12 Eylül Bir Çeşit Lobotomidir!

-
Aa
+
a
a
a

12 Eylül nedir sizce? 25 yıl sonra dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Ya da o günün bir fotoğrafını çekmeye kalkışsanız o kareye öncelikle neler girer? 

Tabii, her şeyden önce, bunun kelimenin tam anlamıyla bir askeri darbe olduğunu belirtmek gerekir herhalde. Malumu ilan kabilinden de olsa bir askeri darbenin bütün unsurlarını taşıyan bir olay olduğunu tekrarlamakta yarar var sanırım. Bu arada, daha sonraki açılımlarını da dikkate alırsak, bir çeşit lobotomi ameliyatını da hatırlatmıyor değil hani... Bir zamanlar insanların hastalıklı düşünce tarzlarını giderebilmek için yanılmıyorsam Amerikalıların bulduğu ve biraz da Nazilerden etkilenerek, ya da Naziler gibi düşünen tıpçıların geliştirdiği bir şeydir lobotomi. Hatta en eski biçimlerinde ağızdan, üst çeneden girilerek, beyne bir buz şişiyle yapılan bir müdahale ile ön kısmı kesiveriyorlar, tereyağı keser gibi. Ve asabiyet ortadan kalkıyor, insan son derece mutlu-mesut hale geliyor; yalnız duygu kesimi de kalmıyor. Hissetme yeteneği, mutsuzluk ve depresyonla birlikte düşünme de elden gidiyor ve çok rahata eriyor kişi... 

Ama bu arada insan olmaktan da çıkıyor tabii. 

Evet, insan dışında başka bir mahluk haline geliyor ama aslında bu yöntem bayağı uygulanmış. Dünya medyasıyla birlikte bizim medya da bundan pek bahsetmez ama lobotomi ameliyatlarının zamanında hiç de az yapılmamış olduğunu biliyoruz. Özellikle toplumda istenmeyen veya tehlike addedilen kişilere, serserilere, işsiz-güçsüzlere ve bu arada siyasi muhaliflere de toplumsal bir tedavi olarak bir süre önerildiğini ve uygulandığını biliyoruz. Dolayısıyla, 12 Eylül için böyle bir metafor kullanılabilir bence. Bir karabasan gibi çöktü ve sadece çalışan, yönetilen kesim için değil, toplumun tümü için bir çeşit lobotomi olduğu söylenebilir. Dışarıdan bakıldığında normal bir toplum gibi görünmesine rağmen, yani tam olarak kötürümleşmeden, yürümeye, hareket etmeye devam etmekle birlikte, her türlü dayanışma, paylaşma duyguları, insana özgü olduğu belirtilen empati veya sempati gibi duyguların ortadan kalktığına tanık olduk. Sermaye sahipleri de dahil olmak üzere, Türkiye bütün bir toplum olarak bir süre için beyninin bir kısmını kaybetti ve onunla birlikte duyguları, düşünme yetileri de gitti. Hep beraber bir lobotomi ameliyatı geçirdik yani...

 

Peki, bu askeri doktorların toplumun beyninden asıl çekip çıkarmak veya ortak hafızasından silmek istedikleri neydi?

Doğrusu bunlar üzerine konuşmak kolay değil, ben bir siyaset bilimci olmama rağmen, derinliğine bir analiz yapmakta zorlanıyorum. Sizin bana daha önce göndermiş olduğunuz yazılı soruların genel çerçevesine ve doğrultusuna katıldığımı belirtebilirim. 12 Eylül dünyada da önemli bir dönüm noktası, Reagan-Thatcher ikilisiyle başlayan yeni ve farklı bir uluslararası sürecin bir parçası olarak düşünülebilir. Sınırsız bir sermaye egemenliğinin, serbest piyasanın her türlü sorunu çözeceğini iddia eden neo-liberalizmin anaforu içinde Türkiye'de 12 Eylül gündeme geldi. Bu arada, neo-liberalizmin liberalizmin kurucusu Adam Smith'e de haksızlık ettiğini belirtmeden geçmeyeyim. Teolog ve sosyolog özellikleri de olan bu iktisatçının dayanışmaya, toplumsal sonuçlara ilişkin söylediği çok önemli sözlerini atıp, böylece görüşlerinin yarısını alıp, diğer yarısını atmak gibi bir saçmalık yapan neo-liberalizm sadece görünmez bir elin, kâr peşinde koşan sermaye düzeninin, bütün dünya için hem refah hem de barış getireceğini iddia etmişti; etmeye de devam ediyor. 80'li yılların başları, aynı zamanda, bir tür karşı-devrim sayılabilecek bu akımın da zirveye tırmanmaya başladığı yıllardı. 12 Eylül'den sonra Türkiye'de Turgut Özal'ın, ahlâki olarak tartışmalı bulunan ama pragmatik açıdan onay gören uygulamaları da aynı akımın içinde yer alıyordu. Kısacası, 12 Eylül bu neoliberal akımın savunucuları tarafından doğrudan tezgâhlanan bir iş değildi herhalde, ama böylesi bir dönüşümün bir uzantısı, Türkiye'ye bir yansıması olarak da düşünülmelidir mutlaka. Şunu da hatırlamak yararlı olur: Neo-liberalizmin bir ön denemesi yine bir 11 Eylül Salı günü, ama 1973'te Şili'de yapılmıştı. ABD'nin, ulusötesi şirketlerin büyük desteğiyle... Bu darbeyi tezgâhlayanlardan biri, hatta baş sorumlusu olan zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, yargılanma korkusuyla bugün dünyada rahat gezemiyor. Yani Chicago Okulu'nun, Milton Friedman'ın ilk denemelerini Şili'de yaptıkları modelin izlerini taşıyordu 12 Eylül doğrusu. Ama tam da bir şablon gibi görmüyorum. Şili'de mesela her şeyi çözer dedikleri tam serbestliğin enflasyonu sıfırladığını biliyoruz ama ekonominin can damarı sayılan büyük bakır madenlerini de özelleştirmediler nedense. Şili ekonomisinin can damarına dokunmadan yaptıkları şey, aslında bir çeşit devlet sosyalizmiydi. ABD'de de yapılan odur bana sorarsanız: Sermayenin tam serbestliğini ve egemenliğini sağlarken çalışanların sosyal haklarının, özgürlüklerinin, sendikal örgütlenmelerin tasfiye edilmesi...

Bu arada, bence yapılmış daha önceki darbelere rağmen, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin durumu hem sosyal, hem de iktisadi bakımdan pek de iyi değildi o sıralar; 12 Eylül darbesi  sonrasında epey toparlanmıştır herhalde... 

Lobotomi metaforundan ilerleyecek olursak, bir yandan bunun korkunç, vahşi bir operasyon olduğunu vurgulamak gerekir, ama öte yandan vatandaşın buna destek olduğu da bir gerçek. Sokaktaki vatandaştan da ötede bu toplumun aydınları, entelijansiyası olarak görülecek kesim de bu lobotomi operasyonunu destekledi. Mesela üniversite Kenan Evren'e fahri hukuk doktoru unvanı verdi. Medyanın darbeyi nasıl karşıladığını desteklediğini de biliyoruz. Lobotomiye bu toplumsal meşruiyet nasıl sağlanıyor? 

Bu önemli bir konu gerçekten de, çünkü darbe gökten zembille inip, şiddet yoluyla yerleşmedi. Toplumdan önemli bir destek buldu. Ciddi bir karşı çıkıştan, itirazdan söz etmezsek kimseye haksızlık etmiş olmayız, çünkü böyle bir direniş olmadı. Bu noktada bir çok nedenden söz edilebilir.

Her şeyden önce Silahlı Kuvvetler çok güçlü bir kuruluş, kendisine itiraz etmek kolay değil, hele de bu toplumda. İkincisi, 12 Eylül öncesinde, belki bazıları tarafından kışkırtılmış veya göz yumulmuş olan yaygın bir şiddet ortamı da vardı. Her gün çok sayıda kişinin öldüğü, yaralandığı kaotik bir ortam söz konusuydu. Belki şimdi pek hatırlanmak istenmiyordur ama o günlerde sadece sokaktaki adam değil entelektüellerin, yazarların, çizerlerin de "birisi gelse de bizi bu durumdan kurtarsa" diye düşünmüş olmaları pek muhtemeldir – en azından, zaman zaman. Herkesin bizar olduğu sayısız olay, toplumsal denetimi de mümkün olmaktan çıkarıyordu. Sonuçta, güvenlik kaygısı, mesela 11 Eylül'den sonra ABD'yi saran bir korku gibi, hani o paranoid düzeyde olmasa da, yine de ciddi ölçülerde bizim toplumumuzda da vardı denebilir.  

Nihat Erim gibi eski bir başbakandan kahvede oturmuş çayını içen sıradan bir kişiye kadar herkes namlulara hedef olabiliyordu. 

Evet, özellikle üniversitenin çok kayıp verdiğini de belirtmek gerekir. Sınıf, mevki, yaş, hatta ideoloji gözetmeden hemen herkesi hedef haline getirebilen bir şiddet ve güvensizlik ortamı darbenin bir çeşit meşruiyet kazanmasında çok etkili oldu bence. Bir ferahlama duygusu yaratarak kendine destek sağladı. Bu arada, haddimi aşarak belirteyim ki, demokrasi ve insan hakları kültürünün de ülkede yeterince serpilip gelişmemiş, daha doğrusu sahiplenilip içselleştirilmemiş olmasının da bu olguda önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Türkiye, maalesef Tanzimat'tan bu yana, hep bir kurtarıcı aramış gibi görünüyor; kendi haklarını elde etmek ve savunmak için uğraşmış bir toplum olarak görülemiyor. Fransız Devrimi'nin de etkisiyle, Jön Türkler'den itibaren bir tür başkaldırı ve hak talebi olduğu her şeye rağmen söylenebilir ama yine de bu ülkede sivil yurttaşın önde geldiği, kendini hukukun üstüne çıkarmış siyasi lider ve kurumların altında kalmadığı demokratik bir geleneğin oturmuş, yerleşmiş olduğu ileri sürülemez. Bu noktada insanın aklına filozof Karl Popper'in şu düşündürücü sözü gelmiyor değil: "Medeniyetimizin ayakta kalmasını istiyorsak, büyük adamlara saygıda kusur etmeme alışkanlığından vazgeçmemiz şart".

Bununla birlikte, başka bazı ülkelerdeki gibi de bu ülkenin siyasi kültürünün, geleneğinin tamamen otokratik olduğu da söylenemez. Sizin yazılı sorularınızdan birinde darbecilerin her defasında geçici olarak iktidara el koydukları hatırlatılarak, neden geçici olduklarını ilan etmek ihtiyacı duydukları soruluyor. Aslında iki yanlı bir soru bu; bir yandan darbecilerin halkın ağzına bir parmak bal çalmak gibi bir riyakârlık yaptığını ifade edebilir bu soru, ama diğer yandan da bu durum, bu tavır, demokrasiyle, demokratik kültürle bir bağ kurma arayışı olarak da yorumlanabilir.  

Her defasında kendiliklerinden gidiyorlar da, yani kimse onları zorla kışlaya göndermiyor. Gideceğiz deyip, kendilerine göre zamanı gelince ve çok da uzun olmayan bir zaman sonra gidiyorlar gerçekten... 

Evet, en ağırı olan 12 Eylül'den sonra bile ve üstelik de desteklemedikleri bir aday, Özal  seçimi kazanmış olmasına rağmen yine gittiler. Saçma gibi gelebilir, ama galiba darbeyi yapanları da bağlayan bir demokrasi fikri de her şeye rağmen bir yerlerde mevcut. "Yahu, darbe yapıyoruz yapmasına da, demokrasi rejimi açısından çok da iyi bir iş yapmıyoruz galiba" gibilerden bir hissiyat da çok derinlerde bir yerde seziliyor her gelişlerinde. Hani, çok derinlemesine bir "okuma" yapmak zorundaysak eğer, böyle bir şeyi de hayal meyal görebiliriz belki satırların dibinde bir yerlerde... 

Mecburen geliyoruz, mecburen yapıyoruz, havası oluyor... 

Evet, doğrusunu isterseniz, şu iki fikir de darbecilerde ve onların destekçilerinde bir arada görülebiliyor: Hem demokrasi en iyi rejimdir, hem de onu bizim korumamız, kollamamız lazım, diye düşünüyorlar ve ortaya böyle acayip bir tablo çıkıyor. Mesela 27 Mayıs 1960 darbesi bence bunlardan en ilginç olanı. Çünkü, 27 Mayıs bir darbedir ve demokrasiye indirilmiş ağır bir darbedir; ama aynı zamanda Türkiye'nin gördüğü en özgürlükçü, en demokratik temelleri içeren bir anayasanın yapılmasına da darbeciler önayak olmuştur. Bence, 27 Mayıs olmasaydı, daha sonraki darbelerin olması mümkün değildi. Darbeler dizisine giden yolu açmıştır. Yani onun özgürlükçü söylemine ve Anayasaya vb. kanıp onu meşrulaştırmamak lazım. Bu, hata olur. Özgürlük, demokrasi olacaksa da bunun aşağıdan, halktan gelecek talep ve toplumsal çabalarla olması lazım. 27 Mayıs'ın o özgürlükçü anayasayı getirerek sağladığı yararın ölçüsü her ne ise, darbe geleneğini başlatmış olmasıyla getirdiği zarar, ondan çok daha fazladır, kat kat fazladır. Nitekim, ardından 12 Mart 1971'de gelen darbe o özgürlükleri, Anayayasayı vb. bir kalemde kaldırıp atmış ve yine kimsenin sesi soluğu çıkmamıştır. Yani, kazanılmış, oturmuş bir demokrasi geleneğinin ürünü olmayan, tepeden gelen hak ve özgürlükler, aynı şekilde tepeden inen bir darbeyle gidiveriyor. Önemli olan, siyasi ve kültürel işleyişin nasıl olduğu: Birilerinin siz istemeden size bazı hakları vermesine razı olursanız, o birilerinin o hakları başka bir anda da alıvermesine de aynı şekilde razı oluyorsunuz. Mekanizma, kaçınılmaz –ve doğal – olarak böyle işliyor... 

Bu arada bir şey daha var ki, darbecileri önce destekleyen halk, daha sonra kendisine seçim şansı tanındığı ilk fırsatta darbecilerin istediklerini değil, darbeye itiraz edenleri veya darbenin mağdurlarını destekliyor. Bu da bir tür siyasi gelenek haline gelmiş Türkiye'de... 

Bence bunu demokratik bir tavır ve gelenek olarak değerlendirmek lazım. Çünkü demokrasiden murad edilen temel şey, bir toplumun kendisini yönetmeye talip olanları yine kendi eliyle seçmesi ve ondan sonra da onu denetlemesi. Türkiye'de sadece darbelerin ardından değil, yapılan bütün seçimlerde halkın kendisine dışarıdan empoze edileni seçmediğini, kendi çıkarlarına uygun olanı desteklediğini, hatta kaderini değiştirecek tarzda oy kullandığını görüyoruz. Halkın seçtiklerini beğenmeyebiliriz ama, her seçimde değişimi seçtiğini, mevcut durumu kimin değiştireceğine inanırsa ona destek olduğunu görmek mümkün. Bence bu önemli ve sağlıklı bir tavır. Hileli 1946 seçimlerinin intikamını hemen 1950'de İsmet Paşa'dan ve CHP'den alırken bir daha da onu seçmedi, ve böyle yaparak, oyunun kurallarına uymadığı için onu cezalandırdı bence. Türkiye'de seçmen oyunun kurallarını bozanları ilk anda çeşitli biçimlerde destekliyor görünebilir. Örneğin, 1982 anayasasını da desteklemiştir. Anayasa'ya yüzde 92 gibi büyük bir oranla destek çıkıldı. Ama, tabii kuyruğuna cumhurbaşkanı seçiminin de takılmış olmasının bu yüzdeyi yükselttiğini de unutmamalıyız. Ayrıca, bir hayli zorlayıcı olan o koşullarda yüzde 8 karşı oy çıkması hiç de küçümsenmemelidir. Ben "hayır" oyunu atarken ne kadar rahatsız olduğumu hatırlıyorum, çünkü yarı şeffaf zarftan basbayağı görünüyordu oyun rengi. Ve öyle bir baskı atmosferi oluşmuştu ki, insanların hayır oyu vermesi için sıradışı bir cesaret göstermesi gerekiyordu. Kimsenin böyle bir cesaret göstermek yükümlülüğü yok tabii. Eh, bu şartlardaki yüzde 8 de,  yabana atılacak bir oran değildir. Yine de, bu toplumda bazı şeylerin varlığına işaret eder, başka ülkelerdeki otokratik, diktatoryel rejimlerde buna benzer referandumların, plebisitlerin sonucu yüzde 99 nokta bilmem kaç olarak açıklanıyor.

Yani, tartışma noktasına dönecek olursak, 12 Eylül öncesinde epey de güdümlenmiş 'toplumsal cinnet' ortamında oluşan ciddi bir huzur ve güvenlik talebi vardı tabii, ama buna rağmen, ilk fırsatta darbecilerden yana oy kullanılmadığını, önemli vurgulamamız gerekir.

Öte yandan, 12 Eylül'ün ilk uygulamaları doğrudan üniversiteyi hedeflemişti ve bence bunun da nedeni, entelektüel kesimden gelebilecek ve normalde daha fazla bir siyasal ve toplumsal cesaret örneği sergileyebilecek bu kesimin itirazlarını, olası muhalefetini peşinen engellemekti. 12 Eylül darbesi, hükümetin yanı sıra üniversiteye karşı da yapılmış bir darbe sayılmalı. Hemen sonra getirilenYÖK'le de bu durum pekişmiş, yerleşiklik kazanmıştır. Nitekim, 25 yıldır hâlâ YÖK'le uğraşıyoruz. 12 Eylül anayasası bile değişti ama YÖK duruyor, değişmedi. Aslında inanılmaz bir şey gibi görünüyor, ama böyle... 

Peki bu eksende siyasi elitlerle ilgili bir tartışma yapmak gerekirse ne denebilir? Yani siyasi eliti tasfiye etmek istedi 12 Eylül, yasaklar koydu ve o dönemde siyasiler de belli bir muhalefet gösterdiler. Özellikle Demirel kaynaklı bazısı çok hoş laflar, fıkralar dolaşırdı ortalıkta. "Gün olur, devran döner" dediler ama iktidar mevkilerine yeniden geldiklerinde 12 Eylül'le ilgili bir şey yapmadılar. Bunu beklemek hakkımız mı, başka ülkelere, sözgelimi Yunanistan'a baktığımızda hakkımız olduğunu düşünebiliriz. Yunanistan'da Karamanlis'in politik çizgisi Demirel'den farklı değildir ama Yunan Cuntasını hapse tıkan politikacı o oldu. Zaten cuntalardan hesap sormak sağ politikacılar tarafından daha kolay yapılabilen bir şey, darbelerin ertesinde düzeni restore ederken bunu solun yapması daha gerilimli oluyor ama sağ yapınca ordudan pek ses çıkmıyor. Türkiye'de ise böyle bir şey yok, sistemin sağının da solunun da gündemine böyle bir şey girmiyor. Demirel geçenlerde "Bırakın, Evren'in yargılanmasıyla uğraşmayın" dedi. Neden bizde bu işler böyle oluyor? 

Bu genel tablonun tartışılması ayrı, ama Demirel'in bir fenomen olduğu tartışılmaz. Müteahhit yaklaşımıyla, sorunlara çözüm getiriyormuş gibi yapıp aslında demagojiden öte gitmeyen, popülist yöntemleriyle en fazla iki seçim dönemi içinde silinip gitmesi gereken bir politikacı olmasına rağmen, demokratik süreçlerin işletilememesinden dolayı 40 yıl politik yaşamın içinde kaldı. Her defasında zümrüd-ü anka kuşu gibi yeniden diriliyor. Sanıyorum, toplumun adalet duygusu zedelendiği için ikide birde mağdur olan politikacı olarak yeniden iktidara gelebiliyor. Çünkü adalet duygusu bence insanlığın temeli ve her şeye rağmen bu duygu güçlü. Buradan tepki gösteriyor insanlar bence. Yoksa bence, hafızasının gücünden devlet adamlığına kadar, bir çok şeyi fazlasıyla müthiş şişirilmiş, medyanın riyakârlığı ile pompalanmış olan bir adam, meşru yollardan seçildikten sonra gayri meşru yollarla, darbelerle devrilince bu, geniş kitlelerin vicdanında rahatsızlığa yol açıyor ve onlar da ilk fırsatta bu mağduriyeti gideriyorlar. Aslında bu durum da yine demokrasinin bir şekilde çalıştığını gösteriyor; halk, seçtiğine sahip çıkıyor yani. 

Bu demokrasi neden sol için çalışmıyor, solda da mağduriyet yok mu? Sola gelince duruyor mu demokratik süreç? 

Bence durmuyor, bekliyor vaatlerin yerine gelmesini... Ama daha önemli bir şey var; bence Türkiye'deki seçimler, örneğin ABD seçimlerinden daha demokratiktir – tabii darbeler dışındaki süreçleri kast ediyorum. Amerikalılar seçimle ilgilenmiyor bile, çünkü o iki parti ve iki adayın birbirinden fazla farkı yok, ikisi de yalan söylüyor. Burada da yalan söyleniyor elbette, ama burada hâlâ bunun ötesine giden sahici bir şeyler var, değiştirebileceği bir şey olduğunu görüyor ve halkın katılımı da buradan kaynaklanıyor. Örneğin Menderes, o bir yığın anti-demokratik uygulamaların sorumlusu DP iktidarı, 27 Mayıs'la devrilmeseydi zaten seçimle gidecekti. Benim bildiğim iki araştırma var ki, bunların sonuçlarına göre seçimleri kaybedecekti, seçimle gidecekti, ama olmadı işte ve darbelerin yolu açıldı. Büyük bir çoğunlukla iktidara getirdiği bir partiyi halk bir süre sonra değiştirebiliyor ve bu çok önemli bir şey. Ve bence 12 Eylül'le yüzleşmenin en önemli boyutu, hesap sormanın falan ötesinde, "şu demokratik süreçle, işleyişle bir daha oynamayalım, bu sürece bir daha kimse müdahale etmesin!" demek olmalı. Çünkü oynanınca lobotomik bir etki yaratıyor, bütün toplumun dokusu bozuluyor; sebze gibi dolaşmaya başlıyor insanlar. Bıraksınlar sürecin kendi dinamikleri ve gelişimi içinde değişim olsun – pratikte de oluyor zaten: Halk beğenmediğini, vaatlerini yerine getirmeyeni bir süre sonra değiştiriyor, bunun mekanizması da işliyor, başka bir müdahaleye gerek yok. 

25 yıl sonra bugünkü topluma, Türkiye'ye baktığınızda 12 Eylül'le birlikte gelen ve kalan, hâlâ devam eden şeyler var mı? Kurumsal olmaktan çok kültür dünyasında, düşünce veya ideoloji dünyasında 12 Eylül'ün ürünü veya kalıntısı, izi olarak görülebilecek bir şey var mı? Yani sizce bu anlamda devam eden bir 12 Eylül var mı? 

Önce yine YÖK'ü anmadan geçmeyeyim, çünkü bir kurumdan ötede bir şeyleri ifade ediyor. Bunun yanı sıra, en önemlisi otoriter ve militer bir bakış var; ders kitaplarından Milli Güvenlik Kurulu'na kadar bir çok şeyin beslediği, yeniden ürettiği bu otoriter, diktatoryal anlayışın yıllar sonra tarih kitaplarına da yansıması ilginçtir. Yönetici elitlerin 80 yıldır hep işlediği, beslediği bu militarist bakış, 12 Eylül darbecileri tarafından elbette pekiştirilmiştir. 

Öte yandan, 12 Eylül'ün en büyük "mirası" olarak toplumdaki depolitizasyondan,  apolitik bir gençlik yaratılmasından çok söz ediliyor. Lobotomi metaforu zaten bunu içeriyor zaten. Ama bence bu depolitizasyon kavramı biraz abartılıyor ya da biraz "kolaycılığa kaçan" bir tahlil. Zaten böyle bir durumun ne kadar 12 Eylül'ün ürünü olduğu da tartışılır, çünkü bütün dünyada buna benzer bir tablo var. Neo-liberal dalga, televizyon kültürü, medya tekelleşmesi gibi şeyler hep bu tablonun parçaları. Sempati ve empatinin, dayanışmanın ve paylaşmanın yerini başka değerlerin, para kazanmanın, yuppiliğin, vb alması için "kainatın efendileri" tarafından gösterilen çaba, dünya ölçeğinde bir süreç ve bu "efsanevi" boyutlardaki çaba şüphesiz bir ölçüde Türkiye'ye de yansıdı. Gençliğin politikadan uzaklaşmasının suçunu esas olarak 12 Eylül'e yüklemek bana pek doğru gelmiyor. Öte yandan, bunu bir ölçüde yanlışlayan önemli bir başka evrensel eğilim de göz ardı edilmemeli. Şimdilerde, 20. yüzyılın kapanışında tam tersine bir süreç başladı dünya insanlarında ve özellikle de genç nesilde. Aslında, doğrudan kendileriyle de ilgili olmayan, daha çok Üçüncü Dünya'nın sorunlarıyla ilgili olarak, ABD'deki Seattle'dan, Brezilya'nın Porto Alegre'sine, İtalya'nın Cenova meydanlarından Hindistan'ın Mumbai sokaklarına, Meksika'nın Cancun sahillerine kadar bir çok yerde çok önemli, çok etkili, çok büyük gösteriler, hareketler gerçekleştiriyorlar. Bu da yeni ve çok başka, umut verici bir süreç... Bu Türkiye'ye de yansıyor zaten, örneklerini gördük. 15 Şubat 2003 günü ABD'nin Irak'a müdahalesini engellemek için, Güneş'in güzergâhını izleyerek dünyayı çepeçevre dolaşan barış gösterilerine tahminen 15 milyon kişi katıldı. Ve bunların büyük çoğunluğu açısından, kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen böyle bir sorunla ilgili olarak sokaklara, meydanlara dökülmeleri dünya için çok önemli bir şey. Başka bir dünyanın kurulması açısından tarihsel bir adım olarak görmek mümkün. Tarihte ilk defa böyle bir şey oluyor. Dolayısıyla, bununla birlikte neo-liberalizmin egemenliğinin oluşturduğu depolitizasyon da aşılmış oluyor ve bu Türkiye'de de oldukça net bir şekilde ifadesini buluyor, bulacak... 1 Mart 2003 tezkeresini, Amerikan askerlerine izin vermeyen, ülkeyi savaşa sokmayan Meclis kararını, bu dünya tarihsel sürecin etkileriyle birlikte ele almak doğru olur kanısındayım. Haziran sonunda İstanbul'da yapılan ve üç gün boyunca coşku-ışık-empati saçan muhteşem Dünya Irak Mahkemesi son oturumunu da kolay kolay unutamayız.Ve işte buralarda artık 12 Eylül filan yoktu... 

Dolayısıyla sonuçta toplumun 12 Eylül'le yüzleştiğini düşünüyor musunuz? 

Hayır, tam böyle düşünmüyorum. Çünkü, bu tür gelişmelere rağmen bazı şeyleri de bu toplum hiç kurcalamıyor, ilgilenmiyor. Biraz da insan psikolojisi belki, "ne yapalım, olan oldu" deniyor. Diğer ülkelerde, Arjantin'den Şili'ye kadar askeri rejimlerin ötesinde ağır faşist rejimlerin kurulduğu ülkelerde de kısmi bir yüzleşme olabildi. Almanya'nın Nazilerle yüzleşmesi daha yeni oluyor, 60 yıl sonra bazı şeyleri ancak yapabiliyorlar. Yani kolay işler değil bunlar. Arjantin'de insanları uçaklardan denize atan askerler ancak şimdi yargılanabiliyorlar, ne kadar gerçekten yargılanacakları da ayrı bir konu. Şili'de Pinochet'nin yargılanması doğrultusundaki adımlar belki adamın sadece ABD hizmetinde faşist bir katil değil, aynı zamanda azılı bir hırsız olduğunun da ortaya çıkması üzerine hızlandı. Çünkü Amerika, İngiltere ve İsviçre bankalarında milyonlarca doları olduğu anlaşıldı. Şili toplumunun vicdanı belki de bunun üzerine tam harekete geçti.

Burada da 12 Eylül'ün en fazla üzerinde durulması gereken olaylarından biri, mesela Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ile ilgili akçalı iddialar, yolsuzluklar, Lockheed skandaliyle ilgili şeylerdir. Zaman aşımına uğramasına kimsenin asla göz yummaması gereken bu iddialar mutlaka ele alınmalı, yargılanmalıdır. Bu yolsuzluk dosyaları kapanmadan, 12 Eylül defterinin kapanabileceğini düşünmüyorum.

Bu arada şunu da belirtmek istiyorum ki, 12 Eylül'le işbirliği yapanları da unutmamak ve onlardan da bunun hesabını uygun bir şekilde vermelerini istemek lazım. Kastım bir intikam değil ancak özellikle akademik camia başta olmak üzere, yargı organlarından, bürokratlardan, sivillerden bu darbeye destek olanlar iyice hatırlanmalı. Çünkü buna mecbur değillerdi, karşı çıkmak zorunda değillerdi tabii, ama destek olmak zorunda da hiç değillerdi. "Neden karşı çıkma cesareti göstermediniz?" demenin âlemi yok elbette; ama destek olmak zorunluluğu da yoktu doğrusu! Onun için, "neden bunu yaptınız?" diye sorulabilir pekala ve bazı şeyler hatırlatılabilir. Ayrıca, darbenin başı olan General, kendini sonradan ressam halinde sunduktan sonra, büyük paralar ödeyerek sergiden tablolarını (hayır amaçlı işler için de olsa) satın alan büyük işadamlarını da unutmamak ve hoş görmemek gerekir. Bunu yapmak zorunda değillerdi ama yaptılar ve hâlâ da yapanlar var. Darbeci generali ziyaret edip ondan dünya meseleleri hakkında "görüş" alan medya mensuplarının bu yaptıklarını da hoş görmemeliyiz bence. "Neden bunu yapıyorsunuz?" diye hepsine sormak lazım bence... 

Peki, bugün artık 12 Eylül'le yüzleşme açısından ne yapmak gerekir? Örneğin 78'liler Girişimi kampanya açtı anayasa değişikliği ve Evren'in yargılanması için. Kenan Evren'in ve arkadaşlarının yargılanması veya bir başka şey yüzleşme için uygun olabilir mi? Somut bir öneriniz var mı? 

Ben, 'yargılansınlar' sloganına katılmıyorum. Yargılanmaları çok iyi olurdu, ama pratikte –en azından yakın gelecekte – böyle bir şey olabileceğini sanmıyorum. Bunu söylediğim için belki beni kınayanlar olacaktır ama, bu ülke için "uç noktada" bir şey söyleyip, olabilecek bir yüzleşme fırsatını da ortadan kaldırabilmesi ihtimalini önleyebilmek için, yani entelektüel bir kaygıyla söylüyorum bunu. Yani, böyle "uç" denebilecek bir talebin insanları genelde tedirgin edebileceği, bir yüzleşme olanağından uzaklaştırabileceği gibi bir kaygım, pragmatik olduğunu zannettiğim bir değerlendirmem var.

Ama, buna karşılık, başka bir öneride bulunmak istiyorum. Güney Afrika'da ve galiba Şili'de de gerçekleştirilen bir yol, Türkiye'de de izlenebilir: Yargılamak değil ama 'gerçeği bulma ve uzlaştırma' komisyonları üzerinden gidilebilir. Güney Afrika'daki o korkunç ırkçılık döneminin geride bıraktıkları bu yolla önemli ölçüde aşılabildi. Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra, o ırkçı politikaları, işkence ve baskıları uygulayanlarla mağdurların karşı karşıya geldiği, suçların itiraf edildiği ve sebeplerinin açıklandığı, hangi ruh hali içinde bunların yapıldığının konuşulduğu çok dramatik bir yol izlendi. Ama travmanın atlatılmasında da bunun çok yararı olduğu yazıldı, söylendi. Türkiye'de böyle bir komisyon kurulsa, yüzleşmeyi kolaylaştırır gibime geliyor. Kimse ceza korkusu içinde olmayacaktır, bu komisyonların temel ilkesi budur. Ama ne oldu, neler yaşandı, neden bunlar oldu, tüm gerçekliğiyle, açıklığıyla ve samimiyetle ortaya dökülüyor ve konuşuluyor, tartışılıyor, yüzleşiliyor. Belki çok abartmadan ve dramatize etmeden konuşmak gerekiyor, çünkü insanlar unutmak istiyor sonuçta. Toplumlar da, insanlar da özellikle kötü şeyleri, yaşanan acıları unutmaya eğilimli olabiliyor. Dolayısıyla, böylesi bir yöntem, toplumsal etkileri ve yaşanan travmanın aşılması bakımından birilerinin cezalandırılmasından daha etkili, daha yararlı sonuçlar yaratıyor diyebiliriz. Bu tür bir yüzleşmenin tarafları olan, Güney Afrikalı gizli bir polisle onun hayatını ve kariyerini mahvettiği yetenekli bir müzisyen geçen yıl Türkiye'ye de gelmişti. Burada Açık Radyo'da onlarla program yaptık: çok etkileyiciydi. Benzer bir olay, böylesi bir süreç Türkiye'de de gerçekleştirilebilse, büyük yararı olur sanırım.  

Son bir soru; Türkiye'de darbeler bitti mi artık, böyle bir dönem geride mi kaldı? 

Bunu çok ummak istiyorum, diyebilirim. Artık olmaz diye düşünme eğilimindeyim. Çünkü, bir yandan ciddi birikimler var; en azından yüz yıllık bir süreci kapsayan insan hakları mücadelesi hem dünyada, hem de artık Türkiye'de bazı şeyleri değiştirmiş durumda. Küreselleşme süreci, internet gibi araçların da devreye girmesiyle, artık temel insan haklarına ilişkin bir kültürü geniş ve hızlı bir şekilde yaygınlaştırıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde barış ve adalet arayanlarla temas halinde olan, buluşan milyonlar, yüz milyonlar var artık. Bu aşamada artık gizli kapaklı bir takım provokasyonlarla, kapalı toplum yöntemleriyle hareket etmek eskisi kadar kolay değil. Latin Amerika'nın darbeci diktatörlüklerinin yerini de büyük öçlüde demokratik rejimler ve hareketler almış gibi görünüyor mesela...  

Geçen Mart ayında patlak veren 'bayrak hadisesi' sizi bu konuda pek karamsarlığa itmemiş anlaşılan. 

Yok, itti biraz tabii, ama bunlar eski refleksler, bildik eski provokasyon biçimleri, çok da abartmamak lazım. 

Ben biraz şaşırdım doğrusu, hâlâ bu kadar basit bir provokasyonla bu kadar etkili olunabilmesi ürkütücü ve düşündürücü değil mi?  

Evet, belki haklısınız ama artık bu tür provokatif olaylara karşı durabilen, konuşabilen çeşitli kurumlar, sivil toplum kuruluşları, birçok sıradan insan ve birey de var. Onların yarattığı bir karşı etki de oluyor. Bunlara karşı hayli etraflı birçok yazı-çizi, konuşma da görüldü medyada... Tabii bir de "dış dinamik" olarak Avrupa Birliği'ni ihmal etmemeliyiz belki. Bu toplum AB'ye dahil olmaya çalışıyor ve oranın da, adına Kopenhag Kriterleri denilen bir takım değerleri, ölçüleri var. Bunların giderek toplum içinde yayıldığını, benimsendiğini düşünme eğilimindeyim. Bunları küçümsememek lazım. İnsan hakları hukuku ile uğraşarak neredeyse bir ömür geçirdim. 12 Eylül'den kısa bir süre önce, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'yle ilgili kitabım yayımlandığında, rahmetli Profesör Tahsin Bekir Balta'nın mükemmel bir makalesi dışında yayımlanmış hemen hiçbir şey yoktu Türkiye'de. 26-27 yıl sonra şimdi etrafa, yayımlanmış bunca esere, araştırmaya, yapılmış bunca konferansa vb. bir bakarsak, o tarihten bu yana Türkiye'de hayli yol kat edilmiş olduğunu görebiliriz. İnsanlar, böyle bir vahşete bir daha izin vermeyeceklerdir...

 

Seyfi Öngider'in derlediği Son Klasik Darbe - 12 Eylül Söyleşileri başlıklı kitaptan alıntı. (Aykırı Yayıncılık, 2005)