No.389 - Kâinatın hali ne olacak!

-
Aa
+
a
a
a

Evrim Altuğ'un yaptığı ve bugün Radikal gazetesinde yayımlanan söyleşi.

Çanakkale - Bir avuç kaygılı dünyalı, 'Ne olacak bu Kâinatın hali?' sorusuna yanıt aramak üzere eski bir köy ilkokulunda buluştu. 22 ve 24 Ağustos tarihleri arasında, Edremit Küçükkkuyu'ya bağlı Adatepe Köyü'nün 'yeniden doğan' ilkokulu 'Taşmektep'ten kâinata yöneltilen bu 'hayati' soru, Açık Radyo'nun genel yayın yönetmeni ve İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler dersleri veren Ömer Madra'dan geliyordu.

Radyodaki 'Açık Gazete' programı ve internet üzerindeki 'Açık Site'de hazırlayıp sunduğu 'Kâinatın Tefrikası'yla da tanınan Madra, sanat tarihçisi Zerrin İren Boynudelik'in çabalarıyla, farklı disiplin ve konukları her yaz mevsimi boyunca buluşturan 'Taşmektep seminerleri'nin bu yıl düzenlenen son halkasında, 'âlemin ve beşeriyetin gidişatını' masaya yatırdı. Seminerde Madra'nın altını çizdiği ve insanlık ile dünyayı ilgilendiren öncelikli sorunlar, aynı anda ve birbirine bağlı olarak patlak veren üç kriz şeklinde vücut buldu:

Küresel ısınma, dünya gündemini belirleyen enerji krizi ve biyoteknolojik tehdit. Madra'yla bu 'üç başlı canavarı' ve onun gölgedeki efendisi ABD ile beraberinde sürüklenen insanoğlunun hal-i pür melalini sorguladık:

Kâbus senaryo

Seminerde, insanoğlu olarak üzerimize vazife olup olmadığı nedense hâlâ tartışılır evrensel bir faturayla karşı karşıya bırakıldık. Bu faturanın detayları ve kaynağı nedir?

Bir tanesi, 'çağdaş endüstri uygarlığı'nı ve kapitalizmi yaratan' yenilenemez enerji kaynaklarının, fosil yakıtların, esas olarak petrolün yakın tarihlerde 'tepe noktasına' varması ve sonra da sonsuza kadar inişe geçmesi. Ve bunların yerine konacak alternatiflerin de pek açık seçik olmaması. Tüm endüstri medeniyetinin temelinde yatan enerji olmadan ekonomi, ekonomi olmadan da bu tarz bir kapitalist modeli sürdürmek mümkün olamıyor. Bunun yol açtığı bir ton savaş, şiddet, vahşet ve dehşet var. Kimse itiraf etmese ve medyada kabul edilmese bile, şu anki krizin (Irak savaşı ve işgal) temelinde petrol kaynaklarının net ithalatçısı durumuna gelen ve ithalat ihtiyacı durmadan artan ABD'nin petrolü ve gücü kontrol çabası var.

Bu, ABD'ye en azından bir dönem için, Ortadoğu bölgesindeki dört büyük petrolcü ülkenin (Irak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran) içinde bulunduğu alanı kontrol etme zorunluluğu getiriyor. Bu bölge, OPEC vasıtasıyla, ABD'ye en az 2006'ya kadar, petrol fiyatlarını dikte edebilir durumda. ABD için gerçek bir kâbus senaryosu bu.

Oysa, "kâbusun ecele faydası yok." Stephen Kerr adlı bir yazarın dediği gibi, Bush karteli bile fizik yasalarının, termodinamik yasalarının dışında kalamaz çünkü... Açıkçası, tüketim ekonomisinin temel biçimini değiştirmezsek, işimiz bitik gibi görünüyor. Daha doğrusu, o resmen bağımlı hale geldiğimiz tüketim ekonomisinin sonu gelmek üzere. Mevcut yaşama stilimizi, "Amerikan tarzı" hayat tarzımızı, 'sürdürülebilir' bir hayat tarzına dönüştürmeden bu şekilde yaşayamayacağımız âşikâr. Peki, ama bunu ABD'li tüketiciye kim söyleyecek? Önemli sorulardan biri bu işte.

Bu senaryoda kimlerin imzası var?

Kendileri de birer petrolcü olan Dick Cheney, Donald Rumsfeld ve George Bush, petrolün dünya hegemonyasının kendilerinde kalmasını istediklerinden, bu bölgenin kontrolü için ellerinden geleni yapıyorlar. Tabii, onların hemen altında Wolfowitz, Perle, Libby (ki ABD'nin yeni Türkiye Büyükelçisi Edelman'ın patronudur kendisi) gibi aşırı sağcı akıldanelerin uzun gölgeleri var. Dünya egemenliği planlarını yapıp uygulatan gölgeler... Bu savaşların devamının da muhtemel olduğu senaryolar var. Sözgelişi ABD, Irak'taki işgalin 'kontrolünü' başka ülke askerlerine devredebilse, Suudi Arabistan'dan çekmiş olduğu askerleri tekrar koyup orada bambaşka bir modele yönelebilir. Çünkü Suudi Arabistan en büyük petrol üreticisi. Üstelik ABD yönetimine hâkim olan aşırı sağcı klik, bu planlarını açıkça yazıyor. Bunu, 2000 yılında hazırladığı 'Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nde açıkça görebilirsiniz mesela. Dahası, dünya üzerindeki petrol kuyularının durumu konusundaki bilumum ayrıntılı haritalar, Cheney'in 'Energy Task Force' (Enerji Acil Durum Gücü) planıyla çoktan hazırlanmış. Öte yandan dünya petrolünün niteliğinde de bir bozulma var. Giderek daha derinden ve masraflı çıkarılmaya başlandı. Yani, bu hegemonyayı sürdürebilmenin tek yolu buraları kontrol etmekten geçiyor. ABD yönetiminin 13,303 sayılı başkanlık direktifi de tam olarak bunu buyuruyor: Irak'ta çalışacak Amerikan petrol firmalarının her türlü yargı bağışıklığını kazanması. Ve buna insan hakları hukuku da dahil! Yani, ihalesiz kontratları aldıkları gibi, ne yapsalar, yargılanmayacaklar.

ABD'nin, bu sistemi sürdürebilmek için tek bir konuda üstünlüğü var: Kaba kuvvet. O da piyasaya bunu sürüyor. Uzaydan uydularla gözleme ve belirlediği hedefleri gerekirse nükleer bombalarla vurma yoluyla, 'full spectrum dominance' dediği, topyekûn bir egemenlik peşinde. 150 ülkede askeri üsler kurmak da buna dahil. Yılda 400 milyar doları aşan bir askeri bütçeye sahip militarize bir devlet ve başta petrol olmak üzere büyük şirketlerle iç içe, aşırı sağcı, hegemonyacı küçücük bir grubun yarattığı korkutucu bir plan bu.

Küresel ısınma için neler söylenebilir?

Buna bağlı olarak karşımıza çıkan ikinci mesele, küresel iklim değişikliği. Yeryüzü tarihinde ilk defa bir tür, insanoğlu, gezegenin iklimini değiştirebilecek bir duruma geldi. Bu kömüre, doğalgaza ve petrole dayalı çağdaş endüstri medeniyetinin faaliyetleri sonucu oldu. Başta karbondioksit olmak üzere dört gazın atmosfere salınımı sonucu ortaya çıkan 'sera etkisi' olayıyla, dünyanın bir çeşit fanus içine kapana kısılıp ısınması... Buzulların, kutupların erimesi, ada ülkelerin batması, kıyıların sular altında kalması, ormanların yanıp gitmesi, büyük kuraklık afetleri, müthiş sıklaşan fırtına ve sel felaketleri vb. sonucunda canlılar dünyasının yok oluşa gitmesi söz konusu...

Dünya iklimbilimcilerinin raporlarında, dünya tarihinde görülmüş en sıcak 7 yılın, son 10 yılda görüldüğü yazılı. Son 10 bin yılın en büyük sıcakları! 2003 dünya rekorunu kırabilir! Üstelik, son araştırmalarda, bütün bunların öyle uzun vadede değil, birkaç yıl içinde, birdenbire olabileceği de yazılıp çizilmeye başlandı son zamanlarda!... Yanıp kavrulan Avrupa'da, daha serin yerlerde tatil planları yapmak yerine küresel ısınma'yı gündeme getirmenin, hayat tarzını değiştirme üzerinde düşünmenin zamanı gelmedi mi acaba?

Dünyanın en büyük iklimbilimcilerinden Sir John Houghton, asıl terör ve kitle imha silahları küresel ısınmadır diye yazdı geçenlerde ve kendi başbakanı Blair'i, iklim düşmanı Bush'a boyun eğdiği için korkaklıkla suçladı.

Söz ettiğiniz üçüncü kriz, biyoteknoloji niçin hepimiz adına bir tehdit olarak görünüyor?

Yeni bir teknoloji çağına geçiliyor. Amerikalı yazar Jeremy Rifkin'in dediği gibi, ateşin egemen olduğu pyro-teknoloji dönemi kapanırken, yerini biyolojik ürün ve gelişmelerin ağırlıkta olduğu bioteknoloji dönemine bırakıyor. Genetik mühendisliği başta olmak üzere, bilimde hayatın kendisinin kontrol altına alınması çabaları var. Doğmamış anneden doğurtulacak çocuklar!... Biyolojik çeşitliliği, yaratacağı mono-genler ve mono-kültür unsurları nedeniyle büyük çapta tehdit ediyor. Bu, evrimi, ortadan kaldırabilir... Canlılara sürdürülebilirlik sağlayan en önemli unsur, biyolojik çeşitlilik elden gidiyor olabilir. Yılda 27 bin canlı türü ortadan kalkıyor ve bu, yeryüzü tarihinde görülmüş en büyük kayıp!

İşte bu üç krize karşı, rızamız hariç her şeyin 'küreselleştirildiğini' görüyoruz. Bu rızayı biz vermedik. Bu kararların ne ölçüde doğru ve sürdürülebilir olduğunu bilmiyoruz. Kendi geleceğimizi belirleme, buna ilişkin herhangi bir karar alma yetimiz kalmıyor. Rızamızın, kâr ihtirası ile hareket eden büyük şirketler, onlarla kolkola siyasi yöneticiler ve elitler (entelektüel elitler, üniversiteler, şirketleşen bilim adamları, vb.) tarafından elimizden koparıldığını görüyoruz. Bunların tümü de çok kolay görünebilir propaganda mekanizmaları ile sağlanıyor. Eğer istenirse, BM meteoroloji raporları, Amerikan resmi belgeleri gibi birçok kaynaktan bunlar görülebilir. Medya, asla görmüyor ve göstermiyor. O, büyük servet ve haksız güç odaklarının, yani, Adam Smith'in deyimiyle, 'dünyanın efendilerinin' sadık hizmetkârı olarak 'rıza imalatı' ile meşgul.

Rızamızı geri almak için, bu temel konuların arkasında yatan güç ve kâr odaklarının bizim adımıza alacağı kararları önleyici bir tavır alabilmeliyiz. Hayatı besleyen ekonomik ve sosyal sistemler yıkılıyor. Ama biz bu yıkımı, kendi rahat tüketici hayat alışkanlığımızdan da asla ödün vermemek için, biraz da 'yarı bilinçli' bir halde seyretmekteyiz. Bundan uyanıp uyanmamaksa, son tahlilde bize kalmış birşey. Çocuklarımızı, torunlarımızı ağır bir yıkımdan kurtarmanın yolu bu uyurgezerlikten çıkmamıza bağlı gibi görünüyor. Öte yandan, hegemonların manyak gibi saçma sapan davrandıklarını da düşünmemeliyiz bence. Onlar, kendileri açısından son derece rasyonel hareket ediyor. Çünkü, profesör Chomsky'nin belirttiği gibi, hegemonya, tanımı gereği, çocukların, torunların falan düşünülmesine imkân tanıyan bir sistem değil zaten...

Bu minvalde Türkiye'nin taşıdığı sorumluluk nedir?

Türkiye'yi, dünyadaki insanları bekleyen ve Demokratik vatandaşlığın tekrar ele geçirilmesini de içeren bu acil sorunlar açısından dünyadan soyutlamak imkânsız. Kudret ve servet odaklarının bizi rızamız hilafına yönlendirmesini engelleyici bir mücadele gerekiyor. Bu noktada 'ulusal çıkar'ın ne olduğu, nereye kadar uzandığının tartışılması gerekli. Diğer yandan, Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme eğilimi de var. AB'nin buna katkısını göz ardı etmek ise imkânsız. AB'nin 'dış desteği' ile çoğulcu demokrasiyi yaratıp genişletme sorumluluğumuz var.

ABD'nin en büyük icadı olan korku propagandasına dayalı egemenlik, profesör Richard Falk'un da dediği gibi, küresel bir faşist sistemi de beraberinde getirme tehlikesini içeriyor. Aynı şekilde, Türkiye'de de yaratılmış çok önemli korkular var. önce komünizm korkusu, sonra Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi ve Ermeni soykırımı sorunlarında, işte bu tür korkuların kullanılması söz konusu. Murat Belge'nin yazdığı gibi Nazi düşünürlerinden günümüze ulaştırılmış 'jeopolitik' çıkar kavramının ardına sığınan meselelerin izah edilmesi, tartışılması gerekiyor.

TBMM Irak'a asker göndermeye karar verecekse, bunun hangi ulusal çıkarlarımız yüzünden olacağını, bu saldırı savaşının hangi gerekçeyle yapıldığını, bu gayrimeşru savaş ve işgal durumuna hangi gerekçelerle ortak olunacağının, ne için insan öldürüleceğinin, ne için ölüneceğinin izahını onlardan talep etmemiz lazım: 'Neden?' diye sormalıyız.

Aynı şey bilim için de geçerli. Bilim ve teknolojiye genel olarak karşı çıkmak değil bu. Ama, 'Hangi Bilim?' diye sormalıyız. Bilimsel araştırmaların kim tarafından, kimin adına ve hangi amaçlarla yapıldığını, mutlaka sormamız gerekiyor. Sormalı, kaderimizi ilgilendiren en temel meseleleri enine boyuna tartışmalı, rızamızı bizden kopartmalarını engellemeli, demokrasiyi talep etmeliyiz. İşte Taşmektep'te yapmak istediğimiz buydu.