Türkiye tedavi edici sağlık politikasında ısrar ediyor

-
Aa
+
a
a
a

Salgınlar Çağı’nın gündeminde bu hafta Sağlık Bakanlığı’nın 2023 yılı için sunduğu bütçe teklifi, dünyada ve Türkiye’de salgın hastalıkların güncel durumu ve gelecek ayların sağlık gündemine dair öngörüler vardı.

Fotograf: AA
Türkiye'de sağlık düzenlemeleri
 

Türkiye'de sağlık düzenlemeleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın, merhaba.

Osman Elbek: Günaydın herkes! 10 Kasım sabahı, Açık Radyo’da hem Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak için hem de 10 Kasım 2022 Türkiye’sinde bir çocuğu kuduz hastalığından kaybetmiş olmanın acısı ve isyanıyla karşınızdayız. Bu ülke bunu hak etmiyor. Kuduz hastalığından bir çocuğun öldüğü bir sağlık ortamındayız. O yüzden sağlık bütçesi görüşmesiyle başlayalım. Çünkü bu ülkenin bütçesini konuşmak aslında sağlığını konuşmak anlamına geliyor. 

Kayıhan Pala: Ben de öncelikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla anıyorum. İçimde 10 yaşında bir çocuğu kuduzdan kaybetmiş olmanın derin üzüntüsü ve hatta utancı var. Bunun yanı sıra Bursa’da çıkan bir yangında 8 çocuğu daha kaybettik. Suriye’den 5 yıl önce gelmiş, bu kentte yaşamaya çalışan, biri erişkin olmak üzere 8 çocukla birlikte 9 kişinin ölümünü de engelleyemedik. İnsanların doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, çalıştığı koşulları niye daha iyi hâle getirmiyoruz? Erken ölümleri önlemek için neden çaba göstermiyoruz? Zannediyorum ki bu soru, gündemde her zamankinden daha yakıcı bir şekilde kendine yer buluyor. 

Özdeş Özbay: Ölenlerden ikisi de çocuk işçiymiş. “Para alıyorlar, birinci sınıf insanlar” gibi iddiaların da yalan olduğunu görmüş olduk.

K.P.: Zaten böyle olmadığı biliniyordu Ama çocuklar öldüğü zaman her birimiz diğer ölümlere kıyasla daha fazla üzülüyoruz. Çünkü onların kendi hayatlarını düzenleme olanağı yok. Onların hayatlarını düzenleme olanağı olan iki temel mekanizma var: Merkezî yönetim ve yerel yönetimler.

Sağlık Bakanlığı’nın 2023 yılı bütçe teklifine değinmek istiyorum. Sağlık Bakanlığı bütçesinde makro düzeyde iki tane ana problem var: Yine genel bütçeden sağlık harcamaları için ayrılan pay düşük, beklenen düzeyde değil. Ayrıca bu düşük pay içerisindeki dağıtım da adaletsiz. 293 milyarın biraz üstünde bir rakam önerilmiş. Genel bütçeden ayrılan pay açısından bakıldığında yüzde 6.56’ya denk geliyor; 2022 yılı için ayrılan yüzde 6.63’ün gerisinde. Oysa dünyada yapılan araştırmalar gösteriyor ki toplumunuza gerçekten sağlık hizmeti sunmak istiyorsanız genel bütçenizin en az yüzde 10’unu sağlık harcamaları için ayırmalısınız. Türkiye’de gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) üzerinden bakıldığında da bir düşüklük var. Bu pay vatandaşın kendi cebinden prim ya da özel sağlık harcaması biçiminde alınıyor. Kişi çalışıyorsa, aynı zamanda işverenin prim ödemesi var.

2023 yılının bütçe kanun teklifinin gerekçesinde sağlıkla ilgili şöyle bir cümlenin yazılmış: “Sağlık harcamalarında etkinliğin sağlanması için arz ve talep yönlü düzenlemeleri hayata geçirmeyi hedefliyoruz.” Sağlık harcamalarında arz ve talep söz konusu olursa eşitsizlikleri ortadan kaldırmaz, derinleştirirsiniz. Çünkü sağlık alanı bir ticaret alanına dönüşür. Sağlık hizmeti hak olmaktan çıkar, arz ve talep yönlü klasik bir kapitalist sürecin parçası hâlini alır. Bu, Türkiye’de asla tercih edilmemesi gereken bir yoldur. Sağlığı hak olarak ele almanın önemini bir kez daha vurgulamak zorundayım.

Tedavi edilebilir ölümlere bağlı ölüm hızı Türkiye’de 100 binde 100, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkelerinde ise 100 binde 73. Maalesef Türkiye OECD ülkeleri arasında bu hızın en yüksek olduğu 6 ülkeden biri. Tedavi edilebilir nedenlere bağlı ölüm hızında bile ortalamayı yakalayamamış durumdayken sağlık harcamalarında arz ve talep yönlü düzenlemeleri hayata geçirecek olursanız, buradaki eşitsizliği ortadan kaldırmanız mümkün olmaz.

Paranın az ve dağıtımının problemli olması da söz konusu. En önemli problemi şu: Şehir hastanelerine büyük bir kaynak aktarılıyor, bütçenin 46 milyardan fazlası yalnızca şehir hastanelerine kira ve hizmet bedeli olarak aktarılmış. Bu Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 16’sına denk geliyor. 14 şehir hastanesi için 2023 yılında Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 16’sı ayrılmış. Peki geriye kalan yüzde 84’ü ne için ayrılmış? 950’ye yakın devlet hastanesi, 750 bin sağlık çalışanı, 8 binin üzerinde aile sağlığı merkezi, 3 binin üzerinde 112 acil yardım istasyonu, 1000’e yakın toplum sağlığı merkezi ve diğer bakanlık kuruluşlarının tamamı için… Bu kadar adil olmayan bir dağıtım nasıl benimseniyor? Bunu anlamak mümkün değil. 

Bir başka önemli problem de şu: Tedavi hizmetleri ön plana çıkarılmış. Örneğin koruyucu sağlık bütçesi için aktarılan pay 39 milyar iken 84 milyara çıkarılmış, artış oranı yüzde 117. Her zaman olduğu gibi koruyucu hizmetler yerine tedavi edici hizmetlerin benimsendiği bir yaklaşım karşımızda duruyor. Ayrıca nüfusumuz giderek yaşlanıyor. 65 yaşın üstündeki yurttaşlarımızın oranı yüzde 10 civarında. Ve aktif, sağlıklı yaşlanma programları için ayrılan bütçe de çok düşük. Bu kez bütçe yüzde 106 arttırılarak 3.9 milyara çıkarılmış. Bu şu demek: 65 yaş ve üzeri her bir yurttaşımız için bütün bir yıl boyunca yalnızca 334 lira ayrılmış. Bununla ne yapılabilir?

Ö.M.: Verilen rakamlarda sağlık sisteminin iyiden iyiye çöktüğü sonucunu çıkarmak mümkün mü?

K.P.: Maalesef. Aile hekimliği sistemi kurulurken, bundan yaklaşık 10 yıl önce, 2023 yılı için hedef bir aile hekiminin başına 2 bin kişi düşmesiydi. Çünkü eğer aile hekiminin iyi çalışmasını istiyorsanız ona 1.500’den fazla kişi bağlamamalısınız. Bu sayı maalesef 3 binin üzerinde. 10 yıl önce Sağlık Bakanlığı’nın hedefi, 2023 yılında aile hekimi başına 2 bin kişinin düşmesiyken bu hedef 2700’e çıkarıldı. Biz bu hedefi neden tutturamıyoruz? Son 10 yıl içinde mezun olan hekimlerin dörtte birini aile hekimi olarak görevlendirilse bugün ülkemizde bir aile hekimi 2000 altına insanla ilgilenecekti. Sağlıkla ilgili kaynakların etkin kullanımı sayesinde tedavi edici hizmetlerin fetişleştirildiği, ilacın ön plana çıktığı bir yapıdan uzaklaşmak mümkün olacaktı. Sağlıkta dönüşüm programının “ticarileştirme” girişimi tüm hızıyla devam ediyor. 2023 yılı bütçesinde gördüğümüz rakamlar ve yaklaşımlar da bunu destekliyor.

O.E.: Koruyucu sağlık hizmetlerine ekonomik kaynak ayrılsa ve sokakta yaşayan köpekler aşılansa biz bu çocuğu kuduzdan kaybetmeyecektik. Çünkü sokak ortasında, kentte yaşayan bir hayvanın ısırması sonucunda çocuğa kuduz virüsü bulaştı. Bu ölümleri önlemenin yolu korumaktan geçiyor.

Dün gece Dünya Sağlık Örgütü’nün son raporu yayınlandı. Sri Lanka, Nepal gibi Güney Doğu Asya ülkeleri ve özellikle Japonya, Güney Kore ve Çin şu an pandeminin yükselişiyle boğuşuyor. En çok vaka Japonya, Güney Kore, Çin’de görülüyor. Avrupa’da en çok vakanın görüldüğü ülke ise Almanya. En çok ölüm saptanan ülkeler arasında çok uzun bir süreden sonra Çin var. Çin’in durumu ilginç, günlük vaka sayısı 30 binin üzerine çıktı. Günlük ölüm sayısı 77’nin üzerinde. Bunlar Türkiye’de yaşayan bir yurttaş için çok sıradan rakamlar olabilir ama Çin için kabul edilemez. Çin, sıfır Covid-19 politikasını ısrarla uygulayan bir ülke.

Türkiye’nin 2 gün öncesine kadar en son açıkladığı veri 2 Ekim’e aitti. Ülkede son 5 haftadır veri açıklanmadı. Ekim ayında ise 2 haftada 1 açıklanacağı ifade edildi. Bu “Artık biz vakaları izlemiyoruz, bilgilendirmeyeceğiz” demek oluyor. Ekim ayı verilerini topluca değerlendirelim: Günlük 2 bin civarında vaka var, toplam 174 insanımızı kaybetmişiz. Teste ulaşımın artık hemen hemen olmadığı bir ortamda bu rakamlar gerçek değerlerimiz değil. Kasım ayına ait hiçbir bilgimiz yok. Bakan Koca’nın şu açıklaması çok kritik: “Son 3-4 günde bir artış var, Aralık ayında artışın devam edeceğini öngörüyoruz, ekstra doz aşılarınızı yaptırın.” Kamusal hiçbir önlemin alınmadığı, hiçbir koruyucu halk sağlığı müdahalesinin yapılmadığı bir ortamda yol almaya çalışıyoruz. Bu yüzden her şey bireylere kalmış durumda. Kapalı ortamlarda mutlaka maske takılmalı. Eğer 6 ayı geçtiyse, özellikle 50 yaş üzerinde kronik hastalığı olanların ve sağlık çalışanlarının, mRNA aşısını yaptırmaları gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Aynı zamanda influenza aşısını da hatırlatalım. Türkiye’de tıpkı ABD’de olduğu gibi üçlü bir salgın yaşanıyor. Literatürle uyumlu bir şekilde bir varyant çorbasında yüzüyoruz. Bugün itibarıyla BA5 varyantında bir azalma var. Bunun yerini yüzde 16 ile BQ1 alıyor. Bunun yanı sıra BA2, 75 ve XBB’nin de olduğunu, dünyanın da benzer şekilde bir varyant çorbasında yüzdüğünü, bu varyant çorbasındaki virüslerin birbirlerine karışarak evrimlerini devam ettirdiklerini vurgulamam lazım. Üçlü salgın derken 3 virüsü kastediyoruz. İnfluenza ve Covid-19’u bekliyorduk, hayat bize bir de respiratuar sinsityal virüsü hediye etti.

ABD’nin verilerine dün gece internet üzerinden hızla ulaşabildim. 4 Kasım’da yayımlanan verilere dayanarak Amerika’da ne olduğuna bakalım. 80 binden fazla test yapılmış. Yüzde 9’u pozitif, bunların büyük bir kısmı influenza A ve H3N2 alt suşu. Tüm sağlık başvurularının yaklaşık yüzde 4’ünü aşan bir kısmı influenza. Her 100 bin kişiden 3’ü hastaneye yatıyor. Yüzde 10 ölüm var. Clinical Decision Support (CDS) bildiriyor: “Bu yıl sonbaharda influenza salgını nedeniyle 1.6 milyon insan hastalandı, 13 bin insan hastaneye yattı, en az 730 kişiyi influenzadan kaybettik.”

Türkiye verisini de derleyip karşınıza gelmek istedim. Türkiye’de influenza ne durumda? Sağlık Bakanlığı en son 23 Ekim’de veri yayımlamış. Amerika’da 80 bin testle ülkenin genelini gördüğümüz bir fotoğraf çekiyor. Türkiye, 23 Ekim’de 104 numuneyle bu fotoğrafı çekmeye çalışıyor. Biz bilim insanları bir makalenin metodolojisine bakarız. Kapsayıcı mıdır, örnek yeterli midir? Bu konuda bir söz söylemek için 104 numune yeterli değil. Sağlık Bakanlığı influenzayı da izlemeyi, topluma bilgi aktarmayı, dikkati çekmeyi bırakmış durumda. Sağlık çalışanlarına hâlâ influenza aşısı ulaşmadığını da üzülerek söylemek isterim. Koruyucu hekimlikten vazgeçen, tümüyle tedavi mantığına yönelen bir pandemi politikası var.

Ö.M.: Bu sıralarda çok sık atıf yapmaya çalıştığım, önemli bir kitap var: Greta Thunberg’in editörlüğünde ortaya çıkan The Climate Book [İklim Kitabı]. Dünyanın önde gelen bütün bilim insanları, iklim bilimciler, aktivistler ve yazarlar tarafından derlenmiş çok kapsamlı bir kitap. Drew Schindell’ın yazdığı bir yazı var: ABD’de emisyonlar Paris Anlaşması’na uygun şekilde azaltılabilseydi 4,5 milyon prematüre ölümün önleneceğini ortaya koyuyor. Aynı şekilde sivrisinek, pire, vs. gibi hayvanlardan bulaşan, vektör kaynaklı hastalıkların da yılda 700 binden fazla ölüme yol açtığını belirtiyor. Çok yönlü, kapsamlı bir çıkmazın içindeyiz.

O.E.: 25 Ekim’de Lancet bir rapor yayımlandı. Bu rapor iklim değişikliğinin sağlık sorunları üzerine etkisini kapsamlı şekilde ele alıyor. Raporun başlığı çok ilginç: “Fosil yakıtların insafına kaldık.” Saptamayı çok açık ve net bir biçimde yapıyor, sağlığı yok eden süreci fosil yakıtlarıyla ilişkilendiriyor. İklim değişikliğinin sağlık alanında, özellikle bulaşıcı hastalıklar üzerinde yarattığı en büyük etki kolera hastalığının artması. Ayrıca raporda son 10 yıl önceki 10 yıllarla kıyaslanıyor. Mesela ABD’de son 10 yılda sıtmanın yayılabileceği ayların sayısında 1/3 oranında artış var. Afrika’da dang hummasının yayılabileceği uygun ortam aylarının gün sayısında yüzde 10’u aşan bir artış var. İklim değişikliği bulaşıya uygun zemin yaratıyor.

Son 5 yılda sıcaklığa bağlı ölen kişi sayısında yüzde 68 oranında bir artış olduğu ifade ediliyor. Raporda pandemiye atıfla şöyle söyleniyor: “Covid-19 pandemisi insanları sadece hastalık nedeniyle öldürmedi. İklim değişikliği ortamında yaratılan pandemi 161 milyon kişiyi açlığın sınırına getirdi. Covid-19’un ekonomik destek programlarında tüm dünya için 3.1 trilyon dolar ayırdık. Aslında bu rakamın üçte biriyle iklim değişikliğiyle mücadele edebilme ve bu bulaşıcı hastalık pandemilerini yenebilme imkânımız var.” diyor. Sorunu sadece sıcaklık olarak algılamayalım. Bulaşıcı hastalıklar bağlamında söyleyecek olursam, bence bu doğaya yaptıklarımızın bedeli. Bugün itibarıyla dünyada kullanılan plastiklerin sadece yüzde 20’si geri dönüştürülebiliyor. Diğerleri atık olarak, çöplerde yakılarak doğaya karışıyor.

Plastiğe maruz kalması sonucunda başta kaplumbağalarda ölümler oluyor. Plastikler deniz yüzeyine yayıldığı için denizin altına oksijen geçmiyor. Oldukça değerli olan mercan resiflerini kaybediyoruz. Plastikler çok fazla olduğu zaman üzerlerinde bir biyofilm, su tabakası oluşuyor ve orada özellikle salmonella gibi bakterilerin oturması kolaylaşıyor. Bu bakteriler kolera gibi hastalıklara sebep oluyor. Sivrisinek larvalarından yetişkin sivrisineklere mikroplastik aktarıldığı görüldü, insan vücudunda hatta akciğerinde mikroplastik bulundu. Mikroplastiklerin hormon düzeyimizi bozduğunu biliyoruz. Plastikler drenajları tıkayarak sellere, su taşkınlarına yol açıyor. Bu da sivrisineklerin üremesine, o da bulaşıcı sıtma hastalığının yayılmasına yol açıyor. Doğada yarattığımız kirlilik vektör hastalıklarını önümüzdeki dönemde çok daha fazla gündeme getirecek.

Ö.M.: Sözünü ettiğim The Climate Book içinde yer alan, Felipe Colón-Gonzalez’in kaleme aldığı yazdı da bundan bahsediyor. Bu, vektör hastalıklarının Fransa, Bulgaristan, Macaristan, Almanya ve ABD’deki bütün Doğu kıyısında hızla yayılacağını haber veren önemli bir yazı.

O.E.: Tüm bunların olabileceği değil, olacağı bir hayata doğru gidiyoruz. İnsanlık olarak bu durumu komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyoruz. Doğada bu kadar yıkım yaratırsak daha çok pandemi yaşayacağız. Kuduzdan bir çocuğu kaybediyorsak tek sebebi doğaya iyi bakmamak. Hayvana, birlikte yaşadığımız canlılara iyi bakmamanın bedelini ne yazık ki bir çocuğun yaşamının sonlanmasıyla ödüyoruz. Bu yüzden insanın doğanın bir parçası olduğunu, diğer canlılarla birlikte bu doğada yaşadığını bilerek hareket etmek gerekiyor.