünde nasıl yükseldiğini görebiliyor musunuz? Bu arada nehir, hala ağacın içinde, gövdesinin her hücresine dokunarak köklere kadar iniyor. Ağacın şifalı özü de karışıyor nehre... İki kallavi kök arasından toprağın üstüne çıkabiliyor. Suyun içindeki Sükûnet ağacı özü, havayla temas edince pul pul kristallere dönüşüyor. O zaman rüzgâr giriyor yine devreye, bu defa ılık güney rüzgârı değil, ısıran kuzey rüzgârı. Diyor ki; ‘’Sakin ak, usul usul. Hiçbiri çizilmesin, kim bakarsa onlara kendisini izlesin...’’ .  Biz sadece bir ninni duyardık orada olsaydık.

Gel zaman git zaman rüzgârın ninnisinden olsa gerek, nehir öyle usul usul akmış ki, denizle kavuştuğu yerde kristal pulcukların biriktiği bir delta oluşmuş... Böyle anlatınca Tek ağaçlık ormanın olduğu gezegen çok başka bir yer gibi dursa da, her dolunay vakti diğer gezegenlerle kavuştuğu bir yer olurmuş.”

“Dolunayın geceyi taçlandıran ışığıyla bütün sınırlar silinirmiş yerle gök arasında, hatta gezegenler arasında...

Yine öyle bir dolunay zamanı, nehirle deniz arasında kristaller tepeleme birikmişken, güney rüzgarıyla ısınınca, eriyip ağacın köklerine yeniden sızmaya başlamışlar. Ağaç özle beslendikçe genişlemiş. Her yanı denizle kaplı karada enine büyüyecek yer kalmamış. Malum sınırsızlık zamanı, malum Sükûnet ağacının gezegeninde taşkınlık yok, haliyle enine büyüyecek yer de kalmayınca, yukarı doğru yükselmeye başlamış. Minicik pencere kadar bir yerden göğü delmesin mi? Deldiği yerde de bir mavi gezegen olmasın mı? Girivermiş dibinden mavi gezegene. Mavi dediysem bir yağmur yağmaya görsün, ebeler kuşak takarmış dokuz renk... Bu mavi gezegenin havasından mı suyundan mı, yoksa bin bir çeşit mahlukat yaşadığından mı bilinmez, çeşit çeşit ağaç aynı toprakta, ayrı köklerle büyümeye başlamış. Kökü ayrı olunca bazısı yaşamış, bazısı eski kallavi köklerine dönmek için kurumuş, toprağa karışmış. 

Dünya denilen mavi gezegende, göksel olanı önce ak kanatlı kazlar duyarmış. Gök penceresinden gelen yeni misafir için, yeşereceği en sevdikleri dağı seçmişler. Yaşadıkları alı al moru mor dağın eteğinde Sükûnet ağacından emanet fideyi insan yokken yetiştirmişler. Yüzlerce yıl geçmiş, Kazlı dağın eteğindeki ağacın gelişini hatırlayacak kimse kalmamış. Şifasıysa dilden dile yayılmış, adına Zirdum demiş dağda yaşayan köylüler. Zirdum, zeydum, zeytun, sonunda zeytin diyivermişler.

Ağaç her şubat ayı biterken filizlenir, nisanda çiçeklenince dalları sevdiğine varacak gelinin duvağına dönermiş. Çiçekleri meyveye döndü mü dallarda bin tane göz açılırmış Sükûnet ağacının yeşilinden. Süslü püslüyken bile öyle ağırbaşlıymış ki dünyadaki diğer ağaçlara hiç benzemezmiş.

Gel zaman git zaman nehirler durulmuş, köprüler kurulmuş, köyler şehirlere, şehirler ülkelere bağlanmış. Şehirler öyle büyümüş ki bacalarından tüten duman Kazlı dağdan bile görülür olmuş... Bir dolu şey değişmiş de iki şey baki kalmış;

Birincisi bütün doğanların kulaklarına kökleri bir olan tarafından fısıldanırmış adları; aynı yeşil gezegendeki gibi... Ve ayrı ayrı yazılırmış hikayeleri; Mavi gezegendeki gibi... Burada doğan herkes bu yüzden olsa gerek, kendisini yerle gök arasında bir yerde arar dururmuş.  

İkincisi de dolunay hiç pes etmezmiş sırlarla sınırları kaldırmaktan ...

Böyle Zirdumun filizlenmeye hazırlandığı bir gecede bir oğlan çocuğu doğmuş.”

“Bu çocuk da doğduğunda adı kulağına fısıldanmış. Gelin görün ki o gün dolunaydan hemen sonraymış, hala açıkmış sırların sınırsızlık kapısı. Sükûnet ağacının en kıymetlisi Zirdum’a da uğrayan rüzgâr dolanıyormuş ortalıkta, hangi sırrı nereye taşısam diye...  Üzerinde lohusa şerbeti kaynayan ateşin harlanmasıyla babasının oğlunun ismini minik kulağına fısıldaması bir olmuş. Ah o kulak bundan sonrasında, ne sireti güzel aşk fısıltıları, ne kadim dilli dualar, ne sahici hayaller işitecekmiş, yüreğini sır kapısı edecekmiş. 

Neyse dönelim hikayemize rüzgarmış harlatan ateşi, girivermiş bacadan içeri. Babası böylece niyet etmiş. İki ablasından sonra gelen oğluna, tüm zorlukları aşsın, Sükûnet ağacı gibi karaya sığamazsa gökten pencere bulup taşsın diye, bir tek Aşkın olsun diye koymuş ismini.

Bu arada Kazlı dağdaki Zirdum da çoğalmış, çoğalmış, çoğalmış.  Dağ taş Zirdum ağacının yavrularıyla dolmuş. Köylülerin her birinin kendi Zirdum’u olunca binlerce yıllık ağacın nerede olduğu unutulmuş. Ta ki adı her gün yüz defa söylenen çocuk büyüyüp, delikanlı olup Sarıköy’de başına türlü hal gelene dek. Bak sen şu işe ki o gece de sırların sınırları aştığı bir geceymiş, ay tabak gibi dolunaymış... Bu defa rüzgâra hiç iş düşmemiş. Annesi ufaktan fısıldamış babanın kulağına. Demiş ki, ‘’Bizim çocuğun başı belada.” Çocuk da tam delikanlı yaşında. Adı üstünde, kanı deli. Babanın da zamanında kulağına adını fısıldayan biliyormuş işini, adı ne derseniz; Ayhan, Ayın sahibi yani. 

Ona da o yaşa gelene kadar kim bilir kaç kez söylenmiş. Bütün gece uyumamış Ayhan. Ayın iki yüzünün yükü omzundaymış, yüzü bir kararmış, bir aydınlanmış. Sonunda ertesi gün almış oğlunu karşısına; ‘’Bir defa soracağım oğlum demiş, burada kalasın var mı?’’

Çocuğun gözleri Sükûnet ağacının kristaline bakar gibi parlamış, sadece gerçeği söylediğine babası o an inanmış, taşımışlar hemen başka bir köye evlerini...

Çocuk delikanlılıktan çabucak geçmiş, adam olmuş. Sevdaya düşmeleri de hızlandırmış büyümesini. Sevdalardan ömründen alan da, ömrüne katan da olmuş. Hiçbirinin yerine başka bir şey koymak gelmemiş içinden, hepsi kıymetliymiş. Sükûnetin kristalleri gibi... Yine de hiçbir sevda onu gökte pencere açmaya bir türlü ikna edememiş. 

Ayhan babanın eliyle diktiği Zirdum’lar da meyve üstüne meyve vermiş. Bir gün Rüzgâr kuzeyli eserken, ninni uzun zamandır yorulmuş olan Ayhan’ın bedeni dinlensin istemiş. 

Bir yerlerde Zirdum çekirdeği filiz vermiş. Kazlı dağın yamacında bir evin dumanı şehirden görülmese de her düşlendiğinde varılsın diye yol bir arpa boyundan halliceymiş. Bahçesinde kristallere bakınca kendini görmeye cesareti olanlar için elma, nar, meşe, defne, illa Zirdum ağaçları boy atmış.

Delikanlının babasının eliyle diktiği ilk ağacı iyice köklenmiş, meyvesini verdiğini göremeden Ayhan baba gökteki pencereden başka bir dünyaya yükselmiş.

Ama siz sakın üzülmeyin;

Çünkü her yükselişle hafifler yükü dünyanın, 

gökteki kökler birler tüm çokluğu. 

Şimdi rüzgâr girince dalların arasına,

 al ver nefesi, hu diye zeytin işitsin.

Kalbimiz perdeliyse işitmez zeytin. 

Omuzumuz yüklüyken gücümüz yetmezse 

yanındakinin nefesine güvenmelisin.

Unutma vazgeçmeyen ulaşır vuslata.

Al ver, al ver, denkle yüklüğü sadeleştir.

Al ver, al ver...

Zeytin işitsin, kaldırsın kırk kökü KIRK BİRE bağlasın.

Kırk ikiye, üçe, dörde, beşe bakmasın...

Tüm engellerin altından aldığın verdiğin nefesle kalkasın!”

Arbil Çelen Yuca’nın “Aşkınlık Masalı”nı kendi sesinden dinledik. Fonda Dustin O’Halloran’dan müzikler vardı. Masal aralarında çaldığım şarkılar ve daha fazlasını, yine Spotify’da Banu Kanıbelli altında “Ağaçlar” çalma listesinde bulabileceksiniz. Bu programımız da diğerleri gibi, Açık Radyo web sitesinde “Sahibine Şarkılar” blogunda yayınlanıyor olacak. Görüş ve önerileriniz için ise [email protected] den bana ulaşabilirsiniz. Bir sonraki görüşmemize dek lütfen kendinize iyi bakın ve hep müzikle kalın!