Türkçe romanda sakat erkeklik deneyimleri

-
Aa
+
a
a
a

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Genel Sosyoloji ve Metodoloji doktora programından Sevcan Tiftik ile “Cumhuriyet Sonrası Türkçe Romanda Sakat Erkeklik Deneyimleri” üzerine konuştuk.

engellilik ve cinsiyetlerle ilgili illüstrasyon
Türkçe romanda sakat erkeklik deneyimleri
 

Türkçe romanda sakat erkeklik deneyimleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Burcu Şahin: Öncelikle dinleyicilerimiz için bazı kavramların anlamlarını konuşarak başlayalım diyorum. Sakat ne demek, neden özellikle bu kelime tercih ediliyor? Engel ya da özür kelimelerini neden kullanmıyorsun? Özellikle bir süredir oturtulmaya çalışılan bir kelime olan “engelli” neyin temsili olarak var ve neden reddedilmeli? 

Sevcan Tiftik: Bu çalışmada temel terim olarak “engellilik” ve “özürlülük” ifadelerini bilinçli bir şekilde tercih etmiyorum. Burada sakatlığı kullanıyorum. Bülent Küçükaslan “Sakat Politiktir” başlıklı yazısında “‘sakat’tan ‘özürlü’ye oradan da ‘engelli’ye geçiş[in] öyle masum bir değişiklik” olmadığını, bu sürecin “bedenlerimiz üzerindeki iktidarın ana hatlarına işaret [ettiğini]” dile getirir (2011). Küçükaslan özürün, sözlük anlamına dikkat çekerek “bir kusurun hoş görülmesini gerektiren sebep, mazeret” tanımıyla özürlü ifadesinin temelinde bir mahcubiyet yani “‘kusura bakmayın ne olur, sakatım, büyük bir kusurum var, hoş görün’ anlamını barındırdığını ve ayrıca özürlü ifadesinin kullanımında da kişinin defolu, eksik ve hatalı olarak değersizleştirildiğini öne sürüyor (2011). Nazmiye Güçlü ise “Sakata Sakat Demeli” başlıklı yazısında sakatlık terimine karşı üretilen, az önce sıraladığım alternatif kelimelerin neden ve nasıl icat edildiğini tartışıyor. Türkiye’de sakat sözcüğünden sonra dolaşıma giren bu ifadelerin; bedenin bütünlüğünü ihlal eden kısmı, fazlalığını veya bedenin normlarını aşan parçalarını karşılamadığına dikkat çekerek şunları söylüyor: “[Alternatif ifadeleri] Sakatları sevmeyen, görmek, adını duymak istemeyenler kullanıyor… Kambur birine ‘engelli’ derken de düşünse mesela insanlar, kamburlar ne engellidir? “ (2005) diye soruyor. Gerek Güçlü gerekse Küçükaslan dilin eylemselliği kapsamında acıtan ve yaralayan bir sözcüğü –sakatı– sahipleniyorlar. Ayrıca sakatlığın toplumsal yönüne vurgu yapılıyor burada. Engelin sakat kişinin bedeninde değil, onu çevreleyen ve çerçeveleyen toplumsal örgütlenmede yer aldığı vurgulanıyor. Ben de bu nedenle tercih ediyorum.

BŞ: Meseleyi derinleştirmeden evvel yine birkaç kavramı daha açarak devam edelim. Beden ve toplumsal cinsiyet ilişkisi bağlamında sağlamlık ve heteronormativiteyi konuşalım. Bunların beraberinde de zorunlu sağlam bedenlilik, zorunlu heteroseksüellik, yeti yitimi gibi kavramlar geliyor. Bu kavramları da açabilir misin biraz? 

S.T.: Heteronormativite tüm canlıları heteroseksüel olarak kabul etme ve “norm/[al]” olanın heteroseksüel cinsel yönelim varsayıldığı normlar çokluğudur. “Doğal olanın” “karşı” cinse yönelme olduğunu söyler bu norm sistemi. Bu sistem, türlü cinsel yönelim çeşitlerinden yalnızca heteroseksüelliği yönelim olarak varsayar ve bunun dışında kalanları damgalar, ötekileştirir veya marjinalleştirir. Cinsel, duygusal ve arzuya dayalı ilişkilenmelerde sadece “karşı cinsiyetle” uyumlu olunabileceği kabulüyle; canlıların atanmış cinsiyet kimliklerinin karşıt olanına yönelmesini zorunlu kılar.

Robert McRuer “Zorunlu Sağlam Bedenlilik ve Queer/Sakat Varoluş” başlıklı yazısında Adrienne Rich’in zorunlu heteroseksüellik kavramsallaştırmasından yola çıkarak, sakatlık çalışmaları alanına zorunlu sağlam bedenlilik kuramını kazandırır. Rich’in ileri sürdüğü bu zorunluluk, kişinin hangi bedenlere meşru bir şekilde potansiyel sevgili olarak yaklaşabileceğini ve hangilerine yaklaşamayacağını belirler. Cinsel yönelim yalnızca arzularla ve “tercihlerle” ilgili değildir, aynı zamanda bedenleri de şekillendirir. Zorunlu Heteroseksüellik; bedenlerin maddesel özelliklerine dayanarak cinsiyet kimliklerini atar, bu kimliklere göre roller belirler. Bu bağlamda tanımlanan bedenlerin, hangisinden hangisine yöneleceğine karar verir. McRuer’in öne sürdüğü zorunlu sağlam bedenlilik de, heteronormative de beden tesiri bağıntısının doğrudan bir parçasıdır. Nihayetinde normların belirlediği –ideal ve ikili– toplumsal cinsiyet kimlikleri (yani kadın ve erkek), sağlam bedenli ve heteroseksüel olmak üzerine kuruludur. Bu açıdan diğer tüm kimlikler, “doğal, sağlıklı ve normal” kategorilerine girmediğinden öteki addedilirler.

B.Ş.: Şimdi meselenin edebiyatla ilişkisine girebiliriz sanıyorum. Öncelikle tezinde hangi romanları inceliyorsun bunları anabilirsin belki, sakatlık deneyimlerinin erkeklikler alanında nasıl var olduğunu, meselenin roman düzleminde nasıl işlendiğini merak ediyorum? 

S.T.: Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı,  Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı, Kemal Tahir’in Köyün Kamburu romanı,  Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanı, Murat Uyurkulak’ın Har: Bir Kıyamet Romanı adlı romanı, Süleyman Akbulut’un Sandalye: Ben Büyüyünce… Mavi Olacaktım romanı, Ahmet Coşkun’un Fransız Balkon ve Acuka romanları, Emrah Polat’ın Alocu Tilki’nin Serencamı romanı ve Turgay Yılmaz’ın Felç romanını inceliyorum. Tematik olarak sakatlığın temel mesele edildiği Cumhuriyet sonrası Türkçe romanlardaki sakat erkeklikler üzerine çalışıyorum.  Bu çalışmayı; içeriğinde odak olarak sakatlığın sorunsallaştırıldığı, sakatlık deneyimlerinin aktarıldığı ve sakat karakterleştirmelerin merkezde yer aldığı metinlerle sınırlandırıyorum.

“Zorunlu sağlam bedenlilik doğal, ideal ve norm olduğundan bu ideali yıkan her şey karakterlerin de benliklerini yerle bir ediyor. Burada da karşımıza erkekliklerin yıkımı olarak çıkıyor.”

B.Ş.:  Bedenin deformasyonundan bahsediyoruz ancak burada hastalık tabirini kullanmıyoruz. Cioran geliyor aklıma, onun için ‘sağlık’, daima olumsuz bir anlamda. “Hastalık ise bir faaliyettir” ya da Sontag’ı hatırlayalım, o da hastalığı konaklama kelimesiyle anlatıyordu. Hastalıkta geçicilik vurgusu baskınken sakatlıkta kalıcılık mı anlaşılıyor? Romanlardaki erkekler, bu konuda kendilerine nasıl bakıyorlar, kendileri üzerine düşünenler sakatlıklarının geçici bir şey olmadığını fark ettiklerinde nasıl davranmaya başlıyorlar? 

S.T.: Sakatlık kapsamında ben öyle bir ayrıma gitmiyorum. Sadece, bu tezde seçtiğim metinlerdeki erkek karakterlerin sakatlıkları başlarına gelen türlü olaylara istinaden sakat kalışlarından ibaret. Sağlam bedenle başladıkları yolculukları sakatlık deneyimiyle devam ediyor ve kimlikleri, deneyimleri hayatlarının ana odağını oluşturuyor. Bu, benim romanları sınırlandırma yöntemlerimden biri aslında. Diğer taraftan zorunlu sağlam bedenlilik doğal, ideal ve norm olduğundan bu ideali yıkan her şey karakterlerin de benliklerini yerle bir ediyor. Burada da karşımıza erkekliklerin yıkımı olarak çıkıyor. Karakterlerin bedenleri ve toplumsal cinsiyetleri, ideallerine, sağlamcı heteronormativiteye uymuyor. Bu tez için seçilen romanların hiçbirinde; (zorunlu) sağlam bedenliliğin süreklilik ideali, kesintiye uğramıyor. Bu romanlarda, sakatlıkların sonradan geçirilen bir kaza veya hastalıkla gerçekleşmesine rağmen, sağlamlığın sonsuzluk idealine gölge düşmüyor. Sakatlığı değil de sağlamcılığı bir ideal ve kalıcılık olarak yansıtıyor anlatılar.

B.Ş.:  Peki romanlardaki erkekler içinde sakatlığını bir konfora dönüştüren, işe yarar bir şey haline getiren karakterler var mı? Bu deneyim alanından başkalarına tahakküm kuran, bunu kullanan?... Ya da tersten bir bakış açısıyla Goffman’a atıfla söylersem, sakat kişinin toplumla olan “buzları kırması” adına gönüllü olarak teşhirci bir adım atma eylemi olan karakterler var mı?  

S.T.: Süleyman Akbulut Sandalye: Ben Büyüyünce… Mavi Olacaktım’da ve Emrah Polat Alocu Tilki’nin Serencamı’nda adeta sakatlık deneyimine yeni geçenlerin yaşamını kolaylaştırmak için anlatıcıları konuşturur. Bir kılavuz gibi, deneyim aktarımı gibi. Öyle ki anlatıcılar bu konumlarını, bunları anlatma gerekçelerini sorgular. İki metinde de anlatıcılar, sakatların hayatlarını kolaylaştırması amacıyla bunları dile getirdiklerini paylaşır. 2008’de yayımlanan Sandalye: Ben Büyüyünce… Mavi Olacaktım, Süleyman Akbulut’un otobiyografik romanıdır. Başkarakter Süleyman’ın anlatıcılığındaki romanda başından geçen araba kazası, uzun süren hastane süreci, sakatlığı ve gündelik yaşamı aktarılır. Emrah Polat’ın Alocu Tilki’nin Serencamı (2014), telefonla dolandırıcılık yapan Tilki Sadık’ın kendi anlatıcılığındaki hikâyesidir. Silahlı saldırıya maruz kalan Sadık, omurilik felci teşhisiyle hastanede kaldığı süreçteki gündelik yaşamını, sakat bedenli oluşunu ve yaptığı dolandırıcılıkları anlatır. Tezde seçilen metinlerden, özellikle 2000’li yıllarda yazılanlar arasında sorun bağlamında, ortak pek çok sakatlık deneyimi mevcuttur. Murat Uyurkulak’ın Har: Bir Kıyamet Romanı adlı romanında, Süleyman Akbulut’unSandalye: Ben Büyüyünce… Mavi Olacaktımmetninde, Ahmet Coşkun’un Fransız Balkon ve Acukaromanlarında ve Turgay Yılmaz’ın Felçromanıyla bu metnin sakat karakterinin deneyimleri; kente tüm yurttaşlarla eşit erişim imkânlarının olmayışını eleştirme, neoliberal sağlık politikaları ve tıp eleştirisi, bir mekanda-evde kapalı kalarak toplumdan izole olmanın eleştirisi kapsamından oldukça önemlidir. Yine sakatlık deneyimi yeni başlamış kişilere kılavuz olma, geçici sakatlık deneyimine sahip olanlar için kurtarıcı rolü üstlenme gibi.

“Ahmet Celal, sakat bedenini gaziliği aracılığıyla idealize etse de gururla taşısa da yücelttiği değerlerin ve deneyiminin köydeki payesini alamıyor.”

B.Ş.: Militarist modernleşme sürecinde neredeyse çoğu şeyin yüceleştirmeye ve kutsallaştırmaya maruz kaldığını biliyoruz. Bu politika içinde ölüm, hastalık gibi bireye has olanlar, toplumsal ve kutsal şeyler. Çünkü her ne yapılıyorsa bu vatan için oluyor. Aşk konuşulacaksa bu bir kadına değil vatana duyulmalı misal, o zaman kutsallaşıyor. Ki zaten o dönemin romanlarında doğru yolu bulan erkekler, dikkatlerini kadından vatana kaydıran bir olay örgüsü içindeler. Senin konun etrafında nasıl yaklaşılıyor sakatlığa, yüceleştirme var mı romanlarda? Olması gereken erkeklikler, asker olmak, gazilik… Şu da çok ilginç bir mesele, Gazilik gibi bir unvanın anlamını biliyoruz ama bunu deneyimleyen erkek, nasıl yaklaşıyor? Toplum tarafından atfedilen gururu, kendisi için taşıyor mu, bir övünç kaynağı olarak görüyor mu? Yoksa odalarına çekildiklerinde başka türlü bir itirafla karşılaşabiliyor muyuz? 

S.T.: Evet elbette. Gazilik oldukça yüce bir konum benim incelediğim romanlarda da. ModernTürkçe edebiyatta bedenin kurmaca metinlerde görünürlüğü, hastalık ve gazilik ekseninde başlar. Uzun süren savaş yılları ve ulus-devlet inşa süreci göz önünde bulundurulduğunda bu şaşırtıcı olmayacaktır. Milli edebiyat dönemi kapsamına alınan pek çok eserde erkeklerin deneyimlerini sakatlıkları kapsamında görmek mümkün. Ulus-devlet inşa sürecindeki romanlardan, Yaban (1932) sakatlık meselesini anlatı boyunca işlemektedir. Yaban’da devletin halka, bedenlere yönelik politikaları; gazi Ahmet Celal’in anlatıcılığında ve birlikte yaşadığı köylülere, kendi sakat bedenine ve mütarekeye bakış açısından verilir. Öte yandan Ahmet Celal’ın öznelliği, salt kendisi tarafından kurulmamıştır. Kendisinin sakat kimliğini sahiplenmesi kadar, köy halkının ona yönelik söylediği “yaban” ifadesi de onun öznelliğinin parçası. Henüz sakat sözcüğü, Türkçe edebiyat metinlerinde aşağılayıcı ve yaralayıcı anlamlarını edinmemişken, kimliğini sözcüğün temel anlamıyla kuran Ahmet Celal için, “yaban” sözcüğü yaralayıcı olur. “Yaban” adlandırması ile yalnızca Ahmet Celal’in bireysel öznelliği icra edilmez, aynı zamanda özne oluşu toplumsal olarak da kurulur. Bu söylem onun toplumsal konumunu belirtir bir yandan. Bu açıdan kendisi ikircikli bir hissiyat içerisindedir. Evet kendisi gaziliğini yüceltir ama bu yüceliğin köyde bir karşılığı yoktur. Aynı şekilde kendisinin köylüler üzerinde de bir otoritesi yoktur ve onun bedeni yüceltilmek yerine sıradan kabul edilir. Kendisi sakat bedenini gaziliği aracılığıyla idealize etse de gururla taşısa da yücelttiği değerlerin ve deneyiminin köydeki payesini alamıyor.

“Sağlamcılık ve heteroseksizm dayatılıyor evet ama bunu kıran sakat aktivistler, sivil toplum, bu alanda hiç de azımsanmayacak derecede çaba gösteren çalışan sağlık ve sosyal bilimler alanında çalışanlar var.”

B.Ş.: 2010’ların başında yazdığım bir yazıda kaynak olarak kullandığım bir kitap geldi aklıma, senin çalışmana bakarken. Hem bu eşikte olmayı da çok iyi anlatıyordu. Pierre Ancet’nin Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi. Yazar bu kitapta ucubenin tanımını bir istisna hali olarak yapıyordu. Bu istisnadan bahsetmek de bir parça dikizciliği taşıyor ve aslında kendi tepkilerimizden bahsetmek zorunda kalırız diyordu. Buna Freud yabancı biçimde aşina olmak diyordu misal. Farklı olana bakarken kendimizi de hissetmemiz ve bunun yarattığı tekinsizlik üzerinden yazıyordu. Toplumsallık üzerinden değerlendirdiğinde sakat kişinin daima bir eşikte kaldığından bahsediyordu. Ne yetişkin ne çocuk ne yabancı ne tanıdık ne dışlanmış ne tam bir vatandaş. Yabancı bir biçimde aşina olunan sakatlığa başkaları olarak bu eşikte kalma halini dayattığımızı söylemek mümkün müdür sence? Türkçe romandaki sakat erkeklik deneyimlerinde bu arada kalmışlığı ifade eden karakterler var mı? 

S.T.: Bu konuda benim çalışmalarım kapsamında öncelikle şunu belirtmemde fayda var.  Hem sivil toplum alanında hem akademide bir söz üretirken, bakışımın senin değindiğin sağlamcı lensten olmaması için çaba sarf ediyorum. Sağlamcı bakışlar aklıma geliyor sözün üzerine. Evet, dikizcidir bana kalırsa. Ancak sakatlık deneyimiyle hemhal birisi olarak sağlamcı yaklaşımın farkındalığıyla yaşamımı sürdürüyor ve etrafı gözlemliyorum. Kendimdan ziyade belki de toplumun genel bakışının ve yaklaşımının türlü bedensel halleri ve deneyimleri görmezden geldiği ve sakatlığı kapsayıcı politikalarda dahi tüm bunların gözden kaçabildiğini vurgulamak lazım. Sağlamcılık ve heteroseksizm dayatılıyor evet ama bunu kıran sakat aktivistler, sivil toplum, bu alanda hiç de azımsanmayacak derecede çaba gösteren çalışan sağlık ve sosyal bilimler alanında çalışanlar var. Edebiyata baktığımızda ise sağlamcılık karşıtı bir perspektiften yapılan çalışmalar çok taze. Romanlardaki sakat erkeklik deneyimlerinde karşımıza çıkan da aslında bundan farksız. Toplumun sağlamcı bakışını eleştirenler daha yakın tarihli romanlar. Ancak arada kalanlar, yani senin sözünü ettiğin eşikte vatanıyla, bedeni ve erkekliği arasında kalıyor. Özellikle 1930’lu yıllarda yazılanlarda durum böyle sirayet ediyor.