100. yılında Cumhuriyet Halk Partisi

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ali Bilge, kuruluşunun yüzüncü yılı vesilesiyle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarihine ve kuruluşuna yakından bakıyor.

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Bundan 100 yıl önce, 9 Eylül 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yani bildiğimiz Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşunun resmîyet kazandığı gündü. Yani CHP, 100 yaşında! Daha önceki programlarda da sık sık konuşma fırsatı bulmuştuk. Hatta zaman zaman da seri konuşmuşluğumuz olmuştu. Birkaç program ‘Halk Partisi köşesi’ yapabiliriz belki sizinle Açık Gazete’de.

Ali Bilge: Merhaba. 21 yıldır sürdürdüğümüz program tarihimize baktığımızda CHP’ye ilişkin epey program yapmışız. Ancak, 2023 yılı CHP’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100.yılı. Genel bir toparlama yapmakta, hatırlatmalar yapmakta fayda var. Ayrıca, bu yıl yapılan seçimlerin sonuçları itibarıyla ana muhalefet partisi CHP, ciddi depresyon yaşayan bir parti. Aslında depresyonu yıllardır bitmeyen bir parti. Bugün de akut durumu devam ediyor. Partinin içinde bulunduğu güncel sorunlarla da temas ederek CHP tarihine birkaç program temas edelim. 

Malum, Osmanlı devleti bilhassa Avrupa kıtasındaki topraklarını kaybettikçe kendine bir alan, yurt aramaya başlıyor. Bu arayışı, hem 19. yüzyıldaki padişahların yaklaşımlarında, aynı zamanda bir kurtuluş programı yapmaya çalışan önce İttihat ve Terakki (İT) sonra da Cumhuriyet Halk Partisinde görüyoruz. Iskalanan 17. ve 18. yüzyıl sonrasında kaybedilen topraklar sonucunda bir yurt bulma arayışı ve telaşı içine düşülüyor. Avrupa’da imparatorluk topraklarının kaybedilmesi ile Osmanlı yönetimleri gözlerini, o devirde “Küçük Asya” diye tarif edilen, şimdi “Anadolu” diye tarif ettiğimiz bölgeye çevirdiler. Sonuç itibariyle Küçük Asya’ya çekilmek bir kurtuluş olarak görüldü. Yeni bir yurt yapma süreci başladı. 

Bu politikayı, son Osmanlı padişahlarında, özellikle Abdülhamit'te görebilirsiniz. Ayrıca İttihat Terakki’de de görebilirsiniz. 

19. yüzyıl ulus devletlerin de çoğaldığı bir yüzyıl. Osmanlı çok dinli ve milletli bir imparatorluk. Yunan bağımsızlığı ile birlikte bağımsızlık isteyen, ulus devlet kuran, kurmak isteyen halklar çoğaldı. Osmanlı toprakları içinden çıkan, bugün benim tespit edebildiğim Birleşmiş Milletler’e (BM) üye 28-29 devlet bulunuyor. 19. yüzyılın başından itibaren ciddi bir kopuş süreci yaşanıyor, müstakil devletler oluyor. Yeni müstakil devletlerin doğması sonucunda, zaten imparatorluktan küçük bir devlete dönüşüyorsunuz, gittikçe küçülüyorsunuz. 

Sonuçlar böyle olunca da imparatorluk/devlet için kurtuluş reçeteleri yazılmaya başlanıyor. Tanzimat reformlarıyla birlikte Osmanlıcılık deneniyor, derken İttihat Terakki doğuyor. İttihat ve Terakki hem pek çok farklı eğilimi içinde barındıran bir hareket olarak, hem de Fransız İhtilali’nin 100. yılında (tesadüfi olmasa gerekir) 1889’da, Selanik-Paris hattında kurulan bir cemiyet. Daha sonra partileşiyor. 

Bu hareketin temel yaklaşımı da yeni bir yurt yapmak. İmparatorluğun gidişatını görüyorlar. 1. Dünya Savaşı travmaları, özellikle Balkan Harbi travmaları sonucunda Anadolu’da kendilerine alan yaratmak istiyorlar. Bu alanı yaratılması için bölgenin Müslümanlaştırılmasını ve Türkleştirilmesini zorunlu görüyorlar. İttihat ve Terakki’nin ömrü Türkleştirmeye yetmiyor ama daha sonraki ardılı olan CHP, Türkleştirme operasyonunun en önemli unsuru oluyor. İttihat ve Terakki Partisi, 1. Dünya Savaşı kaybedilince kendisini fesh ediyor. Yaptığı kongreyle Teceddüt Fırkası adı altında yeniden kuruluyor. Ayrıca başka cemiyetler içinde varlığını sürdürmeye devam ediyor. Gizli Teşkilat-ı Mahsusa örgütü, Karakol Cemiyeti oluyor. Mim Mim grubu kuruluyor, başka yapılar içinde siyasi ve askeri faaliyetlerine devam ediyorlar. 

İttihat ve Terakki yönetiminin çok bilinmeyen bir kararı var: Savaşı kaybettiklerinde Anadolu’ya çekilip, bir gerilla hareketini, direnme hareketini örgütleme kararı alıyorlar. Mondros Antlaşması sonrasında kurulmaya başlayan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri aslında böyle bir tasavvurun sonucu olarak ortaya çıkıyor. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin çoğalması sonrasında bölgesel kongreler gündeme geliyor. Şunu söylemek istiyorum: İttihat ve Terakki’yi bu dönemde de arka planda önemli bir güç olduğunu görmeden, bu süreçleri açıklamak eksik ve yanlış olur. 

Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı için seçimlerin yapılması ve çalışmaya başlamasında başat güç olarak İttihat ve Terakki var, önemli ölçüde varlığını sürdürüyor. İttihat ve Terakki, Anadolu’da yapılan kongrelerde de var. İstanbul’da kapatılan son Osmanlı Meclis-i Mebusan sonrasında Ankara’da toplanan ilk mecliste de varlar. 

Ankara’da toplanan Birinci Meclis, çok farklı yapılardan oluşan bir meclis. Bir araya gelenlerin ortaklaşmış bir gelecek tasavvuru yok. Farklı kaygılarla hareket eden Küçük Asya’yı da kaybetmek istemeyen grupların sadece işgale karşı birlikte direnme birliği var. Birinci Meclis’in çok eklektik bir yapısı var. Farklılıklar kısa bir zaman içinde kendini gösteriyor: Birinci grup, ikinci grup isimleri altında 2 farklı yapı belirginleşiyor. Aslında, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde ve kongrelerde de farklı kristalleşmeler yaşanıyor. 

9 Eylül 1922’de İzmir İşgali’nin sona erdirilmesi, Yunanlılarla savaşın sonuçlanması ile birlikte önce Mudanya, sonra Lozan görüşmelerine geçiliyor. Saltanatın kaldırılması ile birlikte, bu dönemde, “nasıl bir devlet ortaya çıkacağı” sorularına yanıt bulmaya çalışıyorlar. Mecliste farklı yapılarda olan grupların gelecek tasavvurları da farklı, iktidar savaşları ile birlikte “nasıl bir ülke ve devlet olacağız” sorgulamaları devam ederken Mustafa Kemal, Batı Anadolu’da bir geziye çıkar, meşhur İzmit, Eskişehir, Bursa, Balıkesir konuşmalarını yaptığı gezi…

İzmit’te İstanbul’dan gelen Babıali gazetecileriyle bir araya gelir. 3 gün süren görüşmelerde, kafasındaki yeni devlet tasarımını anlatmaya çalıştığını, 1919’dan bu yana devam eden ittifakları bir yandan korumaya, diğer yandan Lozan’ı kotarmaya çalıştığını görüyoruz. En önemli olan Lozan’ı kotarmak. Lozan sonrasında ittifakları bozuyor çünkü. Özellikle Kürtlerle olan ilişki, Lozan sonrasında bozuluyor. Tüm bunlar devam ederken arka planda da gruplar arası çeşitli siyasi kapışmalar da devam ediyor. 

Kapışmalar içinde, İttihat ve Terakki ile olan çatışma en önemlisi. Çok farklı düşüncelerdeki insanların bir araya geldiği bir meclis olması nedeniyle Mustafa Kemal, 1920 Nisan’ında kurulan meclisle devam etmek istememektedir. Lozan görüşmeleri devam ediyor. Mustafa Kemal, “Lozan’ı bu meclise kabul ettiremem” endişesindedir. 1920-23 dönemi boyunca hem ordunun hem de meclisin ve hükümetin başında olması, Yunan savaşını kazanması nedeniyle popülaritesi çok yükselmiştir. Diğer arkadaşlarından ve bilhassa İttihat ve Terakki kadrolarından daha öne çıktığı düşüncesine sahiptir. Ancak, kendisinin de içinde yer aldığı etkin bir İttihat ve Terakki varlığı devam etmektedir. Ayrıca mecliste daha farklı etnik gruplar da bulunmaktadır. Bu nedenlerle yeni bir meclis tasarımına başlıyor. 1923 yılı içinde yeni meclisi oluşturmak için seçimlere gidiliyor. Lozan kilit bir problem, Lozan’da yapılacak anlaşmanın kabul görmeyeceği endişesi var, meclis içi anlaşmazlıklar var. 

Hem yeni bir meclis, hem de İttihat ve Terakki unsurlarının başat olmayacağı yeni bir parti kurulması hedefleniyor. Yeni parti için umdeler/ilkeler gündeme geliyor, henüz partinin ideolojik niteliği görünmüyor. Saltanat ve soya dayanmayan bir devlet kurulacak, partinin ilk ve en önemli umdesi bu. Önce seçimler oluyor, yeni meclis oluşuyor, seçimlerde parti henüz yok ama kurulma fikri var. 9 Eylül 1923’de partinin, fırkanın kuruluşu ilan ediliyor. Biliyorsunuz Anayasa da 1924’te kabul edildi. Bu da parti kurulduktan sonra gerçekleşti. 

1920-23 döneminde meclis dahil tüm yapılandırmaların dayandığı en önemli güç İttihat ve Terakki. Evet, İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu bir yapılanma var ama İttihat ve Terakki içinde güç savaşları da var. Nitekim Mustafa Kemal de Nutuk’ta mealen şöyle söyler “İttihat Terakki kendini feshetti, teceddüt partisi kuruldu, hepimiz zamanında oradaydık ama artık şartlar değişti.” 

Osmanlı Devleti’nin son bulmasıyla yerine gelecek devlet üzerinde bir iktidar savaşı başlıyor. Sonraki yıllarda bu savaş sürecek, kapışma ve tasfiye görülecek. Tasfiye çok fazla İttihat ve Terakki liderinin idam edilmesiyle sonuçlanacak. Mustafa Kemal ülkede ve Mecliste artık muhalefet istemiyor, tek ses istiyor. Tasarımı şöyle: Çıtı çıkmayan bir meclis ve toplum istiyor, bütün dediklerinin gerçekleşmesini istiyor! Yeni meclis, Birinci Meclis’i dışlıyor ama tamamen dışlaması mümkün olamıyor. Eski kadroları barındırıyor, yeni meclisin %30’a yakını eski meclis üyeleri. İktidar savaşlarında gruplar arası geçişkenlik devam ediyor, ikinci mecliste de muhalefet durulmuyor.

1923 yılında kurulan partide temel ilkeler zaman içinde oluşturuluyor. İlk 10 yıl, partinin ilkelerinin oluşturulmasına çalışıyorlar. Aynı zamanda partinin ideolojisinin oturacağı rayı da bulmaya çalışıyorlar, çok ciddi arayışlar içinde oluyorlar. Öncelikle Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasına devam ediliyor. Sıra Türkleştirilmesine geliyor. 1915 Ermeni tehcir ve soykırımına katılan, İttihat ve Terakki yöneticileri, asker ve sivil bürokratlarının yeni devlette çok önemli mevkilerde görev aldıklarını görürüz. İttihat ve Terakki’nin üstünde kalan soykırım, aslında başka bir şekilde devam ediyor. Bu operasyonlarda yer alan kişiler, Cumhuriyet’in ilk yıllarının ve tek parti döneminin önemli isimleri olmuşlardır. 

İlkeler ve ideoloji arayışı hep devam etti, önce baskı rejimi kuruldu. 1927’de ve sonra yapılan kurultaylarda bu arayışa, ilkelerin belirlenmesine devam edildi. Yeni bir tez yaratılmaya, yeni bir ideoloji oluşturulmaya çalışılıyor. Parti ile devlet bütünleşmiş durumda. Zaten partinin il başkanları valilerdir. CHP, devletin yaptığı bir partidir. Parti devleti ele geçirmiyor, devlet partiyi yapıyor. 1940’lara kadar böyle devam eder. Birinci Meclis, saltanat ve hilafet yanlılarının, İttihat ve Terakki’nin başat unsurlarının ve Kürtlerin de yer aldığı bir meclistir. Daha sonra, “Takrir-i Sükûn” kanunuyla birlikte ülke “derin bir mezar sessizliği “ tabir edilen sessizliğe bürünmüş, her türlü muhalefet ortadan kalkmıştır. Ancak kurduğumuz devleti neyin üzerine oturtacağız? Bu tartışmalar hep devam etmiştir. 

Çünkü Osmanlı’nın tarihi görünmezden gelinen bir tarihtir. Yeni bir Türk Devleti inşa projesine girişilir. Ama nasıl olacağı tartışması hep devam eder. Bunu nerede görürüz? Öncelikle bir tarih tezi yaratmaya çalışırlar. Afet Hanım, yurt dışına gönderilir. Türklerin hangi ırka, medeniyete dahil olduğuna dair araştırma yapması istenir. Aslında Türkçülük hareketi Osmanlı topraklarında başlamadı. Türkçülük, Çarlık Rusya’sında başlamış bir harekettir. Rusya’daki Türklerin başlattığı bir harekettir. Bu hareketin düşün adamları ve liderlerin önce Osmanlı ya, sonra da yeni Cumhuriyete intikal etmiştir. Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi, Zeki Velidi Togan gibi isimleri sayabiliriz. 

Yeni Cumhuriyet yeni tarih tezi tasarımına başlar. Afet Hanım, öğrendiklerini Mustafa Kemal ile paylaşır. Afet Hanım okudukları sonucunda, Mustafa Kemal’e, “biz Türkler sarı ırka mensupmuşuz” der. Mustafa Kemal bu tezi ret eder, “bunu ağzına alma” der. Bu husus kesinlikle dillendirilmez, Mustafa Kemal, “Türkler, Hint-Avrupa tezine uygundur” der. Tarih kongreleri falan bunun ispatı üzerine yapılır. Devletin başının istediği tarih tezi genel olarak benimsenmek zorunda kalınır. Bu kongrelerde bu tezi doğru ve bilimsel bulmayan kişiler tasfiye edilirler. Hem üniversiteden hem de iktidar burçlarından uzaklaştırılır. Ünlü Türkçü Zeki Velidi Togan bunlardan biridir. Aslında, tarih kongresinde Sadri Maksudi ile tartışması, Mustafa Kemal’le olan tartışmasıdır. Togan, bu tezin bilimsel temelleri olmadığına dair bir kitap yazar. Tarih kongreleri gibi dil kongreleri de yeni devletin dayanaklarını oluşturmakla ilişkindir. Tarih tezlerinde eski medeniyetlerle bağlantı kurulmaya çalışılır. Hatta ipin ucu öyle kaçar ki, dünyanın Türk soyundan geldiği bile konuşulur. Sümerler, Asurlular gibi bu topraklarda yer alan Anadolu uygarlıklarına bağlanılmaya çalışılır. “Bunlar da Türk’tü” denir, “Mayalar da Türk’tü” denir. Neyse ki bir süre sonra bu arayışlardan dönülür. 

CHP tek parti olmaya devam ederken tüm dernekler, örgütler kapatılır. Tüm dernekler halkevleri bünyesinde toplanılır. Sürekli olarak Kemalciler vardır ama Kemalizm’in içi dolu değildir. Dolayısıyla CHP ideolojisi de aynı şekildedir. Oklara kadar uzanacak olan ilkelerin bazıları yapılan kongrelerde tespit edilir. Bu şekilde Kadro dergisine kadar geliriz. 1932-34 yılları arasında yayımlanan Kadro dergisi aslında bu arayışın da bir ürünüdür. Kadro’da Yakup Kadri Karaosmanoğlu imtiyaz sahibidir. Vedat Nedim Tör yazı işleri müdürü, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tekin, Burhan Asaf Belge başından itibaren dergiyi hazırlayan kişilerdir. Başka yazarlar da var ama esas unsurlar bu kişilerdir. 

Kemalizmin içini dolduracak bir ideolojik performans sergilenmeye çalışılır. Kadrocuların çoğu eski solcular olduğu için CHP içindeki aşırı sağcılar bundan rahatsızdır. Onlarda arayışlar, kurgular içerisindedir. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Türkçülük esaslarını nasyonal sosyalizm ile kurgulamaya çalışır. Kendisi bir Mussolini hayranıdır. 

Hem İttihat ve Terakki, hem de CHP pek çok eğilimi içinde barındırır. 100 yıl içinde sonradan doğan tüm partilerin kaynağını bu iki partide bulursunuz. Cumhuriyet döneminde daha sonra kurulan siyasi partiler, İttihat ve Terakki-CHP çizgisi içinden çıkan insanlar tarafından kurulmuştur. Türkçüler, milliyetçiler, İslamcılar, liberaller, Sovyet dostluğuna çok önem verenler var. Şemsettin Günaltay, Şemsettin Sirer gibi insanlarla başlayan süreci bugün Erbakan’a, MSP’ye oradan Erdoğan ve AKP’ye kadar getirebilirsiniz. Recep Peker’i sürdürürseniz MHP’ye kadar gelebilirsiniz. Ekonomide liberalliği savunanları, örneğin Celal Bayar’ı Demokrat Parti, AP, ANAP-DYP’ye bağlayabilirsiniz. 

Kadro hareketi, CHP’ye ve Cumhuriyete ideoloji yazmaya çalışan bir işe koyulur. Kadro dergisinin yazarları ve yönetimi, komünist harekete katılmış Avrupa’da okurken Spartakist ayaklanmalarına, hareketlerine katılmış olan kişilerdir. Ama daha sonra tabiri caizse “bu tarafa geçmiş”lerdir. 1927 TKP tevkifattı ve yargılamalarından sonra bu isimler, yeni Cumhuriyet’in kadroları olmuşlardır. TKP’den ayrılırlar, CHP ve Cumhuriyet kadroları olup ideoloji yazmaya koyulurlar. 

Nazım Hikmet, Şefik Hüsnü gibi kişiler farklıdır. Nazım’ı çok kazanmak isterler. Hatta İstiklal Mahkemelerinin en önemli savcısı Necip Ali Küçüka, Nazım’ı ikna etmeye çalışır. Bu görüşmeleri daha sonra halkevleri genel merkezinde çalışan Niyazi Berkes’e şöyle anlatır: “Yahu adam bana mısın demedi. Halbuki bizim tarafa geçse, bizim için çok iyi olacak. İdeolojimizi oluşturacağız ama ikna edemedim.” Necip Ali Küçüka daha sonra genç Niyazi’ye der ki “Bak bunu senin yapman lazım, bizim senin gibi ideologlara ihtiyacımız var.” Yıl 1932-33, on yıl geçmemiş...

Özdeş Özbay:  Bu arada bu bahsettiğiniz konuyla alakalı minik bir ayrıntı verebilir miyim? Erkan Irmak’ın bir kitabı vardı: Kayıp Destanın İzinde - Nazım Hikmet, ideoloji ve yeniden yazmak diye. Burada da çok güzel anlatıyor: Aslında Kemalist rejim daha yeni içeri girdiğinde Kuvayi Milliye Destanı aslında bir sipariş olarak Nazım Hikmet’e veriliyor. Nazım uzun süre bunu reddediyor, bir süre sonra salınma ihtimalini düşünerek yazmaya başlıyor ancak komünist tevkifatlar falan işin içine girince vazgeçiyor ve yaşadığı hiçbir dönemde Kuvai Milliye Destanı’nın yayınlanmasına da izin vermiyor. Çünkü bu rejime en ılımlı metni, o yüzden bundan rahatsız olmuş. Daha sonra metni ciddi bir oranda değiştirerek Memleketimde İnsan Manzaraları’nın içerisine yedirmiş. Onun yayınlanmasına izin vermiş.

A.B.: Annesinin kuzeni, hala ya da dayıoğlu Ali Fuat Cebesoy. Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarından… Daha sonra ayrı düştükleri olur ama Mustafa Kemal’in öğrencilik yıllarında Cebesoyların Kuzguncuk’taki evinden çıkmadığı bilinir. Ali Fuat kankasıdır. Nazım’ın akrabalarından iki paşa, Anadolu da Mustafa Kemal’in saygı duyduğu isimledir. Mehmet Ali Aybar’ın dedesi, 2. Meşrutiyet’e karşı yapılan 1909 isyanını bastıran Hareket Ordusu komutanı Hüsnü Paşa da Nazım’ın eniştesidir. Mustafa Kemal’de Hüsnü Paşa’nın yaveri olmuştur. Mustafa Kemal'in arkadaşları, kadroları ile Nazım arasında yakın akrabalık ilişkileri vardır. Detaylara girmeyeceğim ama istenildiği takdirde çok yakındırlar. 

Hatta önemli bir görüşme vardır: Şevket Süreyya, yeni rejim tarafına geçtikten sonra Ankara’da Nazım’ı evine yemeğe davet eder. Dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya, emniyetin ve istihbaratın başı Şükrü Sökmensüer ile birlikte bir araya gelirler. Aralarinda mealen şöyle bir konuşma geçer: “Nazım, bizim tarafa geç. Devrim ise devrim, burada da devrim var. İstediğin görevi de beğen.” derler. O zamanki yönetim için şair ve düşünür Nazım’ın ikna edilmesi çok önemlidir. Bir ideoloji oluşturma telaşı vardır, yeni bir sanat şiir edebiyat anlayışı oluşturma işi vardır. Nafi Atuf Kansu, halkevleri genel merkezinde üst düzey yöneticidir. Sadece halk evlerine kütüphane kurmak üzere görevlendirilmiş 24-25 yaşındaki Niyazi Berkes’e “Bizim senin gibi insanlara ihtiyacımız var. Neden sen CHP’nin ideoloğu olmayasın?” der. “CHP’nin üyesi bile değilim” der Niyazi Bey. Kansu ise “Olsun, olsun. Bizim senin gibi insanlara ihtiyacımız var, ortalık soytarılardan geçilmiyor” diye dert yanar. Bu diyaloğu Niyazi Bey yazmıştır. 

Cumhuriyetin 10. yılına, sürekli olarak yeni devletin ve partinin ideolojisini, dayanacağı tarih, dil ve kültür tezini oluşturmak için çabalar içinde gelindiğini görürüz. Tarih tezi konuşulurken, Mimar Sinan’ın mezarından kafatasını getirip çapını ölçmeye kadar ırkçılığa varılmıştır. 

1933 yılında 10. yıla geldiğimizde, Kadro dergisi çok önemli bir atılımdır. İdeoloji yazmaya çalışmaktadır, Kemalizmin içini doldurmaya çalışmaktadır ama bazı güçler, isimler rahatsızdır. Bunların başında CHP Genel Sekreteri Recep Peker vardır. Partinin içindeki aşırı sağcıların başı demek doğru olur. Recep Peker, Mussolini hayranıdır. Tek parti dönemindeki anayasada faşist hükümleri, ceza kanununu getiren Recep Peker’dir. 1946-50 döneminde Başbakan da olacaktır. 

Şunu belirtmek durumundayım: Şu hususu gözden ırak tutmamak lazım… Yeni Türkiye devletin oluşmasında iki önemli gelişme var. Biri Lozan, çünkü yeni devlete bugünkü deyimle yapısal reformlar seti getiriyor. Batı ile buluşmak için modernite adımlarının atılması gerekiyor, devrimler dediğimiz şey batıyla bütünleşme adımları. Bir de Sovyet yardımları çok önemli. Sovyetlerin mâli desteği olmasa devleti kurmak pek mümkün olmazdı. Kanıtlayamam, resmî bir belge bulamadım ama Mustafa Kemal ölene kadar (1923-38 arasında) Türkiye basınında Sovyetler aleyhine yazı yazılmazmış. Böyle zımni bir şey var. Nitekim 10. yıl kutlamalarında Ankara, Sovyet ve Türk bayraklarıyla donatılmış. Böylesi bir yakınlık var, Sovyetlerin ilgisi ve desteği var. Ama sürekli bir şeyleri de oturtma çabası var. Temel prensipler nasıl olacak, nasıl bir ideoloji oluşturacağız, nasıl yürüyeceğiz? 

Daha sonra ideolojinin oluşturma çabaları sloganlara ve marşlara da yansıyor. Şimdi CHP’nin 6 ok amblemine geleceğim. 10. yıl kutlama hazırlıkları yapılıyor, topluyorlar insanları, ileri gelen şair, düşünür, akademisyen, parti yöneticisi, diri olan, mürekkep yalamış 50-60 kişiyi, diyorlar ki “Sizin göreviniz döviz bulmak.” O dönemde döviz kelimesi bugünkü anlamında değildi, bu kelime çocukluğumuzda da kullanılıyordu, daha sonra devrimci olunca döviz bitti, pankarta, sloganla geçtik. Aslında Fransızca devis kelimesi ile vecizin birleşmesinden türeyen bir kelime. Koskoca adamlara “siz oturun, 10. yıl için dövizler üretin” diyorlar. CHP‘nin bir salonunda toplanılıyor, insanlar akıllarına geleni söylemeye başlıyorlar. Olmuyor, çıkmıyor bir türlü. “Odalara dağılalım” diyorlar, odalarda da olmuyor. Neyse bahçeye çıkıyorlar, birinin aklına bir şey gelirse hemen komiteye koşuyor. Komite beğeniyor ya da beğenmiyor. Başka bir grup sergiler, toplantılar, grafikler için çalışıyor, diğer bir grup da ambleme (6 ok meselesine) çalışıyor. 

Sonuçta semboller, sloganlar, imgelemler ideolojiyle çakışan özet materyallerdir. 10 sene geçmiş partinin ilkeleri ve amblemi bitmemiş! İşte meşhur 10. Yıl Marşı da bu arada yapılıyor. Behçet Kemal ve Faruk Nafiz şiirini yazıyor, Cemal Reşit Rey bestesini yapıyor. Bahsettiğim hazırlıklarda marşı önce Recep Peker dinliyor. Beğenmiyor ama zaman da kalmamış “Behçet Kemal’e kaldık sonuçta, vakit de yok” deniyor. Yani mecburen, zamansızlıktan kabul edilen bir marşmış 10. Yıl Marşı, daha sonra dillerden düşmeyen İsveç şarkısından uyarlanan Dağ Başını Duman Almış marş… İstiklal Marşı’nın dışında akıllarda kalan marş yok.

10. yıl hazırlıkları ve 6 ok ambleminin hazırlıkları da bir alemdir. 6 okun grafik-tasarım anlaminda kimin tarafından hazırlandığı gerçekten bilinmiyor. Amblem 1933’te kullanılmaya başlanıyor. 27 yıl sonra İsmail Hakkı Tonguç tarafından hazırlandığı, kendisinin 1960 yılındaki cenaze töreninde ismini unuttuğum birisi tarafından dile getiriliyor. 

Ö.M.: Köy Enstitüleri’nin kurucusu bir anlamda İsmail Hakkı Tonguç.

A.B.: Evet! Meşhur İsmail Hakkı Bey, amblemden Tonguç’ın oğlunun haberi yok! Engin Bey, “Haberim yok babamın amblemi çizdiğinden” diyor. Sonraki yıllarda Münir Hayri Egeli (kendisi de o devirde halkevlerinde çalışmış bir kişi) CHP ambleminin Mahmut Akok tarafından çizildiğini yazıyor. Niyazi Bey, bir salonda amblem çalışmalarının yapıldığını, bir salonda döviz üretildiğini, başka bir salonda sergi, grafik yapıldığını anlatıyor. Hummalı bir çalışma içerisindeler ama çalışmalar bu şekilde. Halkevleri kütüphanesini de yetiştirmeye çalışıyorlar, 10. yıl törenlerinin önemli bir kısmı da halkevleri merkezinde yapılıyor. CHP’nin amblem meselesi de böyle... Dünyada 90 yıldır amblemi değişmeyen herhalde başka bir parti yoktur. 100. yılını dolduran 5-6 parti olduğunu da Kemal Kılıçdaroğlu söyledi. CHP’den de eski TKP var, bildiğim kadarıyla, 1920 yılında kurulmuştu. TKP de pek çok değişime uğradı. Ama CHP’nin amblemi 90 yıldır değişmiyor. Dünya ve Türkiye, 90-100 yılda nereden nereye geldi ama oklar değişmedi… 

Ö.M.: Evet, 6 ok meselesini ve günümüzdeki CHP’ni de isterseniz ileriki bir programa bırakalım. Geçenlerde T24’de Oya Baydar’ın da yazmış olduğu gibi “100 yıllık devlet partisinden geleceği kuracak örgüt çıkmaz.” Baydar da önemli değişimler gerektiğini söylüyordu. Belki “eski temel üzerinde yeni kurulmaz” dedikten sonra onun önerilerinden de yola çıkarak CHP’nin nasıl bir değişime ihtiyacı olduğunu da daha sonraki bir programımızda konuşabiliriz.

A.B.: CHP’nin 100 yıllık tarihini bir programa sığdırmak mümkün değil. Pek bilinmeyen yönleriyle bu tarihi anlatmakta fayda var. Biz geçen 21 yılda CHP’nin pek çok yanına değindik ama 100 yılda bütünsel bir şeyler sunmaya çalışalım.