IMF’ye göre Çin dışında bütün ülkelerin ekonomileri 2020’de küçülecek

-
Aa
+
a
a
a

Korona Günleri’nde Selim Badur hidroksiklorokin tartışmalarını, Latin Amerika ülkelerindeki son durumları ve IMF’in tahminlerini aktardı, bilimsel yayınlara da değindi.

(25 Haziran 2020 tarihinde Açık Radyo’da Korona Günleri programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Selim Bey, merhabalar.

Selim Badur: Günaydın, merhabalar, nasılsınız?

Özdeş Özbay: Günaydın.

SB: Günaydın Özdeş.

ÖM: Nasıl gidiyor korona günleri?

SB: Korona günlerinde birkaç haber vererek başlayayım isterseniz bugüne,

ÖM: Lütfen.

SB: Dün itibariyle Fransız, Marsilyalı ve hidroksiklorokin konusundaki çalışmalarıyla tanınmış olan biraz aykırı bir kişilik olan Dr. Didier Raout, Fransız Meclisi Araştırma Komisyonu’nda yaklaşık 3 saat boyunca sorgulandı. Kendisi testlerin yaygın kullanımının ve hidroksiklorokin kullanımının savunucusu biliyorsunuz. Tartışmaların bilimsellikten uzak ve politik olduğunu belirtti. Bu hidroksiklorokin kullanımı kısıtlamaları kararının özellikle ABD’de remdesivir denilen alternatif antiviral ilacın üreticilerinin baskısı sonucunda alındığını belirtti. Oldukça iddialı ve sert bir suçlama. Bu süreçte ön planda olması gereken bilimsel tıbbi kararların politikacılarla yönlendirilmesine karşı çıktığını, bunun anlamsız olduğunu söyledi ki kendisi 3 bin 700 hastayı tedavi ettiğini ve mortalite yani ölüm oranının kendisi serisinde binde beş olduğunu söyledi; bu oran genelde yüzde 5’tir. Bu tedavi uygulamaları sırasında herhangi bir kardiyolojik sorun da yaşanmadığını da belirtti. Konuşmasının sonunda önemli bir nokta ya daha değinmiş: “Henüz pandemi ilan edilmeden önce toplumun yüzde 40’ı bu virüse bağışıktı” dedi. Bunu niye dediğini anlamış değilim. “Aşı firmaları kızacaklar ama aşı da bu konuda mümkün değil” dedi. Savunmasındaki ana hatlar, önemli notlar bunlar. Bu konuyu takip edeceğiz ve gelişmeleri aktaracağız, böyle birtakım iddiaları var Dr. Didier Raout’nun.

ÖM: Niye önemli bu Dr. Didier Raout, niye bu kadar önem taşıyor?

SB: Birincisi hidroksiklorokin kullanımını ilk öneren, bu konuda ilk yayın yapan kişi ve bu sıtma ve romatizmal hastalıklarda uzun süreden beri kullanılan bu ilacı Covid-19 tedavisinde de kullanımına başlayan, ilk yayını yapan kişi. Daha önce bahsetmiştik, 2000’den fazla yayını olan aykırı, şimdiye kadar birçok konuda alışılagelmiş tıbbi yaklaşımlarda ters bulduklarına karşı çıkan, sağlık otoritesiyle, Fransız Sağlık Bakanlığı ile çok sürtüşen ama Marsilya’da da mesela sokaktan geçerken –ben bunu videolarda görüyorum- insanlar çevresine toplanıp alkışlıyorlar adamı, böyle bir hekim kendisi. 

ÖM: Kahraman gibi yani?

SB: İlginç bir adam. Bu arada, Latin Amerika’ya baktığımız zaman olgu sayısı 2,2 milyonu aştı. Bunların yarısı Brezilya’da, Brezilya dediğimiz 630 milyonluk bir bölgenin en önemli ülkesi. Enfekte kişi sayısı bir ayda iki misline çıktı Latin Amerika ülkelerinde; Peru’da 260 bin, Şili’de 250 bin kadar. Şili dışındaki ülkeler test uygulama programlarını etkili biçimde gerçekleştiremiyorlar, virüsle mücadelede yoksulluk engeline takılıyor bütün bu ülkelerde yapılan çalışmalar. Günü gününe yaşayan, kayıt dışı çalışanlar büyük çoğunluk ve bunların yasaklara uyması, denetlenmesi pek mümkün olmuyor. Peru ve Arjantin’de yasaklar 100 günden beri sürüyor, Kolombiya’da bu süreç 15 Temmuz’a kadar uzatıldı. Yönetimler gittikçe sertleşiyor, kısıtlamalara uymayanlara ağır cezalar gelecek. Bir örnek vereyim çok tuhaf bir şey, Şili’de örneğin sokağa çıkılmasının yasak olduğu saatlerde sokakta görülen bir kişi eğer geçerli bir gerekçe sunmazsa çarptırıldığı ceza beş yıl. Beş yıl cezaya çarptırılıyorlarmış.

ÖM: Yasağa rağmen sokağa çıkanlar beş yıl hapis cezasına çarptırılıyorlar öyle mi?

SB: Haklı bir sağlık nedeni gibi gerekçe eğer sunamaz ise, öyle “sıkıldım çıktım” filan derse gerekçe olarak beş yıl hapis cezası, çok sert bir uygulama ama işte toplumlar, bu kayıt dışı çalışan insanlar, bunların denetiminin zor olduğunu söyledim. Gerçekten Latin Amerika ülkelerinde olup bitenlere bir ayna tutmuş oldu bu pandemi, bu açıdan sert birtakım yaklaşımlar ve tablolarla karşılaşıyoruz. Brezilya tabii futbolun merkezi, futbolla ilgili, futbolun çok sevildiğini, önemsendiğini biliyoruz bu coğrafyada; lig maçları alınan karar sonucunda başladı, seyircisiz oynanıyorlar, ama iki kulüp maçlara çıkmıyor, reddediyor “biz oynamayacağız” diye. Nereden baksanız 150 bin kadar çalışanı ile bütün ligleri de içerirse eğer amatör, profesyonel 7 bin kulübün bulunduğu 9 milyar avroluk bir sektör Brezilya’da futbol. Onun için futbola ait haberlerle gelişmeler bu ülkede ilginçtir. Futbolu bırakalım biraz eğitime bakalım isterseniz. UNESCO’nun verileri açıklandı, 1,5 milyar öğrencinin eğitimi aksamış, yani dünyadaki toplam öğrenci sayısının yüzde 90’ı ve sonuçta 1,5 milyar öğrencinin eğitimi aksıyor. “Okulsuz bir dünya yaratıldı şu süreçte ve yaşanmakta bu okulsuz dünya” deniyor raporda. Eğitimi kesintiye uğrayan, uzaktan eğitim yapılsın denilen ve bunun geçerli, kolay bir alternatif yeni bir seçenek gibi sunulmasına karşın, bakıyorsunuz dünyada uzaktan eğitime katılımın oranı yüzde 57, ben şaşırdım! Afrika’da ise yüzde 18 imiş. Yani ciddi olarak eğitimin böyle uzaktan yapılması, ‘aman ne iyi teknoloji kullanılıyor, bu işin üstesinden geliniyor’ ama bu iş öyle basit değil. Eğitim sektörü kaynaklarında da başka yerlere paralar aktarıldığı için bu eğitim sektörüne tüm dünyada global olarak ayrılan para şu süreçte 186 milyar avro azalmış. Ciddi olarak eğitim bütçelerini kesiyor ülkeler. Bunlar eğitime yansıyan çok olumsuz tablolar. Tabii ekonomiyle ilgili bir iki noktaya değinip bilimsel çalışmalara geçeyim. IMF’e göre dünyada 2020 yılında yüzde 4,9’luk bir küçülme, gerileme söz konusu olacak. Bırakın gelişmekte olan ülkeleri Avrupa ülkelerine bakalım; İtalya ve İspanya’da bu oran yüzde 12,9, Fransa’da yüzde 12,5, İngiltere yüzde 10,2, Almanya’da yüzde 7,8. Dünyada tek bir artışı olan ülke var kısıtlı oranda, yüzde 1’lik bir artış söz konusu olacakmış Çin ekonomisinde. Buradan hemen bir takım komplo teorilerine geçilebilir tabii bu veri üzerinden. 

ÖM: Bu arada ben de şunu ekleyeyim izninizle, IMF’ye göre yüzde 5’e yakın yüzde 4,9 küçülürken Türkiye ekonomisinin de yüzde 5 küçüleceğini açıklamış.

SB: Evet doğru onu atladım, Türkiye ekonomisi yüzde 5. Yani şimdiye dek görülmemiş bir krizden bahsediliyor. 2008 krizi küreselleşmeyi olumsuz etkiledi, Brexit oldu, ABD-Çin ticaret savaşı başladı ama Covid-19’la beraber bu olumsuzluklar çok daha sert olacak deniyor. Sarkaç sitesinde Anıl Duman’ın bir raporu çıktı “Türkiye’ye ait covid-19’la ilgili artan eşitsizlikler ve yoksulluk” diye. Dünya Bankası’nın verileri bu raporda yer alıyor; Dünya Bankası projeksiyonlarına göre “Covid-19 bu yıl en iyi senaryoda 71 milyon insanı yoksulluğa iterek küresel yoksulluk oranını yüzde 8,9’lara çıkarabilir” deniyor. Yapılan çalışmada “Türkiye’de çalışan gruplar arasındaki bireysel ve yapısal farklılıklar, evden yapılabilecek işlerin az olması ülkemizde, sosyal yardımların sınırlı olduğu göz önünde bulundurulduğunda salgının ülkemizde işsizlik yaratacağı ve bu yolla gelir dağılımı ve yoksulluğu olumsuz etkileyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil” deniyor. Çalışmada bir matematik modelleme yapılmış, uzatmayayım beş kategoriye ayrılmış, özellikle aktif ve aktif olmayan sektörler diye. Aktif sektörler elzem olarak tanımlanan ve tamamen aktif sektörler, çoğunluğu da gıda üretimi ve satışı, kamu hizmetleri ve sağlık gibi pandemi sürecinde de küçülmeden üretimin devam ettiği iş kolları. Aktif olmayanlar ise otel, restoran, konaklama, eğlence ve dinlence hizmetleri gibi elzem olmayan ve haziran ayının ilk haftasına kadar da kapalı olan sektör çalışanları. Şimdi bunlara baktığımızda Türkiye’deki toplam istihdamın neredeyse yüzde 46’sı salgından etkilenen sektör yani aktif olmayan iş kollarında çalışanlarmış. Demek ki neredeyse çalışanların yarısı bu aktif olmayan grup dediğimiz otel, restoran, konaklama, eğlence ve dinlence sektöründe görev yapıyorlarmış ve bunların büyük çoğunluğu genç ve üniversite mezunu olmayan kayıt dışı faaliyet gösteren ve küçük işletmeler çalışanları. Kısacası burada çok ciddi bir sorun yaşanıyor, bu oran da neredeyse yüzde 50, bunu unutmamak gerekiyor herhalde. 

Türkiye’de Bilim Akademisi bir rapor yayınladı; hem hafta sonu çeşitli yazılı basın organlarında Prof. Dr. Raşit Tükel’in yayınlanan bir yazısı vardı, hem onunla paralel olarak hem de belki önümüzdeki günlerde Önce Sağlık programında konuk olarak almayı düşündüğümüz Prof. Dr. Hasan Yazıcı’nın bir demeci, bir röportajı vardı, onlarla çok paralel giden bir rapor Bilim Akademisi tarafından yayınlandı: “Türkiye’de Covid-19 bağlamında bilimin geldiği yer.” Bu raporda “Türkye’de çeşitli önlemlerin, bazı kapalı yerlerde toplu bulunmanın önlenmesi, 65 yaş üstü nüfusa getirilen kısıtlamalar, okulların kapatılması salgının bir ölçüde kontrol altına alınmasını sağlamıştı; ama insanların kamuoyuna açıklanan kısıtlı veriler çerçevesinde 1 Haziran’da tedbirlerin hepsinin birden ve aniden kaldırılması 15 Haziran’dan sonra göreceli olarak da olsa olgu sayısında artışa yol açıyor” diyor. Bilimsel sonuçların ne kadar önemli olduğu bu raporda belirtilmekte. Bir kere bilim insanları açısından neler yapılması gerektiğinin altı çizilmiş; birincisi verilere ulaşım, bilimin çabuk ve güvenilir sonuçlara ulaşılabilmesi için öncelikle verilerin ayrıntılı ve şeffaf bir şekilde araştırıcılara ve bilim insanlarına açık olması lazım. Bu pek olmuyor, biz hastaların nerelerde, ne zaman, ne sıklıkta görüldüğü, yaş grupları, çalışma koşulları, hangi sektörde çalıştıkları, hangi semt ve iş yerlerine dağıldıkları, testlerin kaç kişiye yapıldığı ve bu kişilerin kim olduğunu bilmiyoruz. İkincisi, araştırmanın önündeki engeller. Dün Eskişehir Orhangazi Üniversitesi ile bir toplantı sırasında öğrendim, özellikle merkezden yani Ankara’dan yapılacak Türkiye’ye ait verilere ait bir yayın söz konusuymuş. Bu yayın ile örtüşme olmasın diye Türkiye’den herhangi bir yayın yapılmasına kısıtlama getirilmiş, yani izinlere tabi ve izin de verilmiyor. 

ÖM: Yayınların izne bağlanması çok demokratik gibi de görünmüyor tabii.

SB: Hem demokratik değil hem de bilimsel değil, yani bu bilim dışı bir yaklaşım. 

ÖM: Evet.

SB: Çalışmalar Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Covid-19 Bilimsel Araştırma Değerlendirme Komisyonu’nun kontrol ve onayına tabi. Ne demek bu? Kimdir bu insanlar? Bunu da bilmiyoruz, kimlerden oluşuyor? Belki eski güreş federasyonu başkanından filan mı oluşuyor acaba? Onu bilemiyorum. Bu denetimi kim yapacak? Bu araştırmalar etik ve bilimsel değerlendirmeden geçmiş oldukları halde gerçekleştirilemiyor; yani siz bir proje vermişsiniz, üniversite etik kurulundan geçmiş, ya da örneğin TUBİTAK’tan geçmiş, bu aşamalar tamamlanmış olsa bile, tekrar bu komisyona gelecek. Yani bilimle hiçbir şekilde uzaktan yakından ilgisi olmayan kararlar ve uygulamalar. Tabii bilimsel araştırmanın güvenilirliğini sağlamanın yolu araştırmacıların buldukları sonuçları birbirleriyle tartışabilmeleri. Bu da ancak hakemli dergilerde çıkan yayınlar ile olur. Şunu da unutmayalım, yaşanan süreçte, aciliyet söz konusu olduğunda hakem denetim süreci kısaltılmış biçimde ve biraz daha özensiz yapılıyor. Nitekim Lancet Dergisi’ndeki o skandal, ‘lancetgate’ adı verilen gelişmeyi unutmayalım, ama Türkiye’de bu aşamaya bile gelemiyoruz. Tabii bu bilim insanları açısından da kamuoyu açısından da önemli. Diyelim bu ülkede yaşayan bilim ile uğraşmayan bir yurttaşsınız ve ailenizi ziyarete gideceksiniz, atıyorum Kastamonu’ya gideceksiniz “acaba Kastamonu’da durum nedir, yolda geçeceğim yerlerde durum nedir?” diye bunu öğrenmeniz bir kere mümkün değil, bu garip bir şey. Yani bu tedbirlere evet uymak birtakım insanlar için zor olacaktır ama bu arada insanların bilimsel verilerden yararlanması lazım. Tabii son olarak karar vericiler ve yöneticiler açısından da biliyoruz ki bu süreç bize gösterdi ki bütün ülkelerde karar vericiler deneme-yanılma süreçleri yaşıyorlar. Ancak geldiğimiz aşamada en önemli husus saydamlık ve alınan kararların bilimsel gerekçelere uyması. 

ÖM: Tam bu noktada bir de şunu eklemek de mümkün olabilir, Sağlık Bakanın Dr. Fahrettin Koca’nın son haftalarda vaka sayısındaki artışın da öngörmedikleri şekilde gerçekleştiğini, arttığını söylüyor. Yani “birinci dalganın devamı olan dalgalanmalar yaşadığımızı, vaka sayılarının da yer yer öngörümüzden fazla olduğunu görüyoruz” ifadesini kullanmış. Yani bilimsel veriler biraz farklı olabiliyor.

SB: Tabii birçok insan ve bizler öngörmüştük, nasıl öngörmez bakanlık yetkilileri? Onu anlamak mümkün değil ama benim söylemek istediğim, bazen olmaması gereken tabloları da görüyoruz. Dün Pediatri Derneği’nin düzenlediği bir webinar’ı dinleme olanağı buldum, iki bilim kurulu üyesi bütün bu yaşanan son günlerdeki ürkütücü olabilecek gelişmelerden toplumu sorumlu tutuyorlar, yani “insanlar sorumsuz biz ne yapalım?” diyorlar. Bu böyle değil, bunun böyle olmaması lazım, yani Bilim Kurulu ne öneriyor? Ne kadar yaptırımı var? O da ayrı bir konu ama bunların böyle olmaması lazım. 

Batı ülkelerinde epidemiyologlar bir çalışma yapmışlar ve günlük yaşamda birtakım davranış biçimlerinin, alışkanlıkların Covid-19 sürecinde nasıl değiştiğini saptamak amacı ile, “bunların hangilerini yaz aylarında, önümüzdeki günlerde yapacaksınız?” diye sormuşlar; son dakikaları bu bilimsel çalışmalara ait örneklere bakalım. Birincisi “acaba bir kurye aracılığıyla evinize gelen bir koliyi açıp alır mısınız?” yüzde 64’ü “evet” demiş. “Aciliyet arz etmeyen doktor kontrollerine gider misiniz?” yüzde 60’ı “evet” demiş. Aşağılara doğru inince örneğin “arkadaşlarınızla açık havada bir pikniğe gider misiniz?” yüzde 31’i “evet” diyor. “Herhangi bir şekilde bir arkadaşınızı ya da yaşlı bir akrabanızı yaşlılar evinde ziyarete gider misiniz?” yüzde 20’si “evet” diyor. “Uçağa biner misiniz?” sorusuna yüzde 20’si “evet” demiş. “Bir spor salonuna gider misiniz?” sorusuna yaz ayları için yüzde 14’ü “evet” demiş. Demek ki batı ülkelerinde bu konuda birtakım çekinceler söz konusu. 

Yayınlara baktığımızda da Science Dergisi’nde Tom Brilton ve arkadaşlarının ilginç bir çalışması çıktı, genel anlamıyla deniyor ki bu Covid-19 bağlamında bütün enfeksiyon hastalıklarında bir takım bilimsel epidemiyolojik, sayısal değerlerden bahsedilir, örneğin toplumsal bağışıklık, örneğin bu kısaca Ro değeri dediğimiz bir insan kaç kişiye hastalığı bulaştırıyor oranları. “Bunları yaparken biraz dikkatli olmak lazım, toplumların heterojen yapısı göz önüne alınmıyor. Yani siz bu rakamları hesaplarken yaş grubuna ya da ekonomik durumuna göre farklı kesimleri aldığınız zaman toplumsal bağışıklık için gerekli oran ya da Ro değerini farklı bulabilirsiniz. Onun için çok homojen ve örneklemenin çok dikkatli yapılması lazım” diyor. Bu saptama önemli ve dikkate alınması gereken bir nokta. 

Bir başka çalışma virolojik açıdan çok değişik bir çalışma olduğu için ilginç geldi. Taylor Starr ve arkadaşları virüsün hedef hücreye yapışma kısmı olan spike proteinini yapay olarak değiştirmişler. Her seferinde farklı bir bölgeden bir amino asiti değiştirmişler ve sonuçta, 3804 varyant oluşturmuşlar. Yani ileride oluşabilecek mutasyonlarda değişmesi söz konusu olabilecek aminoasitleri kendileri yapay olarak değiştirip acaba ne oluyor diye bakmışlar. Sonuçta bu değişen spike proteinleri yani virüsün hücreye bağlanan bölgesinde değişim olursa hiçbir şekilde bağlanma etkilenmiyor. Bu önemli bir nokta, bu bölgedeki mutasyonlardan korkmamak gerektiğini göstermesi açısından önemli bir nokta. 

Piero Paletti ve arkadaşları İtalya’da hastalar ile temas eden 5489 kişiyi takip etmişler. Hastalarla temas etmiş, virüs ile bulaşın söz konusu olduğu 60 yaş altı grubunun %74’ü semptom oluştumuyor ve asemptomatik kalıyorlar ama virüsü yaymaya devam ediyorlar, bu çok önemli bir nokta. Diğer enfeksiyon hastalıklarından ayıran en önemli özellik, ısrarla altını çizmekte yarar var, asemptomatik dediğimiz klinik bulgusu olmayan kesimin etkeni taşıması ve etrafa virüsü yayması çok önemli. Bu nedenle maskelerin kullanımının ve öneminin altının çizilmesinde yarar var. Son çalışma da Yuki Furuse ve arkadaşları Emerging Infectious Diseases Dergisi’nde çıktı; Japonya’da bar, karaoke ve jimnastik salonlarının esas bulaş yerleri olduğunu saptamışlar. Benim bugünlük aktaracaklarım böyle, gerisini yarın konuşalım isterseniz.

ÖM: Çok teşekkür ederiz. 

SB: Ben teşekkür ederim.

ÖÖ: Görüşmek üzere. 

SB: Görüşmek üzere, teşekkürler, sağ olun.