"Doğa yalanı sevmiyor, bize bir kez daha gerçekleri gösterdi"

-
Aa
+
a
a
a

Yaşanan afeti, deprem hukuku penceresinden değerlendirmek için eski yargıç Murat Aydın'ı konuk ediyoruz.

Hukuk Güvenliği: 9 Şubat 2023
 

Hukuk Güvenliği: 9 Şubat 2023

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hali değildir.)

Bahri Belen: Deprem, depremin hukuku, öncesi ve sonrasıyla daha evvel de Açık Radyo dinleyicilerinin tanıdığı eski yargıçlarımızdan Murat Aydın konuğumuz. Tekrar hoş geldiniz Murat Bey. 

Murat Aydın: Hoş bulduk, merhabalar. 

Aynur Tuncel: Merhabalar, herkese iyi günler diliyorum. Umarım bundan sonra her şey hızla iyiye doğru döner ve artık daha fazla insanımızı yitirmeyiz, kurtarma işleri koordineli bir hâle girer. Şimdi ben sayın Murat Aydın'ı bir kez daha dinleyicilerimize tanıtmak istiyorum. Kendisi daha önce defalarca konuğumuz oldu. Şu anda avukatlık yapıyor Murat Bey ama aynı zamanda eski bir hakim. 1991, 9 Eylül Hukuk Fakültesi mezunu ve bildiğim kadarıyla doktorası var. Yanılmıyorsam sonrasında hukuka aykırı delillerle ilgili bir doktora çalışmanız oldu, öyle değil mi? Avukatlık ücretleri, arama ve el koyma tedbirleri, çocuğun cinsel istismarı gibi çok önemli konularda da eserleri var Murat Bey’in.  Kendisi emekli olduktan sonra CHP'de aktif politikaya başladı, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde meclis üyeliği yapıyor, CHP Grup Başkan Vekili olarak görevini icra ediyor ve babasının görevinden dolayı tesadüf eseri Diyarbakır doğumlu. Adıyaman Gerger’de Cumhuriyet Savcılığı yapmış. Adana'da da hakimlik yaptığını ben hatırlıyorum, o zaman kendisini tanımıştım. Dolayısıyla hem doğduğunuz, yaşadığınız hem de mesleğinizi icra ettiğiniz yerler şu an tarumar olmuş durumda, çok ağır kayıplarımız var. Bu anlamda bölgeyi de bilen, belediyecilik yapan, siyaset yapan, hukuk eğitimi almış ve doktorası olan bir insan olarak sizin bize söyleyecekleriniz çok önemli. Doğu Anadolu Fay Hattı'nda 6 Şubat'ta Pazarcık merkezli önce 7.7 sonra 7.6 olarak açıklanan iki büyük deprem oldu ardı ardına. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Bu depremin kaç şiddetinde olduğu, önceden bilinip bilinemeyeceği, alınması gereken tedbirlerle ilgili vaziyetin ne olduğuyla başlayalım. Ardından imar affıyla ve OHAL’ın kapsamıyla sohbetimize devam edelim. Buyurun efendim, söz sizin. 

M.A.: Teşekkür ederim. Öncelikle herkese geçmiş olsun, ölenlere rahmet diliyorum ben de ama insanın içi acıyor. Her seferinde böyle geçmiş olsun diyerek, bir daha olmasın diyerek kendi kendimizi avutuyoruz açıkçası. Bir daha olacak, yine insanlar ölecek. Bunu bilmek için kâhin olmaya, bilim insanı olmaya da gerek yok ve biz yine benzer acıları yaşayacağız. Çünkü yaşadıklarımızdan ders almıyoruz. Yaşadıklarımızın bize öğrettiklerini öğrenmemek için direnç gösteriyoruz. Çünkü hayatı günlük yaşıyoruz. Bugün için yaşıyoruz, bugünkü menfaatlerimizi düşünüp, bugünkü algılarımızla hareket ediyoruz. Böyle olduğu sürece de bunu yaşayacağız. Dediğiniz gibi ben bölgede uzun yıllar çalıştım. Adıyaman Gerger'de savcılık yaptım, Ceyhan ilk görev yerim, Adana Merkez daha sonra görev yerim oldu. Hatay'ı İskenderun'u, Osmaniye'yi, Maraş'ı, Pazarcık’ı, Besni'yi, Kahta'yı hepsini maalesef çok üzüntüyle izliyorum şu an. Hepsi daha önce sokaklarında gezdiğim şehirler, görev yaptığım yerler.  İçler acısı bir durumla karşı karşıyayız. Artık üzüntüyü de geçmiş durumdayız, açıkçası öfkeliyiz. Yaşadığımız şeyleri defalarca yaşamak zorunda mıyız? Birkaç kişinin kendi kişisel yararı için, maddi ya da siyasi çıkarı için bu canlarımızı kaybetmek zorunda mıyız? Yıkılan binalar 99 ya da 2000, haydi 2010 öncesi olsa diyeceğim ki “Türkiye bu süreci 99’dan sonra doğru düzgün öğrendi. O yüzden de eski binaların, eski yapı stoklarımızın sorunlarını hâlâ çözemedik”, o zaman başka bir şeyi konuşacağım. Ama hayır, daha yeni yapılan, hatta yeni yapılmakta olan binaların yıkıldığını; hatta daha sadece karkas inşaatı yapılmış, yani daha üzerine hiçbir yük yüklenmemiş binaların yıkıldığını görüyoruz ve bu bizi öfkeye sürüklüyor. Ben 1998 Ceyhan depreminde de Ceyhan hakimiydim. İlk görev yerimdi ve aynı fay hattı üzerinde, buna göre nispeten küçük bir depremdi ve yine de çok ciddi can kaybı olmuştu. Doğrusu Pazarcık merkezli deprem deyince aklıma ilk Maraş ve Hatay geldi. Osmaniye geldi, Ceyhan geldi. Çünkü o hat üzerinde çok ciddi yıkım olması ta 98’de bile konuşulan bir şeydi. Dolayısıyla ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Artık bu tartışmalara, bu konuya başka bir açıdan bakmak ve ciddi anlamda radikal kararlar almak zorundayız hepimiz. Ama bu kararları alacak kişileri, yani siyasetçileri - ki şu an ben de sizlerle bir siyasetçi sıfatıyla konuşuyorum - siyasetçileri zorlayan, itekleyen, onları hizaya getiren toplumsal ve demokratik bir tepkiye ihtiyaç duyuyoruz. Tabii bunlar şu an konuşacağımız şeyler değil, ileride konuşacağımız şeyler diye erteliyoruz ama bir yandan da az da olsa konuşmak zorundayız. Çünkü maalesef bu acılar bir miktar hafifleyince, bir miktar zaman geçince bunları unutuyoruz ve öfkemizi akla çeviremiyoruz. Üzüntülerimizi akla çeviremiyoruz ve doğru düzgün kararlar alıp, doğru düzgün işler yapamıyoruz. Yani artık başka şeyler konuşmanın zamanı geldi de geçiyor. Yoksa biz aynı şeyi bundan çok değil, beş altı sene içerisinde bir daha yaşarız.

B.B.: Aynı şeyleri, aynı acıları yaşıyoruz dediniz. Umarım ki bundan sonra acılarımız artmasın ve şu anda yaşadığımız acıyı unutmayalım. Sizle en son İzmir depreminden sonra konuşmuştuk. O dönemde İzmir'deki deprem ile bu bölgedeki depremi kıyaslamak mümkün değil. Peki ilk anda bu deprem haberi duyurulur duyulmaz ne yapılmalıydı sizce? Çünkü yakın ve sıcak bir deneyime sahipsiniz ve hakikaten oradaydınız. Başka bir tabir bulamadığım için şöyle ifade edeyim: Mutfağın içindeydiniz. Sizce ilk ne yapılmalıydı? Şu anda ne yapılamıyor? Ne yapılmıyor? 

M.A.: İnsanları paniğe sürüklememek ya da kaos yaratmamak düşüncesiyle yola çıkıldığını, böyle bir iyi niyet söz konusu olduğunu varsayalım. Depremin boyutu ya yeterince anlaşılamadı ya da gizlendi… Bu çok açık ve her gün tablonun ne kadar karanlık olduğunu daha da net görüyoruz ki şu anda orada pek çok arkadaşımız doğrudan sahada.  Örneğin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı sanırım az önce oradan ayrıldı. Karşıyaka Belediye Başkanı hâlâ orada. Pek çok belediye başkanımız bizzat oradalar ve hepsinin söylediği şey şu: Durum konuştuğumuzdan, düşündüğümüzden, algıladığımızdan daha büyük. İlk elden ne yapmak gerekir dediğiniz için söylüyorum; öncelikle bunu fark etmek gerekir. Neyle karşı karşıya olduğumuz tam ve bütün boyutlarıyla bilinemez olsa da devletin en azından bir çerçeve çizilecek kadar bilgi sahibi olması gerekir. 

B.B.: 7.4 denildi önce. Aslında 7.4’ün 7.5, 7.6, 7.7 olması büyük fark yaratıyor ama 7.4 için bile ilk anda en azından tepeden yapılması gereken; yani telaşı, kargaşayı önlemek için yapılması gereken şeyleri siz o İzmir depreminde sıcağı sıcağına yaşadınız, gördünüz. Peki burada ilk başta ne yapılmalıydı?

“Yolları açık tutmakla ilgili bir planımızın olması çok çok önemli”

M.A.:  Öncelikle şunu söylemeliyiz ki burada yaşananlar İzmir'de yaşadığımızla kıyas kabul etmez. Çok çok ciddi bir alan ve çok sayıda bina söz konusu. Biz İzmir’de yıkılan 8-10, hasar gören 50-60 binayla uğraşırken orada sadece bir sokakta bile bundan daha fazlası var ki 13 milyon insanın yaşadığı bir bölgeden bahsediyoruz. Tabii en kötüsü ve en acısı şu ki o şehirlerde yaşayan insanların yüzde 90-95’inin bina içerisinde olduğu saatlerde meydana geldi deprem. Yani sokakta çalışma hayatında değildi insanlar, evlerindeydi. Dolayısıyla binalardaki nüfus çok yoğundu. Mesela İzmir depreminde teselli bulduğumuz şeylerden biri buydu. Çalışma saatleri içerisinde meydana geldiği için pek çok kişi binaların içinde değildi, kış koşulları yoktu vesaire. Ancak kapsamının bu kadar büyük olduğu görüldükten sonra yapılacak en önemli şey yolları açık tutmak ki İzmir'de de bunu küçük çaplı da olsa yaşadık En önemli şey yolları açık tutmak…. Bu çok hayati bir konu ama maalesef yolları açık tutamadık. Bunun iki nedeni vardı; birincisi ve çok üzücü olanı kar… Kar yağışıyla yeterince mücadele edilemediği için otoyolun kapandığı bir süreç yaşadık deprem sırasında. İkincisi de insanların yarattığı trafik ve biz bunu önlemek zorundaydık. Yani gereken her türlü sert kolluk tedbirlerini alarak insanların araçlarıyla bir yerden bir yere intikallerini önlemek zorundaydık. Ve tabii hava ulaşımı… Dün görüyoruz ki Ankara Büyükşehir Belediyesi ekipleri Hatay Havaalanı pistinin tamiratına başlamışlar. Aslında çok da büyük bir hasar yoktu ve halledilemeyecek bir şey değildi ve bugün dördüncü gün ama orası hala uçuş yapılabilen bir yer değil. Oysa bizim askeri kargo uçaklarımız, Skorsky'lerimiz, yangın söndürme uçaklarımız, zor koşullarda kısa pistlerde iniş yapabilecek uçaklarımız var ve Hatay ve İskenderun bugün hâlâ su bulunamayan yerler. Bakın, içme suyu bulunamayan yerler var hâlâ. Dolayısıyla bu tür depremlerin bize gösterdiği ilk müdahale ve en önemli şey yolları açık tutmak. Yolları açık tutmakla ilgili bir planımızın olması çok çok önemli. Bunun dışında ilk elden yapılacaklarla ilgili pek çok şey söylenebilir ama çok önemli bir şeyi daha gösteriyor bize bu deprem. Çok üzülerek söylüyorum bunu ama maalesef ki depremin yarattığı etkileri gidermek için koordinasyonun tek elden sürdürülmesinin önemli olduğu düşüncesiyle kurulan; bütün yetki ve sorumluluğu kendisine bağlayan AFAD'ın yetersiz olduğunu, liyakatsiz kişilerce yönetildiğini bir kez daha görmüş olduk. Ve böylesi büyük bir depremde insanların, kurumların hepsinin birden harekete geçirilmesi gerekirken evvelki günden beri bazı müdahalelerin yapılamadığını çünkü AFAD'ın gerekli yönlendirmeyi yapmasının beklendiğini görüyoruz. Sonunda insanlar ve belediyeler inisiyatif aldılar. Belki dağınık olarak, belki eksikler ya da hatalarla da olsa inisiyatif alarak kendi kendilerine harekete geçmeye başladılar. Depremin boyutunu ve büyüklüğünü başta anlamak bu yüzden önemliydi. Yani sadece AFAD'la, sadece belediyeyle, sadece birkaç kişiyle olamayacağını görmek gerekiyordu. Bakın Silahlı Kuvvetler hâlâ sahada yeterince yok. Milli Savunma Bakanı açıklama yapıyor, işte 3.000, 5.000 kişi, 10.000 kişi sevk ettik diyor ama dikkatinizi çekerim ki yıkıldığı teyit edilen bina sayısı 6.000 civarında. Yani 6.000 asker gönderseniz her binaya bir kişi düşer. Dolayısıyla bu kabul edilir bir şey değil. Ülkenin tüm imkânlarının seferber edilmesi gereken bir zaman ve insan buna çok üzülüyor gerçekten. Yani deprem bölgesine ya da binalara ulaşılamadığı için yardım edilmemesi kabul edilir bir şey değil.

B.B.: Ülkenin değil, dünyanın tüm imkânlarının seferber edilmesi ve bunun organize edilmesi gerekir belki de. Evet, ilk anda bir şok olur. En tepede olsanız bile belli bir süre bu şoku atlatamayabilirsiniz ama kısa bir sürede hemen inisiyatif alıp, organizasyon yapılıp hem ülke içinden hem de dünyadan gelen yardımların organize edilmesi anlık yaşam için zorunlu bir şey. 

M.A.: Evet öyle ve gerçekten yani insanın içi acıyor. İlk iki günde belediyelerin dışlanma çabasıyla karşılaştık yine ve İzmir depreminde de aynı şeyi yaşamıştık. Belediyelerin çalışmasını karartmak, belediyelerin çalışmasını yok saymak… Oysa bunların bir önemi yok, insanlar ölüyor, yani çok üzücü şeyler… Hani yardım toplayanların kim olduğuna ilişkin tartışmalar vesaire.... Zaten korkunç bir bilgi kirliliği var ve maalesef hepimiz bu bilgi kirliliğini yayıyoruz. Çok rica ediyorum, bunu herkese söylüyorum: Teyit edilmemiş, kurumsal kimliği olmayan hiçbir hesaptan gelen bilgiyi paylaşmayın. Yani o kadar inanılmaz ve gerçek dışı şeyler yaşıyoruz ki… Bunu İzmir depreminde de gördük. Yanı başımda meydana gelen bir olayın kamuoyuna başka şekilde yansıdığının onlarca örneğini gördüm. Herkes kendi algıladığı biçimiyle bir şey anlatmaya çalışıyor. Tamam, insanlar iyi niyetle bir şey yapmaya çalışıyor, herkes panik halinde. Dediğiniz gibi kriz halinde ilk anda bu boyutu yakalayamamak da mümkün ama en büyük siyasal organizasyonumuz olan devletin artık bu kadar saat geçtikten sonra hâlâ belli şeyleri yapamıyor olması kabul edilir bir şey değil. Yani dört günü bitiriyoruz, bitirdik ama yolda öğrenilmez ki bunlar… Bunlar için önceden hazırlıklı olmak gerekir, bilmek gerekir. Bakın tekrar söylüyor işte Naci Görür Hoca, defalarca anlatıyor, İstanbul depremi daha da yaklaştı. “E şimdi soruyoruz ne yapılıyor İstanbul'da?” Yani deprem toplanma alanlarının ne kadar önemli olduğu görülmedi mi? Şimdi öyle sokak görüntüleri var ki arkadaşlarımız da oradalar, dar bir sokakta binalar iki taraftan yıkıldığı için sokak tamamen kapanmış. Elinizde alet olsa, vinç olsa bile giremeyecek sokağa ve bunu kabul edemeyiz, bu kabul edilir bir şey değil. 

B.B.: Deprem toplanma alanlarına deprem sırasında sığınmak için büyük AVM'ler yapıyoruz. Dolayısıyla o da bir tedbir galiba. Öyle mi? 

M.A.: Galiba. Yani öyle diyelim. Ne diyelim? Bakın bu yeşil alanların, toplanma alanlarının, kamusal alanların korunmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz her defasında. Ve bu konunun siyasal bir tartışmadan öte yaşamsal bir tartışma olduğunu anlatmaya çalışıyoruz her seferinde. Hatırlıyorum, sizinle iki görüşmemizden birinde bu uçak gemisinin gelmesi meselesini konuşmuştuk.  Bakın uçak gemisini en son okyanusta batırdılar. Brezilya'nın kendisi bile kabul etmedi. E, Buca cezaevi alanını konuşuyoruz. Burası yeşil alan olsun, toplanma alanı olsun diyoruz. Ne kadar önemli bunlar, ne kadar değerli, ne kadar yaşamsal konular hepimiz için. Yani günlük siyasi polemiklerin ötesinde şeyler söylüyoruz aslında. Fakat maalesef yine dönüp dolaşıp organizasyon, birlik, liyakat bunların üzerinde duruyoruz. Şimdi böyle bir dönemde belediyelerin faaliyetlerinin engellenmesi mümkün olabilir mi? Dört beş gündür Türkiye'nin pek çok yerinden, hatta başka ülkelerden insanlar bana şunu soruyor. Belediyeye nakdi yardım yapmak istiyoruz. Hangi hesaba yapalım? Biz de diyoruz ki alamıyoruz, çünkü daha önce bunu yaptık ve hesaplara el koydular, bloke ettiler. İstanbul Belediyesi'nin yardım hesaplarına el konuldu, soruşturmalar açıldı. Biz de ne yapıyoruz? Çaresizlik içerisinde bütün yurttaşların yardımlarını toplamaya çalışıyoruz. İzmir'den onlarca, yüzlerce tır gönderdik. Hemen ilk günün akşamında İzmir Büyükşehir Belediyesi buradan bir uçak dolusu malzeme gönderdi ve arkasından da İskenderun Limanı'na gitmek üzere iki gemi dolusu malzeme gönderdik. Çünkü karayoluyla ulaşımı mümkün değil. Yani sorunuza dönecek olursak, bir depremde yapılması gereken ilk şey nedir? Yolları açık tutmaktır. 

“Yerelle bağlantı kurup yerelle birlikte organize etmeden bu işi çözemezsiniz”

B.B.: Yolları açık tutacaksınız ki kurtarma ve yardım için gelen AFAD, AKUT ve benzeri ekipler bu kurtarma mahallerine ulaşabilsin. İkincisi çocuk, kadın, yaşlı, erkek çıkan bütün yaralıları tedavi edecek doktor, hemşire, hasta bakıcı ve mekânları ve bunların alet edevatını, ilacını hazır etmek gerekiyor. Yollar ve havaalanları açık olmadığı ve buraya ulaşacak özel helikopterler, savaş sırasında kullanılan ulaşım araçları devreye sokulmadığı sürece bu işin yürümesine imkân yok. Hemen arkasından da su… Örneğin Hatay'da su olmadığını söylüyorlar ve Adana'dan bir kamyon dolusu su gönderilme ihtiyacı doğmuş. Bunların yerine ulaşması lazım ve kar kış olduğu için de orada başta kurtarma ve yardım çalışmalarını yapan insanlar olmak üzere dışarıda kalan insanların kalacakları çadırların organize edilmesi lazım. Bütün bunlar bir anda yapılabilir mi? Güçlü bir devlet, büyük devlet ve tecrübe yaşamış bir devlet; Gölcük depremini, Erzincan depremini, Ceyhan depremini ve İzmir depremini daha sıcağı sıcağına yaşamış yerel yönetimler ve devlet var. En önce, en acilen, hayat öpücüğü olarak yapılması gereken şeyleri artık bilen, tecrübeli bir devlet var, yerel yönetimler var. İşte bunun yapılamamış olması bundan sonra acımızı daha da arttıracak. Onun için diyorum ki dilerim acımız daha da artmaz. Benim bu konuda sizin bu tespitlerinizden sonra sormak istediğim bir şey var. Dediniz ki toplanan paraya, yani İzmir Belediyesi'nde toplanan paraya el koydular. Şimdi bir de DASK sigortalarından toplanan paralar var. 

M.A.: Hatırlarsanız Covid döneminde belediyelerin doğrudan nakdi yardım alıp alamayacağına ilişkin bir tartışma başlamıştı. Programımız hukukla ilgili olduğu ve biz de hukukçu olduğumuz için konuyu bir parça oraya da bağlamak isterim: Bir kamu kurum ve kuruluşunun ya da sivil toplumun veya belediyenin yaptığı iş ve işlemin yerindeliğini kim tartışacak? Bu nasıl denetlenecek? Bu ya hukukla olur, ya basın aracılığıyla, kamuoyuyla olur. Şimdi bizim hukuk güvenliğimiz, tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemimiz var mı? Özgür bir basınımız var mı? Deprem bölgesindeki görüntülerin bile seçilerek gönderildiği, röportajların yarıda kesilerek insanların isyanlarının iletilmemeye çalışıldığı, Twitter'ın belli bir süre yavaşlatıldığı günlerden geçiyoruz. Yani kimi nasıl denetleyeceksiniz bu durumda? Bu bir sistem sorunudur. O yüzden bu çarpık ve bozuk düzenin yarattığı sonuçlarla her defasında farklı şekillerde karşılaşıyoruz. Bu, bazen deprem oluyor, bazen ekonomik kriz oluyor, bazen salgın hastalık oluyor ya da bazen eğitimle ilgili bir sorun oluyor. Yani bir yönetememe sorunuyla karşı karşıyayız. Çünkü yönetebilecek liyakatli kişilerle karşı karşıya değiliz. Hani ne söyleyelim, AFAD'la ilgili tartışmalar konusunda ne diyebiliriz? Bunları söylediğimiz zaman diyorlar ki ‘şimdi bunların zamanı değil’.  Ama doğrusunu isterseniz zamanı. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu çok net bir şey söyledi ki yürekten katılıyorum. Hani bir partili olarak değil, gerçekten katılıyorum. Türkiye'de şöyle bir zemin oluştu: Efendim bu konular siyaset üstüdür. Hayır, hiçbir konu siyaset üstü değildir. Her konu siyasetin, siyasi tercihlerimizin, yönetim anlayışlarımızın sonucudur ve bunun sonuçlarıyla yaşıyoruz. AFAD'ın afetlere müdahale genel müdürü İsmail Palakoğlu iyi bir insan olabilir, düzgün bir bürokrat olabilir. Bakın afetlere müdahale genel müdüründen bahsediyoruz. Yani bir afet durumunda müdahaleyi koordine edecek en yetkili kişiden bahsediyoruz. E, bu kişi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı yüksek lisans mezunu. Eğitimini olumsuzlamak ya da küçümsemek anlamında söylemiyorum; kendi internet sitelerindeki bilgiye göre geçmişte Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğünde ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nda çalışmış. Oralarda çok faydalı işler yapmıştır, buna bir sözüm yok. Ama bu müktesebata, yani bu birikime sahip birinin afetlere müdahale genel müdürü olması kabul edilebilir bir şey değildir. Bunu bir siyasi polemik olarak, söylemiyorum, değildir yani… Örneğin benim bir hukukçu olarak ne bileyim, TÜBİTAK'ı yönetmem gibi bir şeydir bu… Herkesin yapabileceği şey vardır… Kaç gündür afetlere müdahaledeki organizasyonsuzluğu tartışıyoruz. Ama bu organizasyonsuzluk kendiliğinden olmuyor. Böyle oluyor işte, yönetememekten oluyor ve her defasında bununla karşı karşıya kalıyoruz. Beş maske dağıtılamadığında da bununla karşı karşıya kalmıştık. 

B.B.: Ama deprem konusunda bu ülke artık o kadar tecrübeli ki… 

M.A.: Zaten sorunumuz da bu. Sadece son otuz-kırk yılda yaşadığımız depremleri üst üste koysanız, bütün dünyanınkinden daha fazla deneyime ve acıya sahibiz. Sadece on yılda gerçekleşen depremleri saysak yeter ve her defasında aynı şeyleri konuşuyoruz. Siyasi iktidar bu depremden önce yeni bir imar affını konuşuyordu ve insanlar imar affı gelecek diye kaçak yapı yapıyordu şehirlerimizde. Herkes biliyor, etrafınıza bakmanız yeterli. Şimdi, kaç defa imar affı çıkarıldı? Bu sefer ‘imar barışı’ adı altında çıkardılar, af demekten hoşlanmadılar herhalde. İmar affına ilişkin düzenlemeyi kamuoyuna nasıl sunduklarını hatırlayın, yani kendi kendimize yapıyoruz bunu her defasında. Bir başkası gelip bizim evlerimizi yıkmıyor, biz kendimiz yapıyoruz bunları. Ekim'deki İzmir depreminden sonra iki yılı aşkın süredir birçok şeyi toparlamaya çalışıyoruz ki çok az sayıda yıkımdan bahsediyorum İzmir için. Şimdi ve bu süreçte karşılaştığımız o zorlukları düşünüyorum, demek ki bir yönetim zafiyetiyle karşı karşıyayız. Çok net bir şekilde artık devlet mekanizmasının çarklarının dönmediği bir durumla karşı karşıyayız. Neden? Çünkü her şeyi tekele bağlamaya çalışıyor. Bu bazen Cumhurbaşkanı'nın eli oluyor, bazen AFAD'ın eli oluyor. Diyorlar ki deprem bölgesinde yardımların, kurtarmaların koordinasyonunu AFAD yapacak. Doğru, iyi, bu kötü bir şey değil ama bu çapta bir işi AFAD'ın tek başına yapması mümkün değil. O zaman yanınıza diğer kurumları da alan, yine AFAD'ın koordinasyonunda ama hep birlikte yapılan bir organizasyondan bahsetmeniz gerekir. Şimdi siz -bu kötülüğü yaymak istemem ama örnek vermek zorundayım- Bodrum Belediyesi'nin topladığı yardımları taşıyan kamyonun önündeki Bodrum Belediyesi yazısına Muğla Valiliği afişi asmaya çalışırsanız ne anlatabilirim ki ben bu durumda? 

B.B.: Bana göre bu en çarpıcı örneklerden biri, oysa merkezi bir yönetimle bunların organize edilmesi lazım. Çok çok açık ve net bir şey bu. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü de bunu ifade etti. Tamam bu soğukkanlı açıklamalar doğruydu ama siz bu kadar geniş bir alanda ve akıl almaz büyüklükteki bir felaketi ancak bu işin yereldeki uzmanlarıyla, yetkilileriyle organize ederek bunu başarabilirsiniz, bu çok açık. Yerelle bağlantı kurup yerelle birlikte organize olmadan bu işi çözemezsiniz ki. Bu işin tecrübesini yaşamış olan Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, İzmir gibi bölgelerdeki yerel yönetimlerin tecrübelerini mutlaka değerlendirmelisiniz. Hatta bana göre depremin haberi duyulduğu anda deprem bölgelerindeki yerel yöneticilerden tecrübeli olanları merkeze çağırıp bu organizasyonu birlikte yapmak gerekir.

M.A.: Evet, bakın şimdi aklıma geldi hemen internetten aradım ve buldum. Bir örnek vereyim size, haberin tarihini de vereyim. 2020 yılından bahsediyorum. 2020 yılında AFAD İstanbul'da bir İstanbul Afet Koordinasyon ve Değerlendirme Toplantısı yapmış. Ancak İzmir ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlarını çağırmamış toplantıya. Böyle bir şey olabilir mi? Siz yerel yönetimin, yani sokağın her köşesini bilen, o sokaklarda her gün çöp toplayan, park bahçe temizleyen yerel yönetimin deneyimini sırf sizinle aynı siyasi görüşte değil diye nasıl yok sayarsınız? İstanbul'da afet koordinasyon değerlendirme toplantısını belediye olmadan nasıl yaparsınız? Yapıyorlar işte… Bakın Hatay Büyükşehir Belediye Başkanımızın depremden kısa bir süre önce katıldığı bir televizyon programındaki açıklaması tekrar dolaşıyor sosyal medyada, izleyin lütfen. Oradaki gazeteci arkadaşımız “Hatay Depreme hazır mı?” diye sorduğunda “Değil” diye cevap veriyor. “Çünkü şu yok, bu yok, bu yok, bu yok” diye anlatıyor. Bakanlıklar cevap vermiyor diyor. Aynı şeyle İzmir'de biz de karşı karşıyayız. Bir yazı gönderiyoruz, bir talepte bulunuyoruz. Talebimiz belki yanlış olabilir, haksız olabilir ama reddetmek lütfunda bile bulunmuyorlar. Aylarca cevap bekliyoruz. 

B.B.: Dolayısıyla bu organizasyona evet ama yerelin yetkilileri, yerelin deneyimiyle bu işi yürütmek gerekliliği çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. 

A.T.: Murat Bey az önce yıkılan bina sayısının 6.000’i geçtiğinden söz etti. Biz programa girerken ölü sayısı 13.000’i, yaralı sayısı da 63.000’i geçmişti.  İnşallah daha da fazla geçmez ama bugün 9 Şubat, 4.9 ya da 5.2 şeklinde raporlar var, Antep, Islahiye'de, yine deprem olmuş. Adıyaman Çelikhan'da, Hatay Hassa'da, Malatya Doğanşehir'de 4.2, Yeşilyurt'ta, Pütürge’de'de 3.9, Maraş Göksun'da 3.1 diye devam ediyor. Pazarcık'ta 2.8, yani artçılar herhalde bunlar, devam ediyorlar ve şöyle de bir iddia var: İtalya Jeofizik Volkanoloji Enstitüsü Başkanı Carlo Doglioni, Türkiye'nin üç metre kaydığını iddia ediyor. Ayrıca diğer jeofizik uzmanları tarafından yapılan ‘o kadar etkiliydi ki Finlandiya'da bile hissedildi, tespit edildi’ şeklinde açıklamalar var. Şimdi internetten edindiğim bir bilgiye göre 6 Şubat depreminin ilki saat 04:17’de gerçekleşiyor ve Twitter bilgisine göre AFAD ön raporunu saat 05:00’de aslında resmi makamlara sunmuş ve baktığımız zaman 10 ilimize yayıldığına ilişkin de sabahın erken saatlerinde haberler geldi. Malatya'da ordu var, Diyarbakır'da Adana’da kolordu var, Maraş'ta tugay var, her yerde asker var, ordunun hazır kıtaları hemen harekete geçirilebilirdi, yani binlerce genç insan enkazlara en kısa sürede ulaştırılamaz mıydı? Yapılabilirdi diye iddia etmiyorum ama emir geç mi verildi acaba? AFAD emir mi bekledi? Merkezi otoriteye bu kadar bağımlı olmak acaba ne tür sorunları beraberinde getiriyor? Öncelikle bu konudaki fikrini sormak istiyorum Murat Bey'e. Ardından da olağanüstü hâl süreciyle ilgili sorularım olacak kendisine. 

M.A.: Aynur Hanım, söylediğiniz şey çok çarpıcı ve önemli olan da bu zaten. Aslında bunu konuşuyoruz. Her şeyi merkezileştirmek bu yüzden sorun işte… Hani eskiden hukukta Adem-i Merkeziyet dediğimiz merkeziyetçilikten uzak bir yönetim anlayışının dengesinden bahsedilirdi. Biraz esprisi yapılırdı ama önemli bir tespitti o. Mesela Haydarpaşa Garı'nda meydana gelen yangının Cumhurbaşkanı'nın talimatlarıyla söndürüldüğüne dair bir açıklama yapıldı. Elbette ki Sayın Cumhurbaşkanı “gidin o yangını söndürün” diye bir talimat vermemiştir. Kendiliğinden gitmişlerdir oraya ama bu konuyu açıklayan ilgili bürokrat bu sözü söylemek ihtiyacı duydu. Şimdi her şeyi Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatlarıyla yapıyorsanız işte böyle bir şey olduğunda kıpırdayamaz hale gelirsiniz. Ya da ‘acaba ben inisiyatif almalı mıyım’ durumuna düşersiniz. Veya yöneticileriniz liyakat üzerine değil birileriyle yakınlık ya da uzaklık üzerine belirlenmişse o zaman o yöneticilerimiz kendisini seçenlerin, belirleyenlerin, yani var edenlerin reflekslerini bekler bir süre ve ondan sonra ona göre hareket eder. İşte bu en büyük sorundur… Hiç kimsenin bir şey söylemesine gerek kalmaksızın inisiyatif alarak harekete geçilecek o kadar çok şey var ki… En başta yolların açık tutulmasından bahsettik ama siz de söylediniz, silahlı kuvvetlerin ciddi bir varlığı var orada. Mesela ben askerliğimi istihkam tugayında yaptım. Bir ordunun ilerlemesini kolaylaştıran koldur istihkam kolu. Köprü yapar, yol yapar vesaire. Ordu, savaş ortamında otoyol açık mı, değil mi ya da orada yol var mı, köprü var mı diye bakmaz ki, intikal eder. Bir yerden bir yere intikal eder ve bu intikalle ilgili onlarca senaryosu, çalışması vesairesi vardır ama biz bu koşullarda hareket kabiliyeti olmayan, hareket etmekte tereddüt eden kurumlarla karşı karşıyayız. Mesela eskiden Silahlı Kuvvetler'in EMASYA taburları vardı, Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma Taburları dediğimiz taburlar. Bunlar böyle bir deprem anında, bir felaket anında, ciddi bir toplumsal olay anında, doğrudan müdahale eder, sahaya çıkarlardı. Ama askeri vesayeti kaldıracağız deyip bu EMASYA taburlarını ortadan kaldıran, hatta EMASYA ile ilgili düzenlemeleri bile ortadan kaldıran bir siyasal anlayışla karşı karşıyayız. Darbe korkusu buralara mı vardı yani? Şimdi AFAD'ın verdiği ön rapora rağmen hareket edemeyenler ne yapacak? Belediyeler belli ölçüde kendi refleksleriyle hareket etmeye çalışıyor, onlara da “durun olmaz, sizin göreviniz değil, biz yapacağız” deniyor. E tabii bu sefer insanlar kendileri uğraşıyor. Bakın, ben sabahtan beri İzmir'deki, Karşıyaka'daki yardım toplama merkezlerini dolaşıyorum. Yaşlı, genç, çoluk çocuk herkes inisiyatif kullanarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Kimse onları çağırmadı, kimse onlara bir şey demedi ama bu toplumsal bir reflekstir… Kurumların ve toplumların refleksleri olur. Kimsenin size emir ve talimat vermesini beklemezsiniz. Bir durum olur, o durumdan vazife çıkarırsınız, o vazifeyi icra edersiniz. Ama şuradan talimat gelecek, buradan emir gelecek diye bakarsanız o zaman çok ama çok kıymetli bir zamanı kaybetmiş oluruz. Ve bu da ciddi bir sorun olur hepimiz için. Bu verdiğimiz örnek de aslında ne yaşadığımızı göstermesi bakımından gerçekten çok çarpıcı. 

A.T.: Efendim, bir de olağanüstü hal ilan edildi. Yanlış saymadıysam 10 ilde: Maraş, Hatay, Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Kilis, Antep, Osmaniye, Adana. Tabii burada 2935 sayılı OHAL Kanunu yürürlüğe girdi ve doğal afet durumuna dayalı olarak bu ilan yapıldı. Cumhurbaşkanı'nın olağan kurallara uymadan, doğrudan kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi geldi. Angarya ne demek? Olağanüstü halin doğal afetlerle ilgili çalışma sistemi nedir? Merkezi yönetime bağlı OHAL koordinasyon kurulu var bir de. Bu koordinasyon kurulunun görevi nedir? Başında kim var? Neler yapılabilir? Örneğin siz demin yerel yönetimin önemine dikkat çektiniz ama bir o kadar da sivil toplum ve gönüllüler var ve onların koordine edilmesi lazım. İnsanlar can havliyle merkezi otoriteye duydukları güvensizlik ve televizyondan öğrendikleri haberlerin kendilerinde yarattığı infialle ellerinden geldiğince bir şeyler yapıp bölgeye gidiyorlar ve bir kaos durumu söz konusu oluyor. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde koordinasyon kurulundan neler bekleyebiliriz? 

“Bir musluktan su akıyor ve herkesin sadece o musluktan su içmesini istiyorlar”

M.A.: Şimdi, devletin kurumlarına karşı duyduğumuz kaygı deyin, güvensizlik deyin, emin olamama deyin, ne derseniz deyin bu duygu hepimizde var ama devletin kurumlarını bu kadar da yabana da atmamak gerekir. Yani devletin kurumuna güvenmeyip adı, soyadı bile belli olmayan kişilerin haberlerine güvenmek de ayrı bir sorun olsa gerek. Mesela refakatsiz kalan çocuklar… Şimdi görüyorum sosyal medyada, kimileri bu çocuklarımızla ilgili organizasyonlar yapmaya çalışıyorlarmış. Kim bunlar bilmiyoruz, ne yapacaklar bilmiyoruz. Yani devletin kendi sosyal hizmet politikaları var… Kötü de olsa, iyi olmasa da, aksasa da var ki pek çoğunun yanlışlarını vesairelerini her defasında dile getirmiş birisiyim. Ama yine de herhangi bir X kişisinden daha güvenlidir… Dolayısıyla, tamam, devletin kurumlarına ilişkin eleştirilerimizi yapalım, onlarla ilgili kaygılarımızı dile getirelim ama onun yerine koyabileceğimiz, ne olduğu belli kişiler yok nihayetinde… Devlet derken de merkezi yönetimi ve yerel yönetimleriyle de birlikte hepsini kast ediyorum, meslek odalarından bahsediyorum. Ne de olsa resmi bir yapı var, bu resmi yapılardan bahsediyorum. OHAL konusuna gelince, tabii ki bir hukukçu olarak ve bu durumu yaşayan, gören biri olarak doğal afet nedeniyle OHAL ilan edilmesini doğru buluyorum. Çünkü bu yapılacak şeyler için hukuki bir çerçeve oluşturur ama kaygılıyım elbette. Bu siyasi iktidarın olağanüstü hal yetkilerini nerede kullanacağı, nasıl kullanacağı konusunda kaygılıyım çünkü geçmiş deneyimleri hatırlıyorum. İki üç yıl önce terörle mücadele amacıyla, Fethullahçı Terör Örgütü'ne karşı mücadele için çıkarılan OHAL'in verdiği yetkiyle siz kış lastiklerine ilişkin kararname çıkarıyorsanız ne diyebilirim ki ben bu durumda? Doğal afet nedeniyle çıkarılan OHAL'de de merkezi hükümete verilen yetkiler bu afetle ilgili kurtarma çalışmalarıyla, hasarın ve zararın giderilmesine yönelik faaliyetlerle ilgilidir. Mesela, belli bir bölgeye girişi veya orada yerleşimi yasaklama yetkisine sahiptir. Bu gerekli bir şey, işte dedim ya yolları açık tutmanız gerekir, yeri geldiğinde oraya girişi yasaklamanız gerekir. Ama önümüzdeki süreçte bu yetkinin oradaki sorunların gizlenmesi, örtülmesi amacıyla basının üzerinde bir baskı aracı haline getirilip getirilmeyeceğinden de emin değilim doğrusu. Ama ne olursa olsun, kötüye kullanılacak diye yapılan bir şeyin doğruluğunu da inkâr edecek halimiz yok. Hukuk biliminin namusu, hukukçu namusu bunu gerektirir. Bu doğru bir karardır, bu karar yerinde verilmiş bir karardır. Hayır, ben geç verildiğini de düşünmüyorum. Birkaç gün geçtikten sonra verildi ki böyle bir karar öyle hemen pat diye verilebilen bir karar değildir zaten. Bildiğim kadarıyla bugün mecliste de gündeme gelecek bu konu, çünkü meclisin onayından geçmesi gerekiyor. Karar doğrudur. Siyasi iktidar bunu kötüye kullanırsa o zaman ona dair eleştirilerimizi ve tavrımızı da elbette ortaya koymak gerekir. Bana göre OHAL kararının yaratacağı en önemli şey çalışma vesaire de değil. Bugün insanlara ”siz gelin şurada çalışın” ya da şu “araç gelirinizi verin” dediğinizde zaten veriyorlar, OHAL vermeyenden bunu alma yetkisini sağlıyor. Elbette sonra bunun bedeli ödenecek, yani bedelsiz değil. Bu iş bittikten sonra onu da yasa belli ölçülerde düzenliyor ve hallediyor. Veya belli gıda maddelerinin, ilaçların, kimyevi maddelerin, yakıtın üretilmesini, naklini, satışını sınırlayabiliyor, düzenleyebiliyor ki bunlara çok ihtiyaç var şu an. Yani bütün bunlar için ihtiyaç var ve eğitim öğretime ara vermekten trafiğe yönelik tedbirler almaya kadar pek çok yetki sağlıyor.

B.B.: Yani OHAL bir hukuk sistemi, hukuksuzluk sistemi değil.

M.A.: Değil, evet. Yani OHAL'in ilan edilmesini bu yapılacak şeylere hukuki bir çerçeve getirmesi bakımından doğru buluyorum. Eğer kötüye kullanılırsa ya da yanlış uygulanırsa o başka bir tartışmadır ki bu her türlü hukuksal kurum için yapılabilecek bir tartışmadır. Ama şunu söyleyeyim, bu işin OHAL Koordinasyon Kurulu'yla halledilebileceğini düşünmüyorum. Doğrudan bölgede bir olağanüstü hal bölge valisi belirlenmelidir. Hatırlarsanız daha önce terörle mücadele bakımından bir OHAL Bölge Valiliği vardı Diyarbakır'da. Şimdi de sahada yetkili bir bölge valisi olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bugünkü siyasi iktidarın yönetim anlayışını düşünecek olursak her şeyi saraya bağlayan bir anlayış, oraya inisiyatif alabilen, yetki kullanabilen, yetenekli, donanımlı bir vali atar mı? Ondan da emin değilim. Antakyalı bir doktor arkadaşım şöyle diyor: “Bir musluktan su akıyor ve herkesin sadece o musluktan su içmesini istiyorlar ama bu olmaz, organizasyonu dağıtmanız gerekir. Tıpkı bir şadırvandaki gibi suyu bir merkezden akıtmanız ama çok sayıda muslukla insanlara bu suyu vermeniz gerekir.” İşte bu güzel bir örnekti bence. Merkezi koordinasyon önemlidir ama bu süreci pek çok paydaşı da dahil ederek yürütmeniz gerekir. Belki OHAL bu konuda daha fazla fırsat sağlayacaktır ya da en azından yapılacak şeyler için hukuki bir çerçeve oluşturacaktır. OHAL'le ilgili söyleyebileceklerim aşağı yukarı bunlar.

A.T.: Bir de size Fuat Oktay'ın dünkü açıklamasıyla ilgili bir soru sormak istiyorum. Bu kadar insanın, 100.300 kişinin alın terinden ve 110.000 metrekarede bu kadar alanı kapsayan bir afet bölgesinden bahsediyoruz. Bunların üzerinden siyaset yapmaya çalışanlara yazıklar olsun dedi ve o an itibariyle 790 artçı olduğuna dikkat çekti. 66 ülkeden arama kurtarma ekiplerinin sahada olduğunu söyledi ve sahadaki toplam görevli sayısını da 103.800 olarak açıkladı. Burada ben şuna takıldım: Kendisi seçilmiş değil, atanmış biri. Evet, anayasadaki yetkisine dayalı olarak Cumhurbaşkanı kendi kabinesini belirliyor, Türkiye'de artık hükümet yok. Cumhurbaşkanı kendi kabinesini belirliyor ve bu kişi de atanmış biri ama eleştirilere kapalı ve eleştirilere sitem eden bir dil bu. Yani tipik bir yerleşik uygulamada çok rastladığımız bir siyasetçi diliydi kullandığı, bir bürokrata yakışan bir dil değildi. Siyasetçi midir artık Cumhurbaşkanı yardımcısı, bürokrat değil midir? Kendisinin görevi nedir? Bir CHP'li olarak da bunu söylüyorum size. Ben mi sistemi algılamakta zorluk çekiyorum? Bu dilden çok rahatsızım. Siz ne dersiniz? 

M.A.: Bu sistemde bence artık bizim il müdürlerimiz bile siyasetçi. Bürokrat vasıflarını kaybetmiş durumdalar. Kaymakamlarımız, valilerimiz bile siyasetçi. Yani ben birkaç defa dil sürçmesiyle de olsa karşılaştım ki bizim bulunduğumuz ortamda olunca toparlamaya çalıştılar ama anlaşılan günlük konuşmalar bu şekilde. Parti binamızın yanında diye konuşuyor mesela AK Parti binasıyla ilgili. Böyle konuşan il müdürleri, bürokratlar gördüm. Ne diyebilirim ki? 

A.T.: Merkezi yönetim bürokratları artık iktidar partisinin bir ajanı gibi, bir görevlisi gibi çalışıyorlar değil mi? 

M.A.: Evet, partili devlet anlayışı bu işte. Parti devleti anlayışı… Türkiye’nin sıkıntısı da bu zaten. Düşünebiliyor musunuz? Ülkenin bir yerinde yapılacak kurtarma faaliyetinin bile siyasi tartışma ve tercihler üzerinden yürütülmesi. Şimdi Sayın Oktay belki şöyle düşünüyor, “efendim bunları şimdi konuşmayalım”. E ne zaman konuşacağız? Bu kadar kötü yönetilen bir ortamda, bir kriz anında hiçbir yönetici kendisini eleştiriden azade saymaz ki, sayamaz. İnsanlar bunları söyleyecek… Dün Sayın Kılıçdaroğlu Ankara Büyükşehir Belediyesi araçlarının Antakya havaalanında çalıştığını ve orayı tamir etmeye başladıklarını söyledi. Hatta çok da sert bir açıklama yaparak “gelin tutuklayın o zaman” dedi hani bize yaptırmıyorsunuz anlamında ve bunun üzerine Ulaştırma Bakanlığı bir açıklama yaptı. Efendim “Biz orayı zaten ilk günden itibaren tamir etmeye başlamıştık, Ankara Büyükşehir'in kamyonları oraya moloz toplamaya geldi”. E madem öyle bir şey yapıyorsunuz, ilk günden beri orayı tamir etmeye uğraştığınızı biz niye bilmiyoruz? Ama siz Kılıçdaroğlu'nun açıklaması üzerine bunu söylüyorsunuz. Yani düşünün, ne söyledik en başta? İlk yapılması gereken şey ulaşımı açmaktır ve böyle bir deprem felaketi olduğunda en önemli ulaşımlardan biri de deniz ve hava ulaşımıdır, öyle değil mi? Çünkü karayolları sorunludur her zaman. E siz depremin en ciddi hasar verdiği, en çok can kaybının olduğu şehrin havaalanını fay hattı üzerine yapmışsınız. Amik Ovası'nın, gölünün olduğu yere yapmışsınız ki o havaalanını iki üç defa su bastı. Yetmemiş o havaalanında fay kırığı olmuş, onu tamir etmek için bile bu kadar zamandır hareketsiz kalmışsınız. Sonra bunu söylediğiniz zaman da bu siyaset yapmak, acılar üzerinden rant elde etmek oluyor, öyle mi? İsmet İnönü’nün lafıyla diyeyim “hadi oradan” derler adama... Bu mu siyaset yapmak? Beyefendiler işlerini yapsınlar, işlerini yapmıyorlar, ona buna laf yetiştirmeye uğraşıyorlar. Elbette ki iktidar ve yönetim sorumluluğu kimdeyse bu sorumluluğu icra edenler, sorumluluklarını yerine getirmelerine ilişkin eylemleri konusunda eleştirilirler. Eksik ya da yanlış olan şeyler dile getirilebilir.  Bunun çok zor bir süreç olduğunu biliyoruz. Çok olağanüstü bir şey olduğunu, çok büyük bir afet olduğunu biliyoruz. Eşi görülmemiş bir şey olduğunu biliyoruz. Kimseye haksızlık etmek istemeyiz. Ama en temel şeyleri yapmaktan geri kalmış bir yönetim anlayışına da kusura bakmasınlar birkaç cümle edelim yani... Toplum olarak hepimiz dişimizi sıkıyoruz, öfkemizi içimizde tutmaya çalışıyoruz. Yani, şu duyguyu anlayamıyorlar mı? Orada siz depremde yıkılmış bir binanın önündesiniz, içinden eşinizin çocuğunuzun sesi geliyor “beni kurtarın diyor” ve siz hiçbir şey yapamadan orada bekliyorsunuz. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlayamıyorlar mı da iki çift lafa katlanamıyor beyefendiler?

“Bütün bu zorluklara ve kötülüklere rağmen kimse umutsuz olmasın”

A.T.: Sosyal medyada da çok paylaşıldı… Bir Japon katılmış bir televizyon programına ve “Bir bina nasıl affedilir, ben anlayamıyorum” demiş. Şimdi siz de eski yapı stoğu dediniz, yeni binaların karkas halinde bile yıkıldığını söylediniz ve imar barışından söz ettiniz. Aslında işin bir de bu yanı var. Dolayısıyla yakın bir zamanda bir başka yayınımızda sizinle aslında bu konuyu da konuşmak isteriz. Böylelikle depremin tablosu da biraz netleşmiş olur diye düşünüyorum. Daha sakin, daha somut bilgilerle, daha hukuki ağırlıklı bir çalışmayı da sizinle tekrar yapmak isterim kabul ederseniz. 

M.A.: Elbette, isterim.

B.B.: Çok teşekkür ederiz Murat Bey. Yeni bir programda buluşalım, evet, buyurun. 

M.A.: Çok teşekkür ederim ben de. Herkese tekrar geçmiş olsun diliyorum ama şunu söyleyeyim. Bütün bu zorluklara ve kötülüklere rağmen kimse umutsuz olmasın. Ülke ayakta; herkesin yüreği, gönlü ve emeği bölgede. Bunun üstesinden geleceğiz. Zorluklar yaşayacağız, acılar yaşayacağız ama üstesinden geleceğiz, ayakta kalacağız, yani başaracağız. Çok zor şeyleri başardık, bunu da başaracağız. Bunu daha iyi bir organizasyonla, daha az kayıpla başarmayı dilerdim ama ne yapalım? Bundan ders çıkarmak hepimizin görevi, kimse umutsuzluğa kapılmasın. Yani kimse bu ülkenin geleceğinden vazgeçmesin, kimse bu ülkenin geleceğinden endişe etmesin. Bunu da başaracağız.

B.B.: Çok teşekkür ederiz. Dilerim ki acımız artmasın, kayıplarımız artmasın ve bundan sonrası daha iyi yürütülebilsin. 

A.T.: Doğa yalanı sevmiyor, ben de onu söyleyeyim. Doğa bize bir kez daha gerçekleri gösterdi.