Simone de Beauvoir’ın Otobiyografik Yapıtlarında "Özne"

-
Aa
+
a
a
a

Abdullah Ezik, İstanbul Üniversitesi, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden Selin Gürses Şanbay ile Simone de Beauvoir’ın metinlerine yansıyan otobiyografik öğeler, Jean-Paul Sartre ile kurduğu ilişki/dostluk ve bir Fransız entelektüeli/feministi olarak portresi üzerine konuştu.

Elizabeth Shippen Green'in "Kütüphane" tablosu
Elizabeth Shippen Green - "Kütüphane"
Simone de Beauvoir’ın Otobiyografik Yapıtlarında "Özne"
 

Simone de Beauvoir’ın Otobiyografik Yapıtlarında "Özne"

podcast servisi: iTunes / RSS

Abdullah Ezik: Simone de Beauvoir, Türkiye’de çoğunlukla felsefeci ve feminist kimlikleriyle ön plana çıkan, ancak buna karşın modern Fransız edebiyatının da önemli figürlerinden birisidir. Öncelikle bir feminist, felsefeci ve edebiyatçı olarak siz nasıl bir Simone de Beauvoir profili çizersiniz? Beauvoir’ın günümüzdeki karşılığı/anlamı nedir?

Selin Gürses Şanbay: Türkiye’de ve hatta tüm dünyada Beauvoir ismiyle birlikte ilk akla gelen kavram feminizm oluyor. Elbette bunun en temel sebebi kadınlık tarihini ve türlü kadınlık hallerini mercek altına aldığı 1949 yılında yayımlanan yapıtı İkinci Cins’tir. Bu yapıtta kadınların hemen her durumuna değinen Beauvoir aslında Batı kültürü çerçevesinde değerlendirildiğinde bir ilke imza atmıştır. Çünkü bu zamana kadar konusu kadın da olsa o kadınlara ses veren çoğunluk hep erkekler olmuştu. Tarih yazımında da, felsefe alanında da, edebiyat alanında da eril kalemler kadınların sesi olmuştu. Genel bir çerçeve çizince ortaya çıkan resim bu; elbette az sayıdaki istisnalar her dönemde vardır. Kısaca kadına o zamana kadar ses/söz vermeyen kadın/erkek birçok farklı sosyal figürün karşısında hem araştırmacısı hem araştırma konusu kadın olan başat bir çalışmayı ortaya koyar. Dolayısıyla bu kimlikle tanınması son derece doğaldır.

Ama soruda da altını çizdiğiniz gibi önemli bir edebiyat figürüdür aslında kendisi. Fransız Edebiyatı’nın, varoluşçu edebiyatın vazgeçilmez isimlerinden biridir. Yazdığı dönem dolayısıyla zaten ne felsefeden ne bilimsel temelli önermelerden vazgeçmeden kurgu dünyasında/edebiyat tarihinde kendine çok sağlam bir yer edinir. İkinci Cins’in dışında yazdığı Belirsizlik Ahlakı Üzerine, Pyrrhus ve Cinéas gibi felsefi denemelerinin dışındaki yapıtları sayıca epey fazladır. Bu yapıtları iki genel başlık altında toplarsak; birincisi tamamen kurgu (fiction) olarak değerlendirilen romanları, öyküleri ve dahi tiyatro oyunu; ikincisi ise kendi yaşamını bazen kronolojik olarak aktardığı bazen de farklı temalar çerçevesinde oluşturduğu otobiyografik yapıtlarıdır. Bu noktada şunu da belirtmeden geçmemek gerek, eğer bu ismin yazınsal yaşamından bahsediyorsak: Beauvoir’ın kurgularında da kendi yaşamından izleri rahatlıkla görebiliyoruz. Yani ister kurgu anlatsın ister doğrudan otobiyografi yazsın, aslında hep kendinin bir portresini çizer.

AE Simone de Beauvoir’ın kurgu metinlerindeki en önemli konulardan birisi de şüphesiz yarattığı cesur kadın kahramanlardır. Bunun izlerini Mandarinler’den diğer metinlere sürmek mümkün. Peki Beauvoir’ın kadın kahramanlarını bu kadar cesur yapan nedir? Beauvoir’ın kadın kahramanlarının ortak özellikleri/kişilikleri üzerine ne söylersiniz?

"'Mandarinler’de Sartre, Camus gibi entelektüellerin düşüncelerinden izler bulmak hiç de zor değildir"

SGŞ: Goncourt ödüllü Mandarinler adlı yapıtında toplumsal gerçekçi bir anlatıyla karşı karşıya bırakır okurunu. Hemen eklemek gerekir ki Beauvoir’ın tüm kurgu ve otobiyografik yapıtlarında dönemin Fransa’sı ve Avrupa’sının yeniden sunumları arka plan olarak hep vardır. Alman işgali sonrasında bir grup arkadaşın yaşamına ayna tutan Mandarinler’de, her ne kadar kurgu da olsa o dönemin gerçek Paris’inden ve gerçekten yaşayan Sartre, Camus gibi entelektüellerin düşüncelerinden izler bulmak hiç de zor değildir. Mandarinler’in bir başka çarpıcı yanı, sizin de dediğiniz gibi, o dönemin entelektüel karakterlerini eleştirirken ya da betimlerken kadın kahramanların son derece cesur karakterler olarak yazılmış olmasıdır. Sadece Mandarinler değil, diğer yapıtlarında da bu böyledir diyebiliriz.

Roman kişileri dediğimizde, kanona bakmak adına, biraz geriye gelip, Fransa’daki roman geleneğine baktığımızda elbette çok fazla kadın kahraman görüyoruz. Realist dönemin Eugénie Grandet’si, Emma Bovary’si gibi unutulmaz kadın karakterlerin sosyal yaşamdan mahrum, evin duvarları arasında var olabilen, eril düzenin kendisine layık gördüğüyle yetinmek zorunda kalan, fazlasını ancak hayal edebilen kadınlar olduğunu biliyoruz. Bir sonraki yüzyılın Proust, Gide gibi yazarlarının kadın kahramanları belki biraz daha sosyallik kazanmış olabilirler ancak, bu da burjuvazi ve sosyal yaşamın hareketliliğinden kaynaklanır. Bu kadınların da, yüzyılın başında, “erkeklerinin” (babalar, eşler, oğullar, erkek kardeşler gibi kendi sosyal çevrelerinin erkekleri) isimlerinin gölgelerinde yaşayan, onların ışığında var olabilen kadın karakterler görüyoruz. Sözünü ettiğimiz tüm bu kadınların ortak noktası da kadınlığın kırılganlığı, anneliğin kutsallığı gibi ataerkil düzen ve tabi ki onun en önemli ürünü toplumsal kodlar tarafından kadına atfedilmiş zayıflatıcı unsurlar.

Beauvoir’ın yapıtlarında bu durum değişiyor. Örneğin Mandarinler’deki kadınlar korkusuz ve gözü karadır. Hâkim teması aşk olan bir romanda dahi Beauvoir’ın kadınları dönemin yazınsal kadın karakterlerinden farklıdır yani. Bir başka önemli kurgu yapıtı Başkalarının Kanı’nda ise yazar Fransa’nın sosyo-politik tarihinin adeta bir panoramasını çizerken aşk, politika gibi temalar çerçevesinde konumlandırdığı kişileri ise bu defa başkaldıran karakterleriyle ön plan çıkarlar. Elbette varoluşçuluk ilkelerine göre başkaldırı demek sorumluluk demektir. Dolayısıyla ne kendi yaşamının ne de başkalarının yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmayan karakterler vardır bu anlatıda. Başkalarının Kanı’nın erkek ve kadın karakterleri hem kendilerini hem de toplumun tüm bireylerini kurtarmanın peşinde bir serüven içindedirler. Bir başka örneğe gitmek istersek, Beauvoir’ın en bilinen anlatılarından biri olan Konuk Kız adlı yapıtında ilk bakışta bu güçlü kadın portresi yıkılır gibidir. Ama yapıtın kadın karakterleri incelendiğinde öyle olmadığı da apaçık ortadadır. Anlatı her zamanki gibi savaş sırasındaki Fransa’da geçer. Ancak bu defa Beauvoir’ın kendi yaşamından izler açık seçik ortadadır. Simone de Beauvoir ve 20 yaşından beri hayat arkadaşı olan felsefeci yazar Jean-Paul Sartre ile arkadaşları Olga’nın bir dönem yaşadıkları üçlü ilişkinin bir kopyasını kurgular yazar Konuk Kız’da. Yine üçlü bir ilişki vardır ve yine sonucunda yıkım yaşanır. Tıpkı gerçek yaşamında bu üçlü ilişkinin sonunda hastanelik olacak kadar yıpranan ve üzülen Beauvoir’ın kendisi gibi kitaptaki karakterler yıkıma uğrarlar. Anlatı karakterlerine son bir örnek verecek olursak, bir öykü ya da kısa bir roman olarak betimleyebileceğimiz Moskova’da Yanlış Anlama adlı anlatısında ise yaşlanmış bir felsefeci/edebiyatçı karı-kocanın yaşlılıkla birlikte ilişkilerine yerleşen sessizlik, beğenilmeme korkusu gibi gündelik sorunlarına değinir. Bu yapıt üzerine öteki algısı konusunda bir inceleme makalesi yazarken her ne kadar karakterlerin kurgu olduğunu bilsem de aklımda hep Beauvoir ve Sartre çifti vardı. O denli gerçeğe paralel giden de bir hikayedir. İletişimsizliğin yıkıcı gücünü kadın ve erkeğin gözünden okuruz satır satır bu anlatıda. Baş karakter olan kadın güçsüz düşmüştür çünkü kendini ifade edecek atmosferi yakalayamaz. Kadın sesini/sözünü kazandığı anda ise, gücünü de kazanır.

Toparlayacak olursak, Beauvoir’ın genel anlamda tüm kadın karakterlerine baktığımızda neden güçlü olduklarını görebiliyoruz. Hepsi gerçek çünkü; “gerçek” derken, gerçekten yaşamış olduklarından söz etmiyorum. Farkındaysanız, yıkılan kadın da var, tüm dünyanın sorumluluğunu üstlenen kadın da var. Bir anlamda, hepsi aynı kadın aslında; hepsi adeta Beauvoir’ın toplumsal yaşamının farklı bir yönünü yansıtır. Bu kadınlar ne süper kahraman gibi güçlüler ne de bir çiçek kadar kırılgan. Daha doğrusu, bu kadınların içlerinde her ikisi de var. Bazen çok güçlüler; insan üstü bir güçle herkesten daha dik ayakta kalabiliyorlar -aynı Beauvoir’ın işgal edilmiş Paris sokaklarında Sartre için endişelenirken olduğu gibi. Bazen de hassaslar; örneğin her insanın karşılaşabileceği bir ölümle, bir ayrılıkla karşılaştıklarında. Beauvoir’ın kadınları ne duygudan ibaret -toplumun kadına atfettiği gibi- ne de sadece davadan ve görevden... Kendisi gibi, yaşamın ve insan olmanın (kadın olma, erkek olma diye ayırmadan) her yönünü kucaklarlar. O yüzden bu karakterler için “güçlü kadınlar” diyebiliriz.

"Sartre ve Beauvoir’ın ilişkisi klasik romantik bir ilişki olarak kalmaz"

AE: Simone de Beauvoir ile özellikle Jean-Paul Sartre arasındaki ilişki gerek tarihsel gerekse kurgusal anlamda birçok açıdan kıymetlidir. Simone de Beauvoir’ın metinlerinde de izi sürülebilecek bu ilişki, şüphesiz modern Fransız felsefesi ve edebiyatında da kendisine önemli bir karşılık bulmuştur. Peki Beauvoir ile Sartre arasındaki ilişki gerek onları ve üretimlerini, gerekse dönemini nasıl ilgilendirmiş, nasıl bir karşılık bulmuştur? Bu ilişki/dostluk üzerine ne söylersiniz?

SGŞ: Beauvoir ve Sartre ilişkisi anlatmakla bitecek bir konu değil elbette. Hem herkesin bildiği gibi hem de Bir Genç Kızın Anıları’nda Beauvoir’ın kaleme aldığı üzere, Sartre’la ilişkisi 1929 yılında, ikisi de 20’li yaşların başında felsefe agregasyon sözlüsüne hazırlanırken Sorbonne sıralarında başlar. Ve daha o yıllardan itibaren de adeta ayrılmaz ikili olurlar. Bu bir aşk, bir dostluk, hayat arkadaşlığı, dava arkadaşlığı, bazen bir hoca-öğrenci ilişkisi, meslektaşlık gibi çok yönlü ve yaşamları boyu kopmayacak türden bir ilişkidir. Her ne yaşamış olurlarsa olsunlar, bir röportajda Sartre’ın da söylediği gibi 50 yılı aşkın ilişkilerinde bir gece bile birbirlerine kızgın ya da dargın olarak uyumamışlardır. Felsefeyle başlayan ilişkileri her seferinde içine başka alanlar ve anlamlar, başka işlevler roller katarak büyür ve ikisi için de muazzam bir ortaklığa dönüşür.

Dönem üzerinde nasıl bir katkıları olduğu sorusuna ise sanıyorum entelektüel üretkenlik içeriğiyle yanıtlamak doğru olacaktır. Birbirlerini “yazmak” üzerinden hep olumlu şekilde koşullandıran ve cesaretlendiren çift, sadece ayrı ayrı kitap yazan bir çift olarak kalmaz çünkü. Varoluşçu düşünceden hareketle kişisel ve toplumsal sorumluluktan asla kaçınmazlar. Edebiyat alanında ortaya koydukları ortak çalışma Modern Zamanlar (Les Temps Modernes) belki de bunun en somut örneklerindendir. Charlie Chaplin’in ünlü filminden esinle isimlendirdikleri bir dergi olan Modern Zamanlar, Paris merkezli aylık bir dergi olarak ortaya çıkar. 528 sayısı, artı özel dosya ve sayılarıyla yüzyılın ikinci yarısının edebiyat, düşün ve politik durumlarına adeta bir ayna olur tüm yazılanlar. Kurucuları Sartre ve Beauvoir’ın dışında Maurice Merleau-Ponty, Francis Ponge, Raymond Aron, Jacques-Laurent Bost, Samuel Beckett, Carlo Levi, Boris Vian, Raymond Queneau, Jean Genet, Nathalie Sarraute gibi isimleri misafir yazar olarak ağırlayan bir dönem arşivinden bahsediyoruz Modern Zamanlar ismini anarken.

Sartre ve Beauvoir’ın ilişkisi klasik romantik bir ilişki olarak kalmaz kısacası. Romantik boyutta da zaten açık bir ilişki yaşadıklarını, zaman zaman özel hayatlarına başkalarını da aldıklarını biliyoruz. Dolayısıyla tekrar olacak ama çok yönlü, çok katmanlı bir ilişkiden söz ediyoruz Beauvoir ve Sartre isimlerini birlikte andığımızda. Modern Zamanlar’dan başka, örneğin Cezayir olaylarında mahkemede de birlikte hareket ederler ve birbirlerini desteklerler. Politik olarak da yan yana durarak adeta birer “yoldaş” olarak Çin, Brezilya, Küba gibi ülkelerden gelen resmi davetlere birlikte iştirak ederler.

Politik angajmanları dolayısıyla çok fazla yolculuk yaparlar ve Fransa’nın, Paris’in dışındaki dünyayı görme arzuları da ortaktır. Bir erkek ve bir kadın olarak yazarlık serüvenlerini de, tutkularını da savaşı da, özel hayatlarını da, politik ve felsefi düşüncelerini de birbirlerine paralel ve çoğu zaman aynı doğrultuda ilerletirler.

Bu ilişkiyle ilgili, son olarak şunu da söylemek gerekir: Çevreden, özellikle Beauvoir’a çok eleştiri geliyor, özellikle feminizm hareketlerinden sonra. Beauvoir’ın kadın hareketleriyle ilgili mücadelesini destekleyen ve takip edenler onun Sartre’a boyun eğmiş olduğunu varsayıyor çünkü. Beauvoir’ın yaşamı boyunca savaştığı kadınlık algısıyla ilgili klişelere düşüyorlar başka bir deyişle. Kendisine "Notre Dame de Sartre" ismini bile takıyorlar, Sartre’ın kadını gibi bir söylem anlamında. Halbuki röportajlardan, tanıklıklardan ve otobiyografilerinden bildiğimiz üzere, biri ötekinden asla üstün değildir bu ilişkide. Kendi dinamikleri içinde eşitlik ve adalet duygusuyla bunca sene ele ele yürürler. Sanıyorum bir ömrü saygı, sevgi ve özgürlük ve bağımsızlık içinde birlikte geçirmenin çoğu anahtarı da onların ilişkisinde saklıdır diyebiliriz.

AE: Simone de Beauvoir’ın kurgusal metinlerinde sık sık kendi yaşamından beslendiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Siz de “Simone de Beauvoir’ın Otobiyografik Yapıtlarındaki Öznenin Ortaya Çıkışı” başlıklı doktora tezinizde bu konuya eğiliyorsunuz. Beauvoir metinlerinin otobiyografik yanı üzerine ne söylersiniz? Beauvoir, kurgusal metinlerinde otobiyografisinden nasıl ve ne derece faydalanır?

"Beauvoir, anlattığı kişilerle ilişkilerinin de hesabını yapmaktan geri durmaz"

SGŞ: Az önce söylediğimiz gibi, kurgularında bile bu denli kendi tanıklıklarından, kendi yaşamından beslenen bir yazarın otobiyografik yapıtlarında içeriği ne kadar özelleştirebileceğini ve samimiyetini ne denli ileri götürebileceğini tahmin etmek zor değildir. Bir Genç Kızın Anıları, Olgunluk Çağı ve Koşulların Gücü adlı üç yapıtında da bir kimlik inşası söz konusudur. Satır satır, okuruna bir kız çocuğunun, bir kadının, bir hocanın, bir feministin, bir yazarın -ünlü Beauvoir uzmanı ve kendisinin son dönemlerde yoldaşı olan Claudine Monteil’in deyimiyle- bir özgürlük aşığının ilerlemesini okuruz. Üstelik her kitabın başına bir önceki kitapta anlatılanlarla ilgili bir özeleştiri vardır önsöz adı altında. Bu önsözlerde, kitapları yazan Beauvoir olarak yaşamının önceki kitaba denk gelen kısmının adeta bilançosu yapar. En çok ve en sert kendini eleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Panoramik olarak bakarsak, daha ilk kitap olan Bir Genç Kızın Anıları’nda, Katolik burjuva bir aileden gelen ve henüz ilk gençlik çağlarında erkek kuzenine ve sonrasında en yakın kız arkadaşı Zaza’ya karşı duyduğu hislerin anlatımı, dönemine göre marjinal bir kadının hikayesinin anlatılageldiğini duyurur adeta. Ne cinsiyet kodları durduracaktır Beauvoir’ı ne dinî dogmalar. Bu kitabın sonunda Sorbonne’da Sartre’la tanışır. Bu ismin onun için ne kadar önemli olduğunu ise Olgunluk Çağı adlı yapıtında okuruz. Tüm dünyayı gezme ateşiyle, eşitlik ve adalet anlayışını herkese aşılama göreviyle yanıp tutuşan iki gencin olgunlaşma hikayesini okuruz aslında. Fakat Beauvoir, okurunu daha en baştan uyarır ve der ki: "Ben kendi hayatımla ilgili her şeyi, tek bir şeyi bile saklamadan size sunacağım. Ama Sartre’ın hayatına dair olanları, o kendisi size aktaracak" diyerek belli bir limit koyar sözlerine. Çünkü biliyordur ki Sartre da kendi hayat hikayesini anlatmaya koyulmuştur. Ancak Sartre 10 yaşına kadarki çocukluğunu anlattığı Sözcükler’den sonra devam etmez ve kendi yaşam öyküsünün anlatısını tek kitapla sonlandırır. Serinin sonuncusu Koşulların Gücü’nde ise artık kendini kanıtlamış bir yazardır Beauvoir. Yazar, okuruna Amerikalı Nelson Algren’le yaşadığı tutkulu ilişkiden Paris’in işgaline kadar birçok önemli olayı aktarır. Hatta hikayesinin Alman işgaline denk gelen kısmına gelince anlatısını keser ve günü gününe tuttuğu günlükleri otobiyografik anlatısına yerleştirir. "O günleri daha canlı ve gerçekçi nasıl anlatacağımı bilemedim" der önsözde. Günden güne umutsuzlaşan, korkan ve yalnızlaşan bir kadının bazen çaresizliğini, bazen umudunu okuruz günlüklerde. Elbette savaş sona erer ve Sartre’la el ele Paris caddelerinde bu kurtuluşu kutlarlar. “Her insanın karşılaşamayacağı türden bir mutluluk bahşedilmişti bana” der kaybettiği özgürlüğünü ve bağımsızlığını yeniden kazandığı o günü anlatırken.

Annesinin ölümünü anlattığı Sessiz Bir Ölüm, Sartre’ın ölümünü anlattığı Veda Töreni ise daha tematik ve sınırları kesin belirlenmiş yapıtlardır. Tek bir konu çevresinde, ne düşüncelerinden ne duygularından kaçınmadan bahseden Beauvoir, anlattığı kişilerle ilişkilerinin de hesabını yapmaktan geri durmaz. 1972’de yayımlanan Hesap Tamam adlı yapıtı ise kendi döneminin felsefeci ve edebiyatçılarını, onlarla olan ilişkilerini anlattığı otobiyografik bir denemesidir. Bu yapıt, isminden de anlaşılacağı gibi Beauvoir’ın tüm yaşamıyla olan hesabıdır. Kadın hareketiyle ilgili verdiği mücadeleden, önceki yapıtlarının eleştirilerine kadar kişisel bir bilanço ortaya çıkarır.

Son olarak, ölümünden sonra yayımlanan bir yapıtı daha var aslında Beauvoir’ın. Hatta 2020 yılında, ölümünden 34 yıl sonra, evlatlık edindiği kızı ve yasal haklarının da sahibi Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından elden geçirilerek yayımlandı. Ayrılmazlar/Ayrılmayanlar (Les Inséparables) aslında Beauvoir’ın durmaksızın dönüşen kadın olarak da temellerini bize duyuruyor. Elizabeth Lacoin’la -tabi bizim bildiğimiz ismi Zaza’yla- olan arkadaşlığı üzerinden başlayan yapıt, yazarının feminist kökenlerini açığa çıkarıyor. Evet, bir ilişkinin dinamikleri anlatılıyor ama, aslen Beauvoir bir içe yolculuğun portresini çizmiş bize, ölümünden sonra bile kadınlara kendini ve mücadelesini anlatmak istercesine.

AE: Beauvoir’ın kendi yaşam hikâyesinde hayatını değiştiren çeşitli olaylar ve bunların ona, düşünme biçimine ve üretimlerine etkisi gerek kurgu metinlerinde gerekse felsefî metinlerinde kendisine ciddi bir karşılık bulur. Kendisi de hayatını yirmişer yıllık periyotlar hâlinde anlattığı Bir Genç Kızın Anıları, Olgunluk Çağı ve Koşulların Gücü başlıklı eserlerinde bu durumu farklı yönleriyle ortaya koyar. Ana hatlarıyla Beauvoir’ın yaşamını değiştiren temel kırılma noktaları neler olmuştur?

"'İkinci Cins’in basımı bir kırılma noktasıdır"

SGŞ: Yaklaşık 80 senelik, dolu dolu yaşanmış bir hayatın bazı dönüm noktaları, kırılma noktaları var muhakkak. Sanıyorum ilk kırılmalarından birini, Katolik bir kız okulu olan Désir’den çıktığı anda yaşar Beauvoir. Çünkü “Makbul bir kadın olmanın” eğitimini aldığı bu okuldan Sorbonne Felsefe’ye geçmek gerçekten iki zıt kutupta ilerlemek gibi. Désir’de okurken Tanrı inancını kaybetmesi, bir anda değil ama yavaş yavaş ailesinin ona dikte ettiği düşünce ve inanç sistemlerinden uzaklaşması onu bu noktaya getirmiştir diyebilirim. Dolayısıyla bir felsefeci olma kararı ve her türlü itiraza rağmen bu kararında ısrarlı ve sonunda da başarılı olması “kendi” olmak adına attığı belki de ilk büyük adımdır. Yine ilk gençlik çağlarındaki başka bir dönüm noktası ise sanıyorum onu tüm bu yaşadığı dönüşümü de yazmaya iten, arkadaşı Zaza’nın ölümüdür. Bu ölüm onu hem yıkar hem de çok öfkelendirir. Çünkü Zaza’nın ailesi, onun sevdiği genç olan, şimdi dünyaca tanınan Merleau-Ponty’le evlenmesine izin vermezler ve kızlarını adeta ölüme terk ederler. Genç kızın çaresizlik içinde ölmesi yakın arkadaşı Beauvoir’ı çok derinden sarsar.

Az önce bahsettiğimiz gibi Sartre’la tanışıklığı ve birlikte bir hayat tahayyül ederek birbirlerine sözler vermeleri de, yaşamını yönlendiren en önemli olaylardan biridir. Sonra birlikte kurdukları bu dünyayı sarsan belki de en büyük 1-2 kırılma noktasından biri İkinci Dünya Savaşı ve Alman işgalini saymadan geçmemek gerekir. Bu savaşa Paris’te tanıklık etmek, yavaş yavaş gelen yaşamsal tehdidi hissetmek, okumak, yazmak, sonra tam ortasında kalmak Beauvoir’ı temelden sarsar. İşgal sırasında kendi deyimiyle adeta bir anestezi hissiyle, modern tabirle yaşayan bir ölü gibi yaşama tutunmaya çalışır. Kapana kısılmışlık ve çaresizlik hissi zaten bir insanı çok etkilerken, özgürlük aşığı bir bireyi nasıl yaralar tahmin etmek çok güç değil.

Entelektüel arenada ise az önce bahsettiğimiz Modern Zamanların kuruluşu bir devrin başlangıcıdır Beauvoir ve Sartre için. Çünkü sadece yazar olarak sanatı paylaşmakla kalmazlar, sol eğilimli tüm entelektüelleri de çevrelerinde toplayan bir oluşuma dönüşür bu dergi. Bu anlamda sonradan devletlerden gelen davetlerin de kaynağını burada bulmak mümkün. Küba’dan, Rusya’dan, Çin’den gelen davetler biraz da bu çevre aracılığıyla gerçekleşir çoğunlukla.

Henüz sadece bir kere andığımız bir isim olan Nelson Algren de Beauvoir’ın yaşamında derin izler bırakan bir isimdir. Amerikalı bir yazar olan Algren’le bazen uzaktan uzağa bazen yan yana çok tutkulu bir aşk yaşarlar. Ancak, tabii uzak mesafe ilişkisi sürdürmek zor olduğundan bir karar aşamasına geldiklerinde ayrılmaya karar verirler. Algren’in deyimiyle kendisi Beauvoir için Paris’e gelirse sürgün hissinden kurtulamayacaktır. Bu hissi kendisi yaşamak istemediği gibi Beauvoir’ı da Paris’i bırakıp Amerika’da yaşamaya zorlayamayacağını ifade eder. Hem Sartre’ın hem de Algren’in sevgisi Beauvoir için o kadar vazgeçilmezdir ki, ölümünden sonra Montparnasse Mezarlığı’nda Sartre’ın yanına gömülürken parmağında Algren’in ona verdiği yüzüğü taşıdığı kendileriyle ilgili tanıklıklarda aktarılmıştır.

Edebiyata ve feminizme döndüğümüzde ise İkinci Cins’in basımı yine bir kırılma noktasıdır diyebilirim. Kadınların toplumsal statüsü hakkında yankı uyandıran bu çalışması, kadınların ancak bağımsızlıklarını kazanarak özgürleşmesini savunur. Elbette hem kendisine hak verenler hem de ona karşı çıkanlar olur. Ama tabii literatüre de toplumsal cinsiyet olgusu kazandırılmış olur. Çünkü İkinci Cins toplumsal arenada, sosyal haklar ve özgürlükler bağlamında kadın erkek eşitliğini savunur. Ve bu öngörebildiğimiz gibi gücü elinde tutan ataerkil sistemin kadın ya da erkek figürlerini çok rahatsız eder.

Bunun devamında Beauvoir’ın yaşamının bir mihenk taşı da Sylvie Le Bon adlı, sonradan evlatlık kızı olacak kadındır. Simone de Beauvoir, Sylvie'yi evlatlık kızı ve edebi eserinin yanı sıra mülkünün varisi yapar ve kendisi ölene kadar kendini evlat edinen annesiyle birlikte kalır.

Ve elbette son olarak annesinin ve Sartre’ın ölümünün onun yaşamını etkileyen kırılma noktaları olduğunu da eklemek gerek.

AE: Ölüm, Simone de Beauvoir’ın hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı önemli bir eşiktir. Özellikle önce annenin, ardından da Sartre’ın kaybının onun yaşamında tarifi oldukça güç bir yerde durur. Bu kayıplar daha sonra ona Sessiz Bir Ölüm ve Veda Töreni’ni kaleme aldırır. Beauvoir’ın kendisini oldukça etkileyen bu ölümler üzerine kaleme aldığı söz konusu bu eserler üzerine ne söylersiniz?

“Kadın doğulmaz: kadın olunur.”  ama...

SGŞ: Sartre'ın hayat arkadaşının en iyi metni olarak kabul ettiği, 1963'te yayımlanan Sessiz Bir Ölüm adlı otobiyografik anlatısında annesinin ölüm hikayesini anlatır Beauvoir. Aynı Bir Genç Kızın Anıları’ndaki gibi spontane bir anlatı vardır burada da. Bir yüzleşme hikayesidir başka bir deyişle. Yine kendini serbest bırakır her satırda. Okurken kendisini isyan ettiren bu ölümü anlatmazsa boğulacağını açıkça hissederiz. Annesi hastalanınca kendini onun yerine koyar ve ölümün saçmalığını kınar. Bir yandan da annesiyle ilişkisini sürekli gözden geçirir. Küçük bir kızken kendisinden nasıl nefret ettiği, onu onaylamaması, sonradan başarılı bir isim yapmasıyla kendisine hayranlığının artması, dini ya da politik olarak paylaşmadıkları görüşleri gibi hemen her konuda hem geçmişe döner hem de annesinin başında, hastane odasında o geçmişi sorgular, değerlendirir, yargılar. Benim kişisel olarak en etkilendiğim kısmı sonundadır. Şöyle söyler tüm bunlar üzerine:

İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için, yaşlandığı, kocadığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor. […] Doğal ölüm diye bir şey yoktur: İnsanın varlığı, dünyanın düzenini konuşma, tartışma haline getirdiğine göre, onun başına gelenlerin de hiçbiri hiçbir zaman doğal sayılamaz. Bütün insanlar ölümlüdür. Ama her insan için ölümü bir çaparızdır; ölümünün geleceğini bilse bile, ona boyun eğse bile, insan için ölüm, olağana aykırı bir yamanlık taşır.

Veda Töreni ise 1981'de, Sartre'ın ölümünden bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra, Gallimard tarafından Jean-Paul Sartre ile Röportajlar'ı da ardına ekleyerek yayımladı. Beauvoir, Veda Töreni’nde hayat arkadaşının son on yılını ve vücudu ile zihninin yavaş yavaş bozulmasını anlatır. Kitap ilk yayımlandığında bir skandala neden olur; Veda’yı aşırı uç ve değersiz bir metin olarak gören eleştirmenlerin büyük bir bölümünün öfkesini uyandırmış o dönemde. Aslında Beauvoir, Veda Töreni okuyucularını doğrudan bedenle yüzleştirir: Hastalığa gömülen, yaşlanan bir Sartre'ın bedeni. Burada aslında Beauvoir’ın anlatmak istediği bazen dünyanın gürültülerine karşı daha duyarlı, ama hepsinden öte, entelektüel ve duygusal bir yakınlığın uzun süreye yayılan dağılışı. Şöyle der Beauvoir bu süreç için: "Aslında farkında olmadığım bir kırılganlığın farkına varmaya zorlayan yoklukların öyküsünü anlattım." Veda Töreni aynı zamanda Beauvoir'ın son kitabı ve Sartre'ın basılmadan önce okumadığı ilk kitabıdır. Beauvoir’ın anıları başladığı gibi, yumuşak ve yüksek bir yalnızlıkla biter. Bu son cümleler, ikilinin hem dünya görüşlerini hem de yaşamlarını nasıl hep anlayış ve sevgi bağıyla birlikte geçirdiklerini özetliyor:

Ölümü bizi ayırıyor. Ölümüm bizi birleştirmeyecek. Bu böyle. Yaşamlarımızın o kadar uzun süre uyum içinde gidebilmiş olması bile çok güzel bir şey.

AE: Son bir soru olarak, Simone de Beauvoir aramızdan ayrılalı 36 yıl oldu. Söz konusu bu süre zarfında Simone de Beauvoir’ın alımlanmasında, değerlendirilmesinde ne tür değişiklikler oldu?

SGŞ: Beauvoir’ın ölümünden, dediğiniz gibi 36 yıl sonra, bugün artık kadınların mücadelesi değişti. Bugün herkes kendisini Simone de Beauvoir'ın mirasçıları olarak görmese bile, felsefesi bence yakıcı bir güncelliği koruyor. Bugünün feministleri, Beauvoir’ı kadınların kurtuluşunun koruyucu bir figürü olarak kabul etseler de hepsi onun evrenselci eşitlik anlayışını paylaşmıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi mücadele gelişti, değişti, çok fazla arenaya ve coğrafyaya dağıldı. Her kültürde, her coğrafyada farklı bir mücadele de verilir oldu. Dolayısıyla evrensel tarafları elbette olmakla birlikte, her mücadele için farklı ihtiyaçlar da ortaya çıktı. Simone de Beauvoir, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinin bir parçası olarak, modern toplumun dönüştürdüğü ve yeniden adlandırdığı kilometre taşlarını ortaya koydu. Herkes, İkinci Cins'teki şu meşhur sözü bilir: “Kadın doğulmaz: kadın olunur.” Öte yandan gerisini çok az kişi bilir:

İnsan dişisinin toplum içinde büründüğü biçimi belirleyen hiçbir biyolojik, ruhsal, ekonomik yazgı yoktur; erkek ile hadım edilmiş varlık arasındaki kadınsı diye nitelendirilen bu ürünü yaratan, uygarlığın bütünüdür. Birey ancak başkalarının dolayımıyla Başka/Öteki olarak oluşur.

Bugün buna toplumsal cinsiyet teorisi diyoruz biz. Ve bu teorinin başlangıç noktasında, temelinde kadın varken, şimdi öteki dediğimiz bu topluluğun içine queer topluluk da giriyor. Hatta 2000’lerden beri süregelen çalışmaları işin içine katarsak bu çerçeveye insanın yanına hayvanı, bitkiyi de koymalıyız Post-Hümanist teoriye göre. Günümüzde erkek 'oluş’un tekelinden çıkan ve sadece 'oluş'a doğru giden bir teori gelişmekte.

Tüm bunlara bakıldığında temelinden çok uzaklara düşmüş, ama -bunu negatif anlamda demiyorum- büyüyerek, gelişerek, her dönüşüm aşamasında bir başka ötekiyi de içine katarak ilerleyen bir dünya görüşünden bahsetmeye çalışıyorum. O yüzden "başladığı yerden uzağa düşmüş bir anlayış" dedim. Ama elbette ilk filizlerin gücü yadsınamaz yine de. Bir feminist felsefeci olan Genéviève Fraisse çok güzel özetliyor aslında bu durumu. Diyor ki “Simone de Beauvoir bir kaynak olarak okunmaya devam etse de 2000'lerden sonra toplumsal cinsiyet sorunları, ekonomik gerçeklik, cinsellik arayışı, feminist düşünceyi dönüştürdü. Biz mirasçı değiliz. Biz onun yetimleri değiliz. Onun mirasçısı olmaktan ziyade onu sahiplenmekteyiz.”

Felsefe ve feminizm için durum bu iken, edebiyatçı yönüyle ilgili son olarak başka bir söz söylemek gerekir: Otobiyografilerini yazarken ölümsüzlüğü amaçladığını ifade eder. Beyaz üzerine siyah mürekkeple, kâğıda mühürlenmiş bir ölümsüzlük isteğidir bu tabi ki. Bence bu ölümsüzlüğe erişmiştir kendisi. Her yapıtı, dünya ne kadar değişirse değişsin, çok büyük bir zevkle ve altı çizilerek okunmaya devam etmektedir ve edecektir de.