Hayvanların Tarihi: Felsefi Bir Deneme çalışmasını geçtiğimiz yıllarda Türkçe yayınlandığında kendisiyle özel bir mülakat yaptığımız Rusyalı filozof Oxana Timofeeva’nın, e-flux Notes’da 17 Ocak tarihinde yayımlanan yazısını Türkçe olarak sunuyoruz.
Kant 1795 yılında ‘Ebedi Barışa Doğru’ adlı makalesini yayınladı. Deneme, Kant'a ve genel olarak döneminin ciddi felsefi incelemelerine özgü olmayan ironik bir üslupla yazılmıştı. Hukuki bir belge olarak çerçevelenen makale, tüm devletler arasındaki uluslararası bir anlaşmaya öykünüyordu; başka bir deyişle bir barış antlaşmasına ama standart bir anlaşmaya değil. Savaşan devletlerin genellikle savaşlardan sonra ya da savaşlar arasında imzaladıkları açık savaşın durdurulmasına ilişkin anlaşmalardan biri değildi.
Kant'ın ebedi barışın mümkün olma koşulları üzerine düşünceleri soyut spekülasyonlardan çok uzaktır. Belirli bir tarihsel bağlama yani 1792 - 1802 Fransız Devrim Savaşları olarak adlandırılan döneme atıfta bulunurlar. Kant, bu risaleyi Fransa ve Prusya'nın Basel Barışı'nı imzaladığı yıl yazmıştır. Bu antlaşmanın imzalanması, Prusya monarşisi ve diğer birkaç Avrupa ulusunu da içeren Fransız karşıtı koalisyonun çöküşünden sonra gerçekleşir.
Bu tür anlaşmaların güvencesizliği ve savaş hayatının yaygın istikrarsızlığı, Kant'ın ateşkes değil daha radikal bir çözüm arayan denemesinin siyasi zeminini oluşturur. Kant, savaşın ortadan kaldırılmasına ve tamamen farklı bir uluslararası topluma doğru kolektif adımlar atılmasına yönelik olarak ‘ebedi barış’ adını taşıyan temel bir proje önermektedir.
Denemenin başlığında zaten bir ironi vardır. Kant, denemenin ‘Hollandalı bir hancının üzerinde bir mezarlığın resmedildiği tabelasına yönelik bir hicivden’ başka bir şey olmadığını yazarak bunu daha ilk satırlarda ortaya koyar. Yine de Kant'ın bakış açısına göre, sürekli savaşlarla çevrili hayatlar yaşadıktan sonra herkesin huzur içinde yattığı bir mezarlığın huzurundan farklı, başka bir ebedi barış mümkündür. Zira — geçici barış antlaşmaları imzalamak ile yetinen — insanlığın durumu sürekli savaş değilse nedir? Evet, uluslar vatandaşlarının güvenliğini garanti altına alır ve iç savaşlardan kaçınmaya çalışır ancak ulusların kendileri de sürekli olarak birbirlerine karşı savaşmaktadır. Bu karşılıklı yıkıcılığa ne son verebilir?
Kant'ın bakış açısına göre, savaş basitçe yasaklanamaz. Aksine, savaşı imkansız kılacak dünya çapında koşullar yaratmak gerekir. Belirli ilkeler doğrultusunda küresel bir koordinasyon olmalıdır. Bunlardan ilki (despotizmin karşısında) cumhuriyetçiliktir: Cumhuriyetler arasındaki daimi barış durumunda tüm siyasi kararlar halkın temsilcileri tarafından, halkın ortak çıkarı ve ortak iyiliği için alınır. İkinci ilke federalizmdir: Tek bir evrensel devlette birleşmek yerine, uluslar egemenliklerini korurken yavaş yavaş küresel bir federasyona dönüşürler. Üçüncü ilke ise Kant'ın en ilginç ve karakteristik bulduğum ilkesidir: kozmopolitizm. Kant'a göre hareket özgürlüğü ve misafirperverlik, ülkeler arasında barış içinde bir arada yaşamayı başarmak için kesinlikle gereklidir. İnsanlar sadece kendi devletlerinin değil, bütün devletlerin ait olduğu dünyanın vatandaşları olmalıdır.
Rusça'da hem ‘barış’ hem de ‘dünya’ için tek bir kelime vardır: ‘mir.’ II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet devlet ideolojisinin temelini oluşturan ünlü bir Rus sloganı ‘Miru-mir’ ya da ‘Dünyaya barış’ şeklindedir. Siyasi bir ilke olarak Kantçı kozmopolitizm tam da bu anlama gelir: ‘Dünyaya barış.’ Başka bir deyişle, tek bir ülkede kendi başına kalıcı barış olamaz. Barış, ancak tüm dünyada var olduğunda ebedidir. ‘Dünya’ ve ‘barış’ eş anlamlı olmalıdır.
Şubat 2022'de, Rus ordusunun Ukrayna'yı işgalinin başlangıcında, Rusya'nın bir şehrinde küçük ama sembolik bir olay yaşandı: On yıllar önce oradaki bir binanın duvarına yazılmış olan eski Sovyet sloganı ‘Miru-mir’, kamu hizmetleri tarafından boyandı. Savaşın başlangıcından bu yana Rusya'da pek çok kişi ‘mir’ kelimesini alenen ‘barış’ sloganı olarak kullandığı için tutuklandı — her türlü kozmopolitizmi geçersiz kılan bir baskı. Rusya'nın işgaline tepki olarak, çoğu Avrupa ülkesi sınırlarını Rus gezginlere kapattı. Misafirperverliği reddetmek, sınırları kapatmak, göçmenleri ve mültecileri dışarıda tutmak için duvarlar inşa etmek — yanlış yönde ilerliyoruz.
Görünen o ki Putin'in savaşı, Pandora'nın düşmanlık ve militarizm kutusunu açtı; şiddet ve yıkım artık bir ülkeden ya da bölgeden diğerine yayılıyor. Ancak Kantçı ebedi barış projesini mahveden tek savaş bu değil. Kant'ın umut dolu girişimi ile içinde bulunduğumuz karanlık tarihsel çıkmaz arasında — iki dünya savaşı da dahil olmak üzere — pek çok yıkım ve şiddet yaşandı. Devletler yükselen kozmopolit karşıtı eğilimleri takip etmeye devam ederse bir üçüncüsü de gerçekleşmek üzere olabilir.
Kant, en başından beri önerdiği çözümün pek de gerçekçi olmadığını kabul etmiştir. Ancak, ebedi barış durumunun ulaşılabilir olmasa bile düzenleyici bir ideal olarak insanlığın uğrunda çaba gösterebileceği bir ufuk olarak var olabileceğini savunmuştur. Görünüşe göre bu idealden hızla uzaklaşıyoruz. Peki neden?
En bariz cevap, Kant'ın ana hatlarını çizdiği uluslararası hukukun siyasi koşullarının yerine getirilmemiş olmasıdır. Fransız Devrimi'nden bu yana tüm devletler cumhuriyet olmuş değil. Çok sayıda insan hala despotik rejimlerin yönetimi altında yaşamaktadır ve tarihten öğrendiğimiz üzere despotik rejimler savaş başlatırlar.
Federalizm projesi de şimdiye kadar başarısız oldu: Bağımsız egemen uluslardan oluşan evrensel bir federasyon yerine, eski emperyalist modeli sürdüren rakip devlet ittifaklarına sahibiz. İmparatorluk federasyon değildir. Aksine imparatorluklarda tek tek uluslar daha büyük bir bütün uğruna kimliklerini ve özgürlüklerini kaybederler: Daha fazla toprak, daha fazla kaynak, daha büyük pazarlar...
Sömürgecilikten kurtulma siyaseti bu emperyalist gelişmelere karşı yükselir. Ancak sömürgecilikten kurtulma söyleminde, sömürgecilikten kurtulma hareketini imparatorluktan çıkış ve eski ulusal devletlere dönüş — etnisitenin yeniden icadı, arkaik ataerkil toplum biçimleri vb. olarak anlama eğilimi vardır. Ancak geriye değil, ileriye dönük adımlar atmamız gerekiyor. Bu bağlamda, Kant'ın tüm devletlerin ortak çıkarlarını tanıyan gerçek bir federasyon fikri çok daha sömürgecilik karşıtı görünüyor.
Kant'ın idealine neden ulaşamıyoruz? Çünkü Kant'ın perspektifinde eksik olan bazı şeyler var. Örneğin; küresel eşitsizlik, iklim ve toplumsal cinsiyet adaletsizliği, gezegeni yok eden kapitalist ekonomiler... Ancak benim görüşüme göre, Kant'ın projesindeki temel sorun siyasi ya da sosyal değil, daha ziyade felsefi.
Kant aklın özerkliğine inanır. Ona göre gerçek bir kozmopolitan, gerçekten kendisi için düşünebilen, kendi aklını nasıl kullanacağını öğrenmiş olan kişidir. Bu tür insanlar yalnızca özgürce seyahat ettikleri için değil, zihinleri belirli bağlamlardan özgürleştiği için de kozmopolitan olarak adlandırılabilir. Herhangi bir ülkeden, herhangi bir ulustan, herhangi bir cinsiyetten, herhangi bir sınıftan olabilirler ancak düşündüklerinde bunu bir insan olarak yaparlar ve bu insanlar birbirlerini de anlayabilir; doğru argümanlarla ikna olur, ciddi anlaşmalar yapar ve belirli evrensel şemaları takip ederler, bir araya gelip hepsi için en iyisinin ne olduğuna karar verebilir ve bu karar doğrultusunda birlikte hareket edebilirler.
Ama gerçekten kendimiz için düşünüyor muyuz? Kişinin ‘kendi aklı’ diye bir şey var mıdır? Uzun bir tarihsel perspektiften bakıldığında cevap ‘hayır’ gibi görünüyor. En azından son siyasi deneyimlerden öğrendiğimiz şey bu: Gerçekten kolektif varlıklar olarak kendimiz için düşünmüyoruz. Her birimiz gerçekten de bir şeyler düşünüyoruz ancak bu düşüncelerin genel sonucu daha çok kolektif hezeyana benziyor.
20. yüzyılda Sigmund Freud, aklın ardında gerçekten kontrol edemediğimiz başka bir şeyin — içgüdülerimiz, dürtülerimiz ve arzularımızın — olduğunu iddia etti. Buna da ‘bilinçdışı’ adını verdi. Bilinçdışının temel özelliklerinden biri, Freud'un ‘ölüm dürtüsü’ olarak adlandırdığı şeydir. Freud'un teorisine göre, savaş olgusunu açıklayan ve yüzyıllar süren ilerlemenin ardından neden hala arkaik karşılıklı yok etme eylemlerine giriştiğimiz sorusuna yanıt veren de bu dürtüdür. Freud, 1933’te Albert Einstein'a yazdığı bir mektupta, ‘Neden savaş?’ sorusuna böyle yanıt veriyordu.
Ölüm dürtüsü, bir ölme arzusu, bir intihar fantezisi değildir — en azından zorunlu olarak değildir. Geriye doğru adım atma, yavaşlama, anne rahmine dönme arzusudur. Buna ‘Nirvana ilkesi’ yani dinlenmeye yönelik bir çaba da diyordu. Bu ilke, Kant'ın mezarlığın ebedi huzuru hakkındaki şakasına ışık tutmaktadır: Evet, bir anlamda huzur içinde dinlenmek için bilinçdışı bir dürtü olduğunu düşünebiliriz. Bu, davranışsal seçimlerimizde aktif rol alan muhafazakar bir içgüdüdür ancak saldırganlık biçimini de alabilir. Kendimizi yok etmek yerine başkalarını yok etmeye çalışırız: Savaşlar gibi kolektif şiddet patlamalarının bir açıklaması da budur. Aynı korkunç senaryoların yeni aktörlerle, yeni tarihsel sahnelerde tekrar tekrar oynandığı savaş tiyatrosunda (Kriegstheater) akıl yokmuş gibi görünür. Bu bir kısır döngüdür.
Ancak iyi haber şu ki, aklın şematizmine indirgenemeyecek pek çok şey var. Belki de gerçek barış ancak devlet yöneticilerinin, işadamlarının ve siyasi parti temsilcilerinin politikaları ve uluslararası ilişkileri müzakere ettikleri devlet dairelerinden tamamen farklı bir yerden gelebilir. Yaşamın, geleneksel jeopolitikten ve onun sadece devletleri ya da ittifakları ve onların yöneticilerini, geri kalanımıza nasıl hükmedeceğini bilmesi gereken ciddi iktidar sahiplerini gören dünya görüşünden farklı kalan unsurları vardır.
Yaşamın bu unsurları her zaman ve zaten içlerinde ebedi barışın tohumlarını taşırlar. Savaştan kaçan asker kaçaklarını düşünüyorum, uluslarının onları öldürmeye ve ölmeye mahkum ettiği cinsiyet rollerini oynamayı reddeden erkekleri. Onlar savaştan ebedi barışa doğru kaçıyorlar.
Sivilleri, şehirleri ve evleri bombalanan, kuşatılan, işgal edilen insanları düşünüyorum. Savaştan zarar görmüş bu yerlerde yaşamaya devam eden insanlar bunlar. Çünkü orada bakacak bir şeyleri var — bahçeleri, evleri, hayvanları… Rusçada siviller için kullanılan ilginç bir terim vardır ve kelimesi kelimesine ‘barış içinde yaşayanlar’ olarak tercüme edilir. Paradoks şu ki, bu terim yalnızca savaşın olduğu yerlerde yaşayanlara uygulanıyor. Topraklarına öldürmek ve ölmek için gelen askerlere karşı barış içinde yaşıyorlar: Ölüme karşı yaşam. Bazen orada kalmaları için hiçbir neden yoktur. Ancak sebeplerin ötesinde, savaşın ortasında barış pratiğini ortaya koyan bir direniş onuru vardır.
Artık yaşayacak yeri olmayan, evleri bombalanan, hayatları tehlikede olduğu için kaçmak zorunda kalan mültecileri düşünüyorum. Mülteciler yanlarına alabildikleri her şeyi alırlar — birkaç eşya, çantasında bir kedi, tasmalı bir köpek, onlar için gerçekten değerli olan şeyler — ve evlerini terk ederler. Kendilerine açık bir sınır, onları kabul edecek ve yeni bir ülkede yeni bir yuva kurmalarına izin verecek insanlar aramaya giderler. Mültecinin onuru budur: Bu acı verici yerinden edilme deneyimi nedeniyle kozmopolit hale gelen uluslarının yaşamını sürdürürler.
Akrabalarım bir yıldır Berlin'deki Tegel Havaalanı'nda bulunan bir mülteci kampında, büyük bir çadırda yaşıyorlar. Onlar, evlerini ve ahududu bahçelerini bıraktıkları bir Ukrayna köyünden emekli bir çift. Almanca öğreniyorlar ve geleceğe iyimserlikle bakıyorlar: Yeni bir hayata başlamak zor ama mümkün. Mülteciler yeni kozmopolitlerdir: Dünyaya getirdikleri şey, savaştan geri aldıkları barıştır.
* Oxana Timofeeva’nın e-flux Notes’da 'Peace to the World' adlı makalesi İlksen Mavituna tarafından çevrilmiştir.