Avrupa Birliği Üyeliğine İktisadi Açıdan Bir Bakış

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Türkiye’nin uzun süren bir Avrupa Topluluğu üyesi olma macerası var. Türkiye 1959 yılında o zamanki adıyla Avrupa İktisadi Topluluğu’na üye olmak için başvuruyor. Bu başvuru sonunda 1963 Ankara Antlaşması yapılıyor.  Bunu 1970’lerde ilişkilerin duraklaması, 1987’de Türkiye’nin tam üyelik için tekrar başvurması ve 1995 yılında AB ile gümrük birliği ilişkisinin kurulması izliyor. Varılan son nokta, 1999’da Helsinki’de Türkiye’ye üye adaylığı statüsünün tanınması…

 

Bu son gelişme AB-Türkiye ilişkilerinde bir hareketlenmeye yol açtı. Türkiye’de anayasada ve yasalarda yapılan değişiklikler ile Avrupa Birliği’nin kabul ettiği temel ilkelerle olan çelişkilerin ortadan kaldırılması yönünde atılan adımlar sıklaştırıldı… Avrupa Birliği de Türkiye’de olup bitenleri daha yakından izliyor. Şimdi de gözler 2004 sonundaki Avrupa Birliği raporuna dikildi. Eğer rapor Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini sağlamada doyurucu ilerlemeler sağladığını ortaya koyarsa, Avrupa Birliği üyeliği için görüşmelere başlanabilecek…Bunun olup olmayacağı ülkemizde yoğun olarak tartışılıyor. Konuya ilişkin bekleyişler de yükseldiği için, korkarım ki bu tarihte yayınlanacak olan raporun içeriği toplumda bir düş kırıklığına bile yol açabilir…

 

Ama bunun biraz daha ötesine geçelim. Diyelim ki söz konusu rapor Türkiye’ye bir türlü müzakerelere başlama yolunu açtı. Peki bundan sonra bizi neler bekliyor?

 

Soruyu yanıtlayabilme ümidim olan çerçeveye çekeyim. Avrupa Birliği üyeliği yönünde ilerleyebilmek için iktisadi açıdan neler yapmamız gerekiyor? Bunların bize toplumsal maliyeti ne? Yapmakla neler kazanacağız?

 

Bu soruların yanıtlarını ararsak, Avrupa Topluluğu üyesi olma isteğimizin ciddi olduğu varsayımı altında, iktisat politikasının önümüzdeki dönemde nasıl şekillenebileceği konusunda biraz daha aydınlanmış oluruz.

 

Konu Türkiye için çok önemli. Çünkü AB süreci aynı zamanda Türkiye’nin küresel uyum için seçtiği yol. Demek ki Türkiye, AB üyesi olmayı seçmekle elde edeceği kazanımlarla, yolun kuralarına uymanın gerekli kıldığı maliyetleri göz önüne aldığında, yapılabilir seçenekler arasında kendisi için en iyisinin bu olduğu sonucuna varmış.

 

Ben hep şu iki noktayı merak etmişimdir:

 

1) İktisat kuramı açısından: Bunun hesabını nasıl yaptık?

 

2) Siyaset kuramı açısından: Toplum içindeki farklı çıkarları nasıl “Türkiye’nin çıkarı” kavramı altında bütünleştirdik?

 

 

 Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım:

 

Baba, anne, iki cocuk ve büyükanneden oluşan bir aile otomobilleriyle bir yere gidiyorlar. Gitmek istedikleri yere onları götürebilecek iki yol var. Birisi deniz kıyısından, ötekisi dağlardan geçiyor. Deniz kıyısından giderlerse daha çabuk varabilecekler ayrıca manzara güzel, ama buna karşılık yol pek iyi değil. Üstelik yol kıyısında ağaç olmadığı için güneş altında gidecekler. Orman yolu ise biraz daha uzun ama hem daha rahat ve de gölge olduğu için serin...

 

Aile orman yolunu seçmiş olsun... Deniz manzarasından mahrum kaldılar, biraz daha geç vardılar ama daha iyi bir yoldan, serinlikte gittiler.

 

Peki bu kararı nasıl aldılar? Diyelim ki herkesin fikri soruldu.

 

Peki çocuklar deniz kıyısından gidelim demişler, büyükler orman yolunu tercih etmişlerse, bu aile için en iyi kararın alındığını söyleyebiliyor muyuz? Söylüyorsak neden? Çoğunluk büyüklerde olduğu için mi? Ya bu iki yol arasında gitmek, büyükler açısından pek de önemli bir fark yaratmazken, çocuklar denizi göremedikleri için çok mutsuz olmuşlarsa?

 

Bir soru daha var. Büyükanne orman yolunun dağın yüksekliklerine tırmanması nedeniyle tansiyonunun etkilenebileceğini bilmiyorsa, doğru tercih yapmış sayılmalı mı?

 

Bu durumda “dağ yolundan gitmek bu aile için en doğrudur” denilebilir mi?

 

 

Demek ki Türkiye hem AB üyesi olması ile diğer seçenekler arasındaki farkları değerlendirebilmiş, hem de bir toplumsal tercih kuralıyla bunu farklı çıkarları olan insanlardan oluşan 60 milyon kişilik toplumun tercihine dönüştürmüş. Bütün bunlar da kişilerin tam bilgi sahibi olmadıkları (bununla bilgi saklanıyor demek istemiyorum) bir ortamda gerçekleşmiş.

 

Ben de öyle olduğunu varsayacağım... Gerekçemi de söyleyeyim... Başka yapılabilir yol göremiyorum...

 

I. Avrupa Birliği’ne Yakınsamak

 

Avrupa Birliği’nin üyelerinin Kopenhag İktisadi Kriterleri’ni de sağlamaları isteniyor. Bu kriterlerin özeti ise söz konusu ülkede Avrupa Birliği içindeki rekabet ortamında yaşayabilecek bir piyasa ekonomisine sahip olması. Bunun için mülkiyet haklarının işlevselliğinin, serbest fiyat oluşumunun sağlanması ve mali kesimin gelişmiş olması gerekiyor.

 

“Avrupa Birliği içindeki rekabet ortamında yaşayabilecek bir piyasa ekonomisi” ifadesinin altını çizmek gerekiyor. Bu iktisadi karar birimlerinizi ayakta tutmak için teşvik ve/veya koruma politikası uygulanamaması demek. O halde şirketlerimizin bu koşullar altında Avrupa Birliği içinde rekabet edebilecek etkinlikte ve mali güçte olması sağlanmalı... “İstanbul Yaklaşımı”na muhtaç bir şirketler kesimiyle bunu yapamayacağımız açık...

 

Mali kesimin gelişmiş olmasının anlamı ise likit sermaye piyasaları, güçlü sermaye ile donanmış bankalar, çağdaş anlamda gözetim ve sağlıklı ödeme sistemlerinin var olması.  Bu bağlamda zaten sermaye hareketlerinin serbest bırakılması sürecinin tamamlanması ve kamu kesiminin hiç bir biçimde mali kesimden ayrıcalıklı koşullarla kaynak temin edememesi esasının yürüklükte olması bekleniyor.

 

Türkiye’nin bu bağlamda yapması gereken epeyce iş var. Örneğin, kesim ayrımı gözetmeksizin, Avrupa kökenli yabancı yatırımları etkileyen tüm kısıtlamaların (bunun sonuçlarını Türkiye’nin Dünya Ticaret Örgütü üyeliği bağlamında düşünmek gerekir), Türkiye’de Avrupa Birliği vatandaşlarının gayri menkul edinmesi konusundaki kısıtlamaların kaldırılması gerekiyor. Türkiye’nin ödemeler sistemi, kara para aklanması ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda mevzuat uyumunun sağlaması gerekiyor.

 

Üzerinde dikkatle durulması gereken ikinci konu: Türkiye’nin de Avrupa Birliği üyelerinin sağlaması gereken bazı makro iktisadi koşulları sağlaması gerekiyor. Peki bu açıdan Türkiye nerede?

 

 

 

                                                           

                                                      Türkiye         AB Üst Sınırı

                                                       (2004)

 

Enflasyon                                        % 12                  %  3

Bütçe Açığı                                     %  11                 %   3

Toplam Kamu Borcu/GSYIH           %  90                 % 60

 

 

Peki Türkiye AB ölçütlerine uygun bir ekonomik görünüme nasıl yakınsayacak? Bu sonuçlardan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin öncelikle şunları yapması gerekli:

 

1) Enflasyonu düşürmesi

2) Kamu borcunun GSYIH’e oranını azaltması

3) Bütçe açıklarını düşürmesi

 

Bunların IMF ile yapılan stand-by’in hedefleri olduğunu anımsatayım. Bu durumda IMF ile mi gidelim IMF’siz mi sorusu anlamsız olmuyor mu?

 

Birlik üyeliğine doğru yol alan bir ülkenin piyasa ekonomisinin hakimiyetini perçinlemesi ve uluslararası rekabet ortamında yaşayabilecek duruma getirmesi bekleniyor. Bunun için de mülkiyet haklarının işlevselliğinin sağlanması, rekabet ve serbest fiyat oluşumu ortamının oluşturulması ve mali sistemi geliştirilmesi gerekiyor. Piyasa ekonomisinin kaynak dağılımını sağlayabilmesi açısından mali sistemin rolü son derece önemli. 1993 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Birliği Antlaşması, sermaye hareketlerinin düzenli bir biçimde tümüyle serbestleştirilmesini öngörüyor. Ancak bunun istenilen bir biçimde gerçekleştirilmesi ise ülkenin etkin bir mali sistemi olmasına bağlı.

 

Bunlar da Türkiye’nin yeniden yapılanma programlarında yapacağını ilan ettiği reformlar değil mi? IMF ile yapılan stand-by’da da bunlar yer almıyor mu?

 

 

Öte yandan Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu duruma bakıldığında, bazı ek koşulların da sağlanması gerektiği ortaya çıkıyor. Bunlar:

 

1) Dış borçların (kamu+özel)  GSYIH’a oranının artmaması, hatta azalması icin önlem alması,

 

2) Cari açığını düşürmesi (iç talep ve reel kur)

 

Bütün bunlar yapılırken, toplumsal ve siyasal sonuçları itibariyle siyasal iktidarların gelir dağılımı sorununa duyarsız kalamayacağı -Hindistan’da Atal Bihari Vajpayii hükümetinin başına gelenleri anımsayalım- ve işsizlik sorununun bu denli önem taşıdığı koşullarda büyümden de kolayca fedakârlık edemeyeceğini unutmamak gerekiyor. Ama iktisat politikası yapımcısının hesaba katması gereken bir kısıt daha var. O da mali piyasalar... (Hindistan’da Manmohan Singh neden olumlu karşılandı?)

 

Mali piyasalar bugünkü koşullarda bir anlamda iktisadi gelişmeler ve bu nedenle de iktisat politikası kararları konusunda oylama yapılan bir ortam olarak düşünülebilir. Üstelik bu oylama hem herkese açık değil hem de oy verenlerin ağırlıkları belirsiz. Ama hem hızlı oylama  yapıyor hem de oylama sonucuna alınan kararlar hemen uygulanabiliyor. Bunun olumsuz yanı da var olumlu yanı da... Özellikle bu oylamayı, genel kamu oyunun oluşmasında bir bilgi olarak düşünürsek, mali sistem geliştikçe, hükümetlerin daha sorumlu davranmalarını sağlayacak bir mekanizma olarak algılamak olanaklı. Ama sığ piyasalara, az oyuncuyla “belirlenen” fiyatlar söz konusu olduğunda mali piyasa sinyallerinin yanıltıcı ya da tercih belirtmede sapmalı olma olasılığı yüksek.

 

Mali reformun gerekliliği için bir başka gerekçe... Ama geçerliliği, gelir düzeyi ve dağılımının toplumun büyük bir kısmının tasarruf yapabilmesini sağlayabilmesine bağlı.

 

Bir parantez açayım: Son günlerde bazı kimselerin savunduğu bir görüşü eleştirmek istiyorum. Mali piyasalardaki çalkantıların yapısal sorunları çözmesini beklemek saflıktır. Mali piyasaları tedirgin ederek, kuru değiştirebileceğini zannedenler, önemli değişkenin reel kur olduğunu unutuyorlar. Yani kur değişmesinin maliyet etkisi ve belirsizliği artırarak fiyatları etkileyebileceğini pek düşünmüyorlar. Bu tür olayların sonunda geri kalan tedirginlik ve yüksek reel faizlerdir.

 

Bunların hepsini bir arada doyurucu bir biçimde çözebilmek ise olanaksız. Demek ki, iktisat politikasının temel sorunları ile karşı karşıyayız: ödünleşimler (trade-off), sıralama ve zamanlama...

 

Özetle bu olay “Avrupalıların bize ne zaman buyur diyecekleri”sorunu değil, bizim “ne zaman hazır olacağımız” sorunu...

 

Ben üye olacağımızı yaşamımda göreceğimi sanıyorum. Öbür dünyaya gitmekte de acelem yok...

 

Kabaca 15+ yıldan söz ediyoruz...

 

 

II. İktisat Politikasıyla Özel Kesim Davranışlarını Etkilemek

 

İki noktayı saptamamız gerekiyor. Diğer ülkelerin deneyimlerinden biliyoruz ki enflasyonu kalıcı bir biçimde tek basamaklı düzeye indirmek zaman alan bir süreç. İktisadi karar birimlerinin davranışlarını değiştirmeleri gerekiyor. Bu ise iktisat politikalarının iktisadi karar birimlerinin farklı çıkar ve istekleri olduğunu göz önünde tutarak oluşturulup, uygulanmasının önem kazanmasına yol açıyor. Bu çerçevede iktisat politikası uygulamasının hem teknik yönü çok daha zorlaşıyor hem de siyaset sanatında ilerlemiş olmayı gerektiriyor. Bu ortamda bir anlık hata uzun süreli olumlu çabanın sıfırlanması sonucunu doğurabiliyor.

 

Öte yandan bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için siyasal yetkenin aldığı kararların yürürlüğe konulması yetmiyor. AB sürecinde siyasal yetkenin alacağı kararların özünde özel kesimin faaliyet göstereceği iktisadi ortamı yeniden tanımlamak, bu bağlamda da “rekabet” olgusunu ön plana çıkararak, özel kesime “yaşayabilmek için kamu desteğine güvenmeyeceği” koşullara altında kendisini ayarlamasını istemek anlamına geldiğini de gözden kaçırmayalım.

 

Özel kesimin de bu kararlar doğrultusunda hareket etmesi, yani “kendini yeniden yapılandırılması” gerekiyor. Ama bunun da iki boyutu var. Öncelikle özel kesim için bu uygulamanın inandırıcı olması gerekli. Yani bu siyasal tercihin bir biçimde uygun olduğunu kabul etmesi ve bundan sonrada bu tercihin kalıcı olduğuna güvenmesi gerekiyor, (iktisat politikalarının saygınlığı sorunu). İkinci boyutu ise bu yeniden yapılandırmanın maliyetinin nasıl karşılanacağı sorunun çözülmesi ile ilgili.

 

Bu sorunlardan ilki iktisat politikasında tutarlılık sorununu ön plana çıkarıyor. Türkiye’de siyasal iktidarlar bu konunun önemini pek kavramışa benzemiyorlar. “Ben yaptım oldu” ya da “benden önceki iktidarın yaptığı beni bağlamaz” biçimindeki yaklaşımlar, iktisat politikasında geri dönüş (policy reversal) olasılığını artıracağı için ekonomide risk primini ve dolayısıyla da dönüşümün maliyetini her zaman artırır. Bu tür hatalardan kaynaklanan maliyet artışı ise dönüşümü olanaksız kılacak kadar da büyük olabilir.

 

 

III. Yapısal Dönüşümün Maliyetini Üstlenmek

 

Bu bağlamda ortaya çıkan bir ikinci sorun ise Türkiye’nin Avrupa Topluluğu üyesi olabilmek için gerçekleştirmesi gereken yapısal dönüşümün maliyetini bugünkü nesillerin üzerinden alabilecek dış olanakların kısıtlı olmasıdır. Avrupa Birliği, Türkiye’ye geçmişte üye olmak isteyen ülkelere yaptığı ölçüde destek verebilecek mali durumda değildir. Bunun önemli bir nedeni de Türkiye’nin büyük bir ülke olmasıdır. İkinci neden ise Avrupa’nın durumundan kaynaklanıyor. Avrupa, hele bu son genişlemeyi yaptıktan sonra, eskiden Yunanistan’a, Portekiz’e ve İspanya’ya verdiği ölçüde mali destek sağlayabilecek güçte değil...

 

O halde dönüşümün maliyetinin çok büyük bir kısmını biz ödeyeceğiz. Sosyal güvenlik reformunu da, çevre koruma için yapılması gererek yatırımları da...

 

Biz bu harcamaları nasıl zamanlayacağız?

 

Peki “biz” kimiz?

 

Bizim nesil mi, çocuklarımız mı? Yoksa henüz doğmamış olan ve dolayısıyla bu konuda oy verebilecek durumda olmayan nesiller mi?

 

Bu sorunun bir yönü. İktisatta “nesiller arası adalet” denilen sorun ve toplumsal seçme kuramı bununla ilgileniyor...

 

Bir ikinci sorun kümesi daha var:

 

Orta ve uzun vadede gerçekleştirilebilecek iktisat politikası kararlarının kalıcılığı nasıl sağlanabilir?...

 

Acaba “modası geçti” dediğimiz planlama kavramına, iktisattaki gelişmelerin ışığında, bir defa daha göz atmakta yarar yok mu?

 

İktisat politikasında “geri dönüşlerin” (policy reversals) toplumsal maliyetine nasıl dikkat çekilebilir?

 

Saydamlık ve katılımcılığın, iktisat politikası kararlarının AB’ye yakınsama stratejisi ile tutarlılığını denetlemede etkin bir araç olarak kullanılması nasıl sağlanabilir?  

 

Basının doğru bilgi edinmeyi engelleyebilen sorumsuzluğu ve toplumun doğru bilgi edinmeye boş veren vurdum duymazlığı nasıl aşılabilir?

 

 

(25 Mayıs 2004’de yapılan 170. Pera Palas Toplantısı için notlardan.)