Sanat doğayı korur mu?

-
Aa
+
a
a
a

Doğa Sohbetleri'nde Raziye İçtepe, Doğa Derneği Görsel İletişim Sorumlusu ve ressam Gökçe Sümerkan ile sanat ve doğa arasındaki ilişki üzerine konuşuyor.

""
Sanat doğayı korur mu?
 

Sanat doğayı korur mu?

podcast servisi: iTunes / RSS

Raziye İçtepe: Merhabalar, Doğa Derneği tarafından hazırlanan Doğa Sohbetleri’ne hoş geldiniz, ben Raziye İçtepe. Bu hafta doğa ve sanat ilişkisini konuşacağız. Doğa Derneği Görsel İletişim Sorumlusu ressam Gökçe Sümerkan bizimle birlikte. Gökçeciğim, biz seni tanıyoruz elbette ama dinleyicilerimiz için sorularımıza geçmeden önce biraz kendini tanıtır mısın bize?

Gökçe Sümerkan: Öncelikle merhabalar, ben Gökçe Sümerkan. Trabzon doğumluyum yani şanslıyım ki çocukluğum çok güzel geçti çünkü babamın doğu Karadeniz kırsal mimarisi üzerine bir doktora tezi vardı ve ben kendime geldiğimde, biraz büyüdüğümde o, Artvin'den Giresun'a kadar bir çalışma alanı belirlemişti kendine. Ben kendime gelip biraz hatırladığım zamanlarda Sürmeli'ye denk gelmişti çalışmasının aşamaları. Sürmeli’den sonra Artvin'e kadar olan kısım artık, ben üniversiteye gidene kadar, o süreçte bütün dağları, köyleri gezdik.

Şehirde doğup büyüsem de yani aslında çocukluğum dağlarda geçtiği için Karadeniz'de her vadinin kendine has bir kültürü vardır, bir şivesi vardır, müzik kültürü farklıdır. Hep bunların farklılıklarını görerek her vadideki ormanların ya da derelerin insanların doğayla kurdukları bağların farklılıklarını görerek büyüdüm. Bu anlamda şanslıyım. Fakat benim tabii bildiğim bu bilgi benim için her şeydi yani doğada her halükarda hayatta kalabilirdim ama üniversiteyi okumak için İstanbul'a gittim, 18 yaşında bir anda gittim ve şok geçirdim. Orada konuşulan kültür, tüm konular hiç bilmediğim şeyler ve ne konuşacağımı bilmiyordum. Orayı öğrenmem lazımdı, insanların ne anlattıklarını anlamıyordum yani bir süre orada kalıp biraz şehir kültürünü anlamakla geçti. Dolayısıyla çok suskun bir zaman geçirdim çünkü içimdeki o doğa bilgisini şehirde nasıl yaşatacağımı bilmiyordum ve onun bana kattığı müthiş bir şey var, bildiğim bir şey var ve ben onu neye dönüştüreceğimi bilemedim yani dönüştürecek miyim, gömecek miyim, ne yapacağım bilemedim ve en sonunda o bilgiyi bir yerde tutmaya karar verdim çünkü o dönüştürülebilecek bir bilgi değildi benim için. Bu, resimlerime yansıyordu ama onun akacak bir yeri yoktu yani su bir kaynaktan çıkıyordu ama akacak bir yolu yoktu. Onu bir yere gömdüm ve acaba nerede neye dönüşecek diye beklemeye başladım. Yıllar sonra benim bu döngüm, Doğa Derneği ile yollarımız kesişince birleşti ve Doğa Derneği’nin kendi felsefesi ile birlikte harmanlanarak, daha çok şey öğrenerek resmetmeye başladım ve birlikte çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Gökçe Sümerkan

R.İ.: Sürecin de su gibi aslında, belki suskun olduğunu ifade ediyorsun ama o aslında içinde bir tohum yani şu an anlattığından bende canlanan o. Bir tohum ve o tohum vakti zamanı geldiğinde çatlağını bulup patladı. Elbette çizimlerin çok keyifli defalarca bakmak istiyoruz, defalarca görmek istiyor insan tekrar tekrar. Peki bu resimlerdeki çizimlerinde ilham kaynağı nedir? Ne seni çizmeye teşvik ediyor?

G.S.: Az önceki konudan aslında bağlarsam, o bir tohum gerçekten. İnsanın düşüncesinde, fikrinde, doğanın sana verdiği bir tohum var ama onun yeşerecek bir zamana ihtiyacı da var. Yani doğru tohum doğru iklimi bulunca yaşayacak. Yangın ekosistemleri var ve o tohum toprağın altında yıllarca, senelerce kalıyor. O, uygun ısıyı bulunca, o, 70 dereceyi görünce çıkıyor ve sabırla onu bekliyor.

Benim İstanbul sürecimin gelip buna bağlanması da böyle bir şey. Ama bir anda doğadaki şeyler de, beni etkileyen konular da gerçekten hep o güne kadar aslında gördüğüm ama bir idrak yaşadıktan sonra içimde doğru iklim ile yeşermesini sağladım. O anki benim deneyimimle, belki zamanla olabilen konular yani doğa için dert ettiğim çok fazla konu var ve susamıyorum.

Tuz Gölü

Ben şu an bu podcast'i yaparken zorlanıyorum çünkü konuşma konusunda çok iyi değilim ama belki bu, beni resme daha çok yöneltti. Çok katmanlı bir düşünce sistemim var ve tasarımda bunu ifade etmek daha kolay geliyor bana. Mesela bu yaz en büyük konum; sürekli haritaya bakıyorum, o Tuz Gölü'nün, o çocukken okulda gördüğümüz, haritalarda gördüğümüz, o müthiş, Türkiye'nin, Anadolu coğrafyasının tam kalbinde kalp gibi görünen, flamingoya da benzeyen, kilometrelerce karelik dev bir sulak alan, bir göl. Yok! Yani bu yaz hep bunu düşündüm; bu kimin derdi ? Tuz Gölü'nün orada olması kimin derdi? Kim bunu hissediyor? İçimizde kim bunun yokluğunu hissediyor?

Hayatımızda sevdiğimiz birini kaybettiğimiz ya da birinin bize hediye ettiği minicik bir hediyeyi kaybettiğimizde bile onun yokluğunu hissediyoruz. Ama koskoca bir gölün yokluğunu bütün dünyada hisseden kim var? Belki en çok kuşlar hissediyor çünkü Türkiye müthiş büyük bir göç yolu üzerinde. Afrika'dan gelen kuşlar iki kola ayrılıyorlar. Hatay'dan, biri Sibirya'ya doğru gidiyor, biri Avrupa'ya doğru ilerliyor ve sulak alanlar, göller çok önemli. Bu kuşlar orada beslenecekler, biraz dinlenecekler. Bazı kuşlar denizleri aşarak geliyor ve kıyıya çok az bir metre kala suya düşüp ölen kuşlar var çünkü bütün gücünü kaybetmiş, onun oraya ulaşması lazım. Onun oraya ulaşabilmesi için hayatı kolaylaştıracak bazı duraklarda durup beslenmesi lazım ve onlar yok. Bu kimin derdi diye düşünmeden edemiyorum.

O yüzden bu yaz buna odaklandım. Biraz bu içimde tohum gibi yeşeriyor. Bunu sadece benim dert edinmiyor olmam da lazım, pek çok kişinin ifade edip, dert ediniyor olması lazım ve bunu anlatabilmek için de farklı bir dil geliştirmeye ihtiyacımız var. Şu an konuştuğumuz, annemizden öğrendiğimiz, çok rahat eriştiğimiz bu dil o kadar rahat ki, yani bize aslında kendimizi ya da doğanın dilini iyi ifade edecek imkan sağlamıyor. Bizim daha başka diller icat etmemiz lazım. O yüzden biraz Anadolu dillerine de odaklanıyorum yani Anadolu'nun kilimlerinde, Anadolu’nun türkülerinde o kadar güzel anlatmışlar ki bu ilişkiyi, derdini o kadar güzel anlatmışlar ki o kültüre yakın olmamız lazım diye düşünüyorum.


R.İ.: Sanatçı olmak tam da bu noktada başlıyor benim gözlemlediğim kadarıyla çünkü konuştuğumuz dilin yetmediği yerde yeni bir dili oluşturmak için resim, sinema, müzik, dans gerekiyor. Yani bugün bu coğrafyayla, doğayla, burada bunun içinde yaşayan türlerle bir ilişki kurma halin... Aslında yeni bir ilişki türü de tanımıyoruz, belirliyoruz. Bu anlamda çizimlerin çok kıymetli. Aslında konular hep böyle birbirine bağlı diyoruz ama bir diğer taraftan da sanat günümüzde biraz daha kendi için kendini var ediyor sadece. Yani okuduğundan ben öyle görüyorum ama bu konuda tabii ki çok uzman değilim. Hem kendi yaptığın çalışmalarda, hem etrafında doğayla sanatın ilişkisini nasıl görüyorsun mesela şu an? Bunu biraz bize çerçeveleyebilir misin?

'Yavaş yavaş hızlan'

G.S.:Küresel bir iklim krizinden bahsediyoruz ve küresel iklim krizi aslında bize sanki - evrim de öyle - hiç gözümüzde görüp anlayacağımız hızda değilmiş gibi hissettiriyor. Her zaman hızın böyle olduğunu düşündük fakat bir tane kavram var; Latince ‘festina lente’ derler yani ‘yavaş yavaş hızlan’. Bir tane de bir görseli vardır; salyangoz kabuğu içerisinde bir tavşan koşuyordur. Bize bahsedilen bu iklim değişimini, bizim gözümüzle göremeyeceğimizi, ben kendi ömrümde bunu göremeyeceğimi sanıyordum. Türlerin yok olduğunu, ağaçların ormanların hastalandığını, iklimin değiştiğini, yağmur döngülerinin döndüğünü, o çok alışık olduğumuz kuşların artık bu yaz mesela ötmediğini… Yani ben bunu kendi gözümle, kendi çağımda, belki bir tanesine tanık olurum diyordum ama o kadar hızlı oluyor ki bu ve bunu görmezden gelemiyorum. Bence kimse görmezden gelemiyor olmalı ve biz bunu bir biyoçeşitliliğin azalması olarak da tanımlıyor olmamız lazım. Bu, bizim aslında sadece etrafımızda gördüğümüz doğanın dengesinin bozulmasının belki de bizdeki yansıması, duygularımızın çeşitliliğinin azalması, sofra kültürümüzde muhabbet çeşitliliğinin azalması gibi, ben bunları da hissediyorum. Çünkü benim etrafımda çok neşeli, kendini unutmuş, bambaşka konulardan bahseden insanlar olurdu. Şu an herkes tek bir konudan bahsediyor; bir mono kültür gibi, tek bir tarım ürünü dikilmişçesine bir iletişim yaşıyor artık insanlar. Kendi duygularımız da yanimesela duyguları da çok uzun zamandır yaşamadım. Böyle gülmekten karnımıza ağrılar girerdi mesela, o duyguya ne oldu? Acaba niye onu artık hissetmiyoruz? Artık dünya o kadar bizi neşelendirmiyor mu? Nereye gitti o duygular?

Biyoçeşitliliğin azalmasını ben her alanda hissediyorum. O yüzden sanatçı olarak bizim daha çok bu çeşitliliği arttırmaya ihtiyacımız var çünkü doğa çeşitlenmek istiyor. Doğa tohumunu hiçbir zaman dibine düşürmez, her zaman uzağa saçmak ister ki daha farklı yerlere gitsin, farklı coğrafyalara gitsin. Bunun için rüzgarı kullanır, bizim ayağımıza takılır, dikenle paçamıza takılır, köpeğin tüyüne takılır ve onunla ilerler gider. O anlamda bizim bu dil çeşitliliğini, iletişim görsel çeşitliliğini, müzik çeşitliliğini değiştirmemiz, tekrar yorumlamamız lazım. Aslında yeni bir şey, yeni bir dil de icat edebiliriz. Bir yandan Anadolu zaten kendi içerisinde müthiş mayaları olan, her yerinden maya fışkıran bir yer. Herhangi bir yerden de mayalanabiliriz. Bu çeşitliliği çok uzakta da aramamız gerekmiyor.

Buradan belki de bir Dionysus’
a da selam göndermek lazım ‘kendini unut’ üzerinden çünkü Dionysus her zaman kendini unutmayı öğütler. Yani benim resmimde de aslında önem verdiğim şey o; olmak ya da onun gözünden görmek değil de, o olmak! Yani ben Afrika'dan, Avrupa'ya göç eden bir kuşum ve artık o Tuz Gölü yok! Ben onun gözünden görerek yapamam, ben kendimi unutup eğer o olursam, o zaman mevzuyu anlayabilirim ve gerçek derdi kavrayabilirim ve belki de o zaman çizebilirim, o zaman anlatabilirim. Sanat eseri biricik olmalı, çok vurucu olmalı, karşıdakini çarpabilmeli, o farkındalığı bir anda yaşatabilmeli, çok güçlü bir şey olmalı. Bunun için de oturup, düşünüp iyice tasarlamak lazım.

Gökçe Sümerkan: "Eğer zamandan muaf olsaydık bir tabak yemeğe ne kadar çok canlının hakkının ve emeğinin ve neşesinin ve imecesinin sığdığını görebilirdik."

R.İ.: Aslında senin sohbetini dinlemek de, resimlerini izlemek, çizimlerini izlemek kadar keyifli. Bir diğer taraftan da verdiğin mesajlar aslında çok güçlü. Bugün doğa korumayı konuşuyoruz. Bir alanda çalışmak, o alanı ekosistemiyle, o coğrafyasıyla birlikte o türleri, alanları korumak kıymetli. Ama şunu biliyoruz, bir göl yok olduğu zaman evi bir göl olan o tür de yok oluyor, o tür de gidiyor. O türle birlikte oradaki türkü de yok oluyor, oradaki oyun da yok oluyor ve yok olan sadece göl değil birçok şeyin de sonu oluyor ve o bilgiler sadece bir türkü, sadece bir masal, sadece bir oyun değil. Hem birbirimizle, hem oradaki canlılarla, hem de ekosistemde kurduğumuz bir iletişim biçimi. Ne yazık ki bu iletişim biçimini de kuşaklar arasındaki bilginin, bu kadar çok kültürün erozyona uğraması sebebiyle yavaş yavaş kaybediyoruz, unutuyoruz. Senin yaptığın resimlerle tekrar o bilgiyi hatırlamaya, hatırlatmaya gayret ediyoruz. Bu noktada aslında şu şekilde sormak istiyorum sana ve aslında bu sorunun cevabından çok sorunun kendisi önemli; sanat doğayı koruyabilir mi yani sanatçılar eserlerini ortaya koyarak doğayı koruyabilir mi?

G.S.: Tam da aslında şu anda buna, bu dile ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum yani doğayla aramızda kurduğumuz bu bağların unutulduğunu ve bunu en iyi canlandıracak şeyin pek çok duyumuza hitap ederek tasarlanmış sanat eserlerinde olduğunu düşünüyorum. Bence çağımızın en büyük problemlerinden birisi ‘tanımlamak’. Yani her şeyi o kadar tanımlıyoruz ki, o kadar net ki, onun dış çizgisinde, sınırında aslında zorluk çekiyoruz çünkü o kadar iyi tanımlanmış bir şeyi soyutlamaya çalışmak çok zor. Bu, bize ilkokuldan itibaren o bilgiyi parçalamamızdan, büyük bilgiyi parçalamamızdan itibaren gelen bir şey yani o bütün bilgiyi ne kadar küçültürsek parçalar ve çok iyi tanımlarsak o zaman daha iyi kavrarız. Ama o öyle olmuyor, artık o bilginin bütünleşmeye ihtiyacı var.

Benim Doğa Derneği’nde vakit geçirdiğim bu beş yılda en iyi gözlemlediğim şeylerden birisi, tüm o bilgiyi daha da kucaklamak, daha da bir yere getirmek oldu. Yani Doğa Derneği hep kuşlar üzerinde çalışarak başlamış ama kuşlar tek başına uzayda hiçbir şey ifade etmiyor, kuşlar tek başına var olmuyorlar. Kuşların var olması için sağlıklı göç yollarına ihtiyaçları var, o sulak alanlara ihtiyaçları var, göllere ihtiyaçları var. O yolların güvenliğine ihtiyaçları var, düzgün ve sağlıklı bir iklime ihtiyaçları var, avlanmamaya ihtiyaçları var. O yüzden bizim bunu bütüncül görmemiz lazım yani bir kuşun var olabilmesi için ekosisteminde de sağlıklı olması lazım. Ekosistemin sağlıklı olabilmesi için de ekosistem ile insanın arasında kurduğu bağın da güçlü olması lazım.

O yüzden kültüre doğru gelirsek, ben hep şuna inanıyorum; biz çocukken hepimiz deliceyiz. Bir asmanın da delicesi var, armudun da delicesi var, zeytinin de delicesi var yani biz de böyle yabaniyiz. Bize ne aşılanacağını bilmiyoruz, yabani varlıklarız ve doğa ile kurduğumuz bağ sınırsız, ilişkimiz sınırsız. Hiçbir tanımı yok. Harika bir ilişkimiz var. Çocukken bir yanım yalnız kalırken, benim o kısmımı doğa büyütmüştür. Doğa, bana rüzgarla öğretti, bana güneşin açılarıyla öğretti, kiraz yapraklarının yere düşmesi ile öğretti. Ben onunla yalnız kaldım, duyduğum yerde bana annelik etti ve benim bir tarafımı doğa büyüttü. İnanıyorum ki hepimizin bir tarafını doğa büyütmüştür. O noktadan sonra o tanımlar hayatımıza girmeye başladıktan sonra biz o bağları bulduk. Sadece bunların hatırlatılmasına ihtiyacımız var, o suyun çalkalanmasına ihtiyacımız var ve bunu en iyi yapacak şeylerden birinin sanat olduğunu düşünüyorum çünkü bazen çok küçük bir şey bile, mesela bir kuzinenin ateşinin sesini duyarsınız ya da yaprakların kokusunu duyarsınız, bir anda o sizi bütün çocukluğunuza götürür ve tüm güzel anılarınızı hatırlarsınız, o an olduğunuz kişiyi unutursunuz. Biraz o anlamda doğa gibi o dilin çeşitlenmesine, çoğalmasına ihtiyacımız var ve bunda sanatın çok iyi bir araç olduğunu düşünüyorum, bunu başarabileceğine inanıyorum. Belki de sadece daha çok insanın doğanın derdini dert edinmeye ihtiyacımız vardır.

R.İ.: Çok teşekkürler. Verdiğin hem hisler, hem de aynı zamanda anlattığın bilgiler çok kıymetli. En başında da söyledik, sorular sordurmak ve bu soruların cevaplarını gerçekten doğanın bütünlüğü için, aramızdaki ilişkiler için aramak en kıymetlisi. Sanat da onlardan birisi. Umarız bu bilgiyi yeniden hatırlar ve onun peşine düşeriz. Çok teşekkürler, ağzına sağlık.

G.S.: Ben teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.

R.İ.: O zaman başka bir Doğa Sohbetleri’nde buluşmak üzere, hoşça kalın.