Shaharzad Akbar’la Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Hikâyenin Her Hâli’nde Ayşe Gül Altınay, 14. Uluslararası Hrant Dink ödülünü alan insan hakları aktivisti Shaharzad Akbar’la söyleşi yapıyor.

Ayşe Gül Altınay: Merhaba. Ben Ayşe Gül, bugün Hikâyenin Her Hâli’nde 14. Uluslararası Hrant Dink ödülünü alan sevgili Shaharzad Akbar’la birlikteyiz. Programa Zahra Elham’ın yüreklere dokunan parçasıyla giriş yaptık, kabul üzerine bir parça bu. Hem çok güzel hem çok hüzünlü. Muhtemelen bugün Shaharzad’la yapacağımız söyleşinin de içinden geçecek bu duygular bolca. Biliyorsunuz Uluslararası Hrant Dink Ödülleri her yıl 15 Eylül’de, Hrant Dink’in doğum gününde açıklanıyor. Bu yıl Türkiye ödülünü Türkiye İnsan Hakları Vakfı aldı. Metin Bakkalcı’nın Hrant Dink’ten de bahsettiği dokunaklı konuşmasını Hrant Dink Vakfı'nın web sitesinden ve sosyal medya hesaplarından izleyebilirsiniz, okuyabilirsiniz. Uluslararası ödülü de Afganistan’dan feminist, insan hakları aktivisti, çok insana çok ilham vermiş olan, ben dahil olmak üzere, çok özel bir insan, sevgili Shaharzad Akbar aldı. Ve ödül sonrası ilk söyleşisini bizimle yapıyor olacak. Ben kendi adıma çok heyecanlıyım ve çok şükran doluyum. Biz bu söyleşiyi 16 Eylül sabahı yapıyoruz. Sizler 23 Eylül sabahı dinliyor olacaksınız. Aradaki zamanı bu söyleşiyi yazıya dökmek ve Türkçeleştirmek için kullanıyor olacağız. Dolayısıyla eğer İngilizce takip etmekte zorlanıyorsanız bir yandan bizi dinlerken Açık Radyo'nun web sitesinden söyleşimizin Türkçesini okuyabilirsiniz. Bir çeşit altyazı gibi düşündük yani. Shaharzad Akbar’ı dublajla değil kendi sesiyle dinleyebilelim diye böyle bir yöntem bulduk. Umuyorum, sizler için de, dinleyiciler için de uygun olur bu yöntem. Bu arada Hikâyenin Her Hâli programının yıllarca parçası olmuş sevgili Çiğdem Mater, aynı zamanda Hrant Dink ödüllerini de çok uzun yıllar organize eden ekibin içindeydi. Agos Gazetesi'nde çok güzel bir yazısı yayınlandı. Hrant Dink’e bir açık mektup “Umudumuzu korurken, seni ne çok özledik bir bilsen”, onun linkini de web sitesine koyuyor olacağız. 

O zaman şimdi İngilizceye geçiyorum ve Shaharzad Akbar’la söyleşimize başlıyoruz.

A.G.A.: Sevgili Shaharzad, bugün Açık Radyo’da bizimle birlikte olman bizim için büyük bir onur. Seninle yapacağımız bu sohbet için gerçekten çok heyecanlıyım. Sen İstanbul’dayken -İstanbul’dan ayrıldıktan sonra da çevrimiçi olarak - pek çok sohbet yapma şansımız olduğu için çok müteşekkirim. Ve umuyorum ki bu sohbetimizde İstanbul’da geçirdiğin zamana dair de konuşma fırsatımız olur. Ama öncelikle Hrant Dink adına verilen bu çok özel ödül için yürekten tebrikler ve bugün bizimle olduğunuz için çok teşekkürler.

Shaharzad Akbar: Teşekkürler Ayşe Gül. Her zamanki gibi seninle konuşmak harika, bana o kadar enerji ve güç veriyor ki... Bu ödülü almaktan büyük onur duydum. Sadece ben değil, meslektaşlarım, ailem, herkes, Hrant Dink Vakfı’yla ve orada çalışan harika insanlarla ve aynı zamanda eşitlik ve adalet adına Türkiye’de verilen mücadeleyle bağımın olması benim için çok anlam ifade ediyor. Ödül törenine hazırlanırken, onun (Hrant Dink) hakkında biraz daha fazla şey öğrenmeye çalıştım ve o gerçek bir ilham kaynağı… Çünkü o gerçekten sıra dışı bir aktivist. Çünkü hayatlarımız sıra dışı… Eğer Batı modeli normal kabul ediliyorsa, bizim hayatlarımız bayağı sıra dışı. Aslında, Hrant Dink bana insan hakları aktivisti ve aynı zamanda gazeteci olan babamı hatırlatıyor. Bu ödül çok özel. Bana yürekten dokundu ve güçlenmiş hissettirdi. 

A.G.A.: Bu o kadar güzel bir buluşma ki, Hrant’la aranızda. Senin mücadeleni, hayatta neler yaptığını bilen ve aynı zamanda Hrant Dink’i tanımış biri olarak ne çok şey paylaştığınızı biliyorum. Aynı zamanda aktivizmi nasıl yaptığınız, insan hakları alanında nasıl bir mücadele yürüttüğünüz de çok benziyor: Yüreğinizi katarak, çokça sevgi katarak, herkese büyük bir açıklıkla ve kapsayıcılıkla yer açarak. 

Öncelikle ödül töreninin açılış konuşmasını yapan Albie Sachs hakkında konuşarak başlayalım istiyorum. Nâzım Hikmet'in şiirinden bahsetti. Senin de şiir sevdiğini, okuduğunu biliyorum. Hrant'ın da çok şiirsel, romantik bir yanı vardı. Albie Sachs, inanılmaz bir insan hakları aktivisti ve hukukçu, uzun yıllar boyunca başka bir Güney Afrika için mücadele etmiş, ve tabii birçok kez hapse girmiş birisi. Ve (ödül konuşmasında) 17 yaşında hapsedilmesinden bahsederken, orada Nâzım Hikmet'in şiirlerini okumanın, hapishanede yazdığı şiirleri okumanın, onun için nasıl karanlığın ortasında bir ışık olduğunu anlattı. Ve bu tür ödüller ve ödül törenleri hakkında söylediklerine de bayıldım… Bu ödül törenlerinin sadece insan hakları konusunda özel ve kayda değer bir şey yapmış bireyleri tek tek ortaya çıkarmak değil, “en derin karanlıkta çok parlak yanan o küçük alevi canlı tutmak" olduğunu söyledi. Öncelikle hepimiz adına sana teşekkür etmek istiyorum: birçoğumuza bu ışık olduğun için, benimki de dahil olmak üzere pek çok hayata dokunduğun için. Ve biliyorum ki, uzun yıllar süren insan hakları çalışmaların sırasında aynı zamanda birçok insanın hayatta kalmasını da mümkün kıldın. Ve yine biliyorum ki, senin için en büyük ödül muhtemelen çok sevdiğin Afganistan'a, Kabul'e geri dönebilmek olurdu. Zahra Elham'ın Kabul ile ilgili dokunaklı şarkısını dinleyerek başladık programa, hem çok sevgi dolu, hem de çok hüzün dolu bir parça. (Kabul’e döneceğin) O zamana kadar, dünyanın bu tarafındaki bizlerin kalplerimizi ve zihinlerimizi aydınlattığın için teşekkür ederiz. Londra’ya gitmeden önceki aylarda İstanbul’da olman bizim için büyük bir onur ve mutluluktu. Umuyorum pek yakında, senin burada olduğun pandemi döneminde kapalı olan (23.5) Hrant Dink Hafıza Mekânı'nı görmeye geri gelirsin ve burayı beraber ziyaret edebiliriz. Dinlediğimiz şarkıyla başlamak ister misin, neden Zahra Elham'ın bu şarkısını seçtin?

S.A.: Evet. Zahra Elham’ın şarkısı. Teşekkürler Ayşe Gül. Söylediklerinde o kadar çok şey var ki… Ama şarkıya dönecek olursak, Zahra Elham’ın Kabul şarkısı. Şiir Mahtab Sahel'e ait. Bu genç, çağdaş kadın şair, sanırım benim yaşımda ya da daha küçük. Zehra da çok yeni bir ses. Ondan ve müziğinden yakın zamana kadar haberim bile yoktu, Londra'ya geldiğimde sanırım kız kardeşim göndermişti. Ve son bayramda - özellikle evinden uzak insanlar için bayram gibi zamanlar zor geçer bilirsin… İşte bu son bayramda, bu şarkıyı çaldım. Önceden dinlemeye bile tahammül edemiyordum, ortaya çıkarabileceği bütün o duygulardan ötürü. Ama bayramda dinledim ve güzelce ağladım. Şarkı Kabul’ün nasıl tükenmiş olduğuyla ilgili, nasıl yorgun, nasıl yaralı ve nasıl güzel olduğuyla ilgili. Ve sevdiklerinin Kabul’den nasıl ayrıldığı ile…Biliyorsun, Kabul’le böyle bir bağı olan, onu çok seven pek çok insan onu terk etmek zorunda kaldı. Bu şarkı tam da o çöküş günlerine dair… Aslında şiir daha önce yazılmıştı - çünkü aktivistlerin göçü 2018'de başladı, ABD ve Taliban arasındaki barış görüşmeleriyle birlikte. O dönem aktivistlere yönelik yoğun saldırılar başlamıştı. Gerçi saldırılar 20 yıl boyunca vardı ama (bu sefer) çok yoğunlaşmış bir saldırıydı. Mesaj en basit haliyle “ya öldürüleceksin ya da terk edeceksin” idi. Ve sanırım Taliban tekrar iktidara gelmek için hazırlanıyordu ve bu taktiği iktidara gelmeden önce ya da anlamlı bir barış süreci yaşanmadan önce muhalefeti yok etmek için kullanıyorlardı. 

Bu şiir, Kabul'ün nasıl sürekli saldırıya uğradığını ve çocuklarının onu nasıl terk ettiğini ama nasıl bu kadar güzel olduğunu ve şair için nasıl huzurlu bir yer olduğunu anlatıyor. Ve şarkı gerçekten bunun hakkında, dünyadaki pek çok insan için çok fazla anlam ve duygu taşıyan bu şehir hakkında. Pek çok Afgan'ın kendi eyaletleriyle özel bir bağı var, ama elbette Kabul ile her zaman çok özel bir bağ var… Ve şehrin savaş yüzünden tükenmiş, saldırı altında kalmış, yaralanmış bir şehir olmasının getirdiği tüm duygu ve hisler. Bu yüzden zaman zaman dinliyorum bu şarkıyı ve hatırlıyorum... Çoğumuzun bu yere dair taşıdığımız sevgiyi ve acıyı temsil ediyor.

A.G.A.: Siz de 15 Ağustos 2021'de Taliban'ın Kabul'ü işgal ettiği gün ayrılmak durumunda kaldınız…

S.A.:  Evet

A.G.A.: Ve o sırada Afganistan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu'nun başkanıydın, son dönemde bazı arkadaşlarının öldürüldüğüne tanık olmuştun ve tabii sen de ciddi bir risk altındaydın. Ama bu Kabul'den -ya da Afganistan’dan- ilk ayrılışın değildi, çocukluğunda da ailecek Pakistan'da mülteciydiniz, değil mi? Beş-altı yıllık mıydı bu mültecilik?

S.A.:  Evet, Taliban Afganistan'ı ilk kez ele geçirdiğinde dört buçuk yıl kadar Pakistan'daydık. Ve bu karar esas olarak eğitimimiz yüzündendi. Okumaya devam edemedik. Şimdi olduğu gibi, o zaman da Taliban kızların eğitimini yasakladı. Afganistan gerçekten yaşanmaz hale gelmişti.. Çünkü sadece okulları kızlara kapatmakla kalmadılar, annem de artık öğretmenlik yapamıyordu. Annem öğretmendi ve bu onun için çok önemliydi. Aynı şekilde babam da yazar ve gazeteci, siyasi aktivist olarak faaliyetlerine devam edemez durumdaydı. İstediğimiz kitaplara erişimimiz de imkânsız hale gelmişti. Babamın tutkusu kitap bulmak, kitap almak, kitap biriktirmek, kitap okumak ve insanlara kitap vermekti. Ve birdenbire tüm bunlar imkânsız hale geldi. Yani, hala kitapçılar vardı ama kitapçılar kitapları saklamak için kapaklarına Kuran ya da dini kitapların kapaklarını koymaya başladılar - romanlar, kurgular ya da diğer kitaplar, politik kitapları Taliban'dan saklamak için. Çünkü o kitapları satmalarına izin verilmezdi. Ve müzik… Müzik yasağı geldi ve evde müziğin sesi kısıldı. Müzik dinlerken gözlenmediğinizden de emin olmanız gerekiyordu. Ve böylece Afganistan’dan ayrıldık. 

2002 yılında geri döndüğümüzde bir daha ayrılmak zorunda kalacağımı asla düşünmemiştim. Hatta 2021'de bile ayrılmak zorunda kalacağımı düşünmemiştim. Ama sonra tekrar ayrılmak zorunda kaldık. Bu sefer çocuğumla ayrılmak zorunda kaldım; oğlum ve kocamla. Böylece oğlum mülteci oldu. Maalesef tarih çok garip bir şekilde tekerrür ediyor. Yani, bu aşırı dinci, kadın düşmanı grup yeniden iktidara gelmeyi başardı.

A.G.A.: Ödül konuşmanda Afganistan'ın cesur kadınlarından, Afganistan'da büyük risk alarak, tüm bu yasaklara ve senin “toplumsal cinsiyet apartheid’ı” olarak tanımladığın duruma karşı çıkan kadınlardan çok bahsettin. Buna dair konuşmayı çok isterim. Ama belki ondan önce, çocukken kitap sevgin hakkında birkaç söz söylemek ister misin? Başka bir sohbetimizden biliyorum ki, annen ve baban sana ve kız kardeşlerine, tarihinizdeki güçlü kadınların isimlerini vermişler, değil mi? Ve Müslüman tarihinden. Adını taşıdığın Şehrazat da hikâyeler anlatarak insanlara dokunan ve hatta hayat kurtaran bir hikâye anlatıcısıydı. Bir anlamda senin yaptığın da tam olarak bu.

S.A.:  Babam için - aslında hem annem hem babam için - Afganistan'da büyürken kendimizi güçlü insanlar olarak görmemiz, kadın olarak kendimizi güçlü hissetmemiz gerçekten önemliydi. Kardeşlerime ve bana tarihten kadın karakterlerin isimlerini vermişler. Kız kardeşlerimden birinin adı Fatima, tabii ona dair koca bir tarih var, İslam tarihi; Zübeyda, şair ve kraliçe olan Nur Jahan, ben ve Sanskritçe bir adı olan kız kardeşim Rada. Yani bu annem ve babam için çok önemliydi. Aynı zamanda kitaplar da… Annem iki üç yaşından beri kitaplarla çok haşır neşir olduğumu söylüyor çünkü evimizde hep kitap vardı. Babam her zaman kitaplara erişimimiz olduğundan emin oldu ve beni kitaplar kurtardı diye düşünüyorum Ayşe Gül. Çünkü, bir düşün, ben beş ya da altı yaşındayken sokaklar insan bedeni doluydu, cesetlerin, yaralı insanların, savaşta ölmüş insanların arasından yürüyorduk. Küçükken roketler yüzünden, savaş yüzünden sığınaklara gittiğimizi hatırlıyorum.. Kilometrelerce yürümek zorunda kalırdık ve sonra bir eşeğe binerdik. Sonra kendi ailemde yoksulluk, aşırı yoksulluk yaşadık. Mülteci olduk... Çok fazla travma, çok fazla travma. Ve eğer içimde hala bir direnç varsa, bunun kitaplardan, edebiyattan kaynaklandığını düşünüyorum - esas olarak kurgu edebiyat, ama aynı zamanda tarih de. Çünkü, küçüklüğümden beri, tarihe uzun erimli bakmayı öğrendim: bazı şeylerin değişmesi zaman alır ve karanlık dönemler vardır. Ve sonra aydınlık bir dönem gelir. 

Tabii ki pek çok tercüme Rus eseri okudum, çünkü ben büyürken (Afganistan’da Rus Edebiyatı) çok yaygındı. Tolstoy ve Dostoyevski çok okudum, ama aynı zamanda bölge edebiyatından da okudum. Rushdie mesela, geçen gün düşünüyordum da babam bize Rushdie'nin kitaplarını alırdı. Ve tabii Yaşar Kemal'i de okuduğumu hatırlıyorum. Babam ve ben Yaşar Kemal ve İnce Memed'e aşıktık.

A.G.A.: Gerçekten mi? İnce Memed’i mi okudun?

S.A.:  Evet, İnce Memed çok ilginç bir karakter. Babam ve ben hep onun hakkında konuşurduk. İnsanları ezen, onlara zarar veren bir zalimden, korkunç bir şahsiyetten kurtulur ve sonra başka biri ortaya çıkar. İşte biz de bunun üzerinden şunu konuşurduk: Mesele bireyler değil sistem, değiştirilmesi gereken de sistem.  Yaşar Kemal'in bunu nasıl bu kadar etkileyici bir şekilde anlattığını konuşurduk. İnce Memed, çok küçükken okuduğum için hatırladığım kadarıyla çok isteksiz bir kahramandı. Yani, o bir kahraman olmak istemiyor. Kahramanlıkla hiç ilgilenmiyor. Onu okumak inanılmazdı. Aziz Nesin'i de okurduk. Babam hayatla ve politikanın sinir bozucu halleriyle ve hayal kırıklıklarıyla başa çıkmanın bir yolu olarak mizaha çok düşkündü, bu yüzden onunla Çehov da okuduk, Nesin de. Okuduktan sonra onlar hakkında konuşurduk, birbirleriyle karşılaştırırdık.

A.G.A.: Nesin’i Rusça çevirisinden mi okudun? 

S.A.: Farsça. Bunların hepsini Farsça okudum. Nesin de Yaşar Kemal de Farsça'ya çevrilmişti.

A.G.A.: Nâzım Hikmet’i de mi Farsça okudun?

S.A.: Evet. Nâzım Hikmet'i gençliğimde okumuştum, çünkü bilirsiniz işte bütün bu duygular ve şiirler o zaman çok anlam buluyor. O da bağ kurduğum şairlerden biriydi. En sevdiğim şair, İranlı şair Sohrab Sepehri idi. Babam ve ben, hangisini tercih edeceğimiz konusunda sürekli tartışmalar yapardık. O Dostoyevski'yi, ben ise Tolstoy'u tercih ederdim, biz de böyle bir ileri bir geri giderdik, hangisi daha iyi diye. Böylece paralel bir dünya yaratmıştık kendimize. Çevremizde çatışma, adaletsizlik, vahşet ve baskı varken, erkek ve kadın olmanın ne demek olduğuna dair çok kısıtlı bir anlayış hakimken, biz özgürce fikir teatisi yapabildiğimiz, erkek ya da kadın olmanın önemli olmadığı, zaferin mümkün olduğu, adaletin mümkün olduğu, kendimize ait bir dünya yaratmıştık. Babam o kutulara sığmak istemiyordu. 

A.G.A.: Sen de o kutulara sığmak istemiyordun.

S.A.:  Evet. Ve sonra o kutulara sığmadık. Ve bence bu, kurgu sayesinde, edebiyat sayesinde mümkün oldu. Edebiyata çok şey borçluyum. İnanılmaz… Hayatımı zenginleştirdi. Ve babam bizlere şunu söylerdi, eğer etrafınız çok karanlıksa, ışığı bulmak için kendi içinize bakın… Ve o ışık, o ışığın önemli bir kısmı, bu hikâyeleri bilmekten, bu hikâyelerle ve karakterlerle bağ kurmaktan geliyor. Yani, biliyor musun, Don Kişot'u da ben çok gençken okumuştuk. Ve babam bana, sen Don Kişot’sun, diyordu, kardeşime de Sancho Panza. Sürekli bu karakterler hakkında konuşurduk… Her neyse, çok güzeldi. Dünyadaki tüm zorluklara rağmen evimizin içinde bu paralel küçük cennet vardı.

A.G.A.: Yani,eviniz o karanlığın ortasındaki ışıktı.

S.A.:  Bizim için öyleydi, evet. Ve evimize gelen insanlar için. Çünkü son zamanlarda bunu düşünüyordum.… Yeni bir organizasyon kurma sürecindeyiz ve değişim teorimiz nedir gibi şaşalı sorular soruyoruz kendimize.  Bu süreçte ailem üzerine çok düşündüm. Özellikle babamın etrafındaki pek çok insanın hayatında oynadığı rol üzerine… Tabii ki bu rol annem olmadan olmazdı, çünkü hayatta olduğumuzdan ve karnımızın doyduğundan, kiranın ödendiğinden, evden atılmadığımızdan emin olan tabii ki annemdi. 

A.G.A.: Kadınların yaptığı tüm o olağanüstü şeyler, değil mi?

S.A.:  Her şey, her şey… temel yaşam hattımız oydu yani. Ve sonra, bir sonraki adım… Yani evet temel olan annemdi ve bir sonraki adım da babamdı. Babamı düşünmemin sebebi şuydu: Eğer ki zamanım olsaydı, zamanımız olsaydı, onun hayatını yakından incelemek ne kadar iyi olurdu ve onunla temas eden insanların ve sonra çocuklarının hayatlarına bakmak. Çünkü etkileşimde bulunduğumuz birçok aile ve babamın sahip olduğu arkadaşlar... Kabul'e memleketimizden insanlar geldiğinde - ki çoğunlukla köylerden gelen gençler olurdu bunlar - babam evi onlara açardı. Onları eve davet ederdi, bizimle kalırlardı. Bu elbette annem için bir sürü çamaşır ve yemek, bir sürü iş anlamına geliyordu - üstelik aynı zamanda öğretmenlik ve annelik yaparken. Buradaki açık adaletsizliği teslim etmek, ona ayrıca bakmak lazım. Ama, bu insanlar geldiğinde, babam onları tanımaya çalışırdı, okumaya ilgi duymalarını sağlamak için onlara ne tür kitaplar vereceğini, tam olarak hangi kitabı vereceğini bulmaya çalışırdı. Birlikte okuyabileceği, çalışabileceği bu gençlerle, onları gerçek liderler haline getirmek, hayatlarını değiştirmek için kapsamlı bir çalışma yürütürdü yani. 

Sonraki yıllarda saha çalışması ya da iş için gittiğim her yerde babamın arkadaşlarının, ailelerinin yanında kaldım. Ve bu aileler genellikle o bölgede kızların okula gittiği, evde açık bir tartışmanın olduğu yegâne aile veya birkaç aileden biri olurlardı. Çok farklı bir kültür olurdu bu evlerde. Bir kişinin herhangi bir kurum olmadan, proje başvuruları, projeler olmadan, hatta muhtemelen çok bilinçli bir şekilde bir planı dahi olmadan ne büyük bir etki yaratabileceğini görmek mümkün babamın hikâyesinde. Bu onun varoluş biçimiydi. 

Kocamın adı Timor. Ailemle ilk tanıştığında - bu utanç verici ama aynı zamanda komik bir hikâye - Kabul'deydik, çıkıyorduk. Annemle babamdan başka kimseye söylememiştim çıktığımızı. Ama henüz tanışmamışlardı. Bir gece Timor beni bırakırken polis geldi, bizi durdurdu ve sordu: Birbirinizle nasıl bir ilişkiniz var? Çünkü maalesef polis bunu Kabul'de yapıyor. Şimdi Taliban ile daha çok, ama o zaman da vardı. Polise durumu açıkladım ve ailemi arayabileceğimizi söyledim. Babam aslında… Annemi aradım ve olanları anlattım, “Kapının arkasındayım ama polis sorular soruyor.” dedim. Annem “Tamam çıkıyoruz.” dedi. Sonra annem ve babam çıktı. Babam, Timor'u çok iyi tanıyormuş gibi davrandı ve polise, "Toplumla ilgilendiğiniz, göz kulak olduğunuz için teşekkür ederim ama endişelenecek bir şey yok." dedi. Sonra ona sorular sormaya başladı: “Peki nerelisin? Okula gittin mi? Ne kadar süre?” ve polisi eve davet etti, birkaç kitap verdi. Çünkü bu onun hep yaptığı şeydi…

A.G.A.: İnanılmaz.

S.A.: Sonra, “Artık benim evimi biliyorsun, bu kitapları bitirince geri gel, sana daha fazla kitap vereyim.” dedi. Timor şaşkınlık ve hayranlıkla izliyordu. Bu nasıl bir adam? Yani, kitaplar… (gülüyor)

A.G.A.:  Babanın adı neydi?

S.A.: Muhammad Ismail Akbar.

A.G.A.:  Ona da buradan içten selamlar ve sevgiler gönderelim.. Keşke onunla tanışabilseydim.  Peki, okuduğun kadın yazarlar var mıydı?

S.A.:  Evet. Aslında birçok kadın yazar da okudum. Smith Üniversitesi’ne girdiğimde - ki o sırada Smith’in nerede olduğunu veya Northampton'ın nerede olduğunu bilmiyordum, sadece başvurdum ve kabul aldım - babam bana tercüme bir şiir koleksiyonu getirdi. Sylvia Plath. Ve babam…

A.G.A.:  Sylvia Plath’ın Farsça çevirisi mi? 

S.A.:  Evet. Babam dedi ki - ki Google kullanmayı bilmezdi, İngilizce de konuşmazdı - “Sanırım bu şair senin üniversitende okumuş.”

A.G.A.:  İnanılmaz.

S.A.:  Evet. Simone de Beauvoir'ın tüm anılarını, tüm kitaplarını aldı. “Gitmeden önce bunu okumalısın, çünkü orası feminist bir üniversite ve Simone de Beauvoir'dan bahsedeceklerdir, hazırlıklı olmalısın.” diyerek. 

A.G.A.:  Simone de Beauvoir da Farsça mıydı?

S.A.:  Evet. Farsça, ikinci veya üçüncü en yaygın çeviri dili. Bence harikalar, İranlılar o kadar çok çeviri yapıyorlar ki. Farsça konuşabilen biri olduğum için kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum çünkü tüm bunlara erişimim mümkün oldu. Ama ondan önce bile, Simone de Beauvoir'dan önce, babam Marie Curie'yi öğrendiğimizden emin oldu, bölgeden ve dünyadan önde gelen tüm kadınları öğrendik. Bana düğün hediyesi bir kitap koleksiyonuydu: Kadınlar tarafından yazılmış veya kadınlar hakkında yazılmış kitaplar. Böyle…

A.G.A.:  Bu onun düğün hediyesi miydi? Nasıl güzel bir hediye… 

S.A.: Evet, bu onun bana düğün hediyesiydi. Jane Austen'i de okumamı sağlayan odur. Jane Austen'in büyük bir hayranıydım. Onu çok, çok küçükken okumuştum. Sonra Virginia Woolf'a terfi ettim. Virginia Woolf'un çok büyük bir hayranıydım ve onu babamla birlikte okuduk. Onunla birlikte büyülü gerçekçiliğe girmeye başladık. Sonra Isabel Allende'yi okudum, yine babamla birlikte, o da onu okurdu.

A.G.A.:  Tabii Şili'nin de yüklü bir siyasi tarihi var, eminim sana da dokunmuştur…  

S.A.: Evet. O da (Allende) Farsçaya çevrilmişti. Babam öldükten sonra Elena Ferrante'yi okudum. Onu okurken, dört cilt, babamı o kadar çok düşündüm ki... Ne zaman  üzerimde etki bırakan bir kitap okusam, babamla onun hakkında sohbet etmek istiyorum gerçekten.  Filmler ve müzik parçaları için de aynı şey geçerli. O zamanlar onu en çok özlüyorum. Biliyorum ki o da benimle okurdu ve üzerine harika sohbetler ederdik. Ve benim kaçırdığım noktaları o görürdü…

A.G.A.: Eminim o konuşmaları içinde yapıyorsunuzdur... Nasıl güzel bir sevgi ve ne çok şey paylaşmışsınız birlikte… Pek çok buluşma, pek çok kitap üzerinden bu kadar derin bir bağ kurmuş olmanız ne büyük bir hediye. 

Emily Dickinson da Smith'e yakın, Amherst'te yaşamış bir şairdi. Bilmiyorum sever misin onun şiirlerini?

S.A.:  Evet. 

A.G.A.:  Şimdi İstanbul'da, adını Dickinson’ın şiirinden alan yeni bir sergi var. “Ben hiç kimseyim / Peki ya sen kimsin? / Sen de hiçkimse misin, yoksa? / O zaman iki olduk.” Senin de şiiri sevdiğini biliyorum, Afganistan'dan çok sevdiğin kadın şairler var. Belki sohbetimizin ikinci kısmına geçmeden önce (bir şey) okumak istersin?

S.A.: Evet. Kesinlikle. Aslında Afganistan'da gerçekten sevdiğim birçok harika kadın şair var. Ve Mahtab Sahel onlardan biri. Zahra'nın (Elham) okuduğu şair (çaldığımız açılış şarkısında). Afganistan'da Peştunlar arasında Landay adlı bir şiir geleneği var, çoğunlukla kadınların şiirlerinden oluşuyor. Şairlerin isimlerini bilmiyorsun ama kadın şiirleri. Genellikle çok romantiktirler. Çoğu zaman okuryazar bile olmayan kadınların kendilerini ifade ettikleri yumuşak, sıcak şiirlerdir Landay’lar, onları çok okurum. Ama bugün paylaşmak istediğim şiir, gerçekten sevdiğim bir şair olan Mahbooba İbrahimi'ye ait. Kendisi feminist bir şair. 

Şair Mahbooba Ibrahimi bir şiirinde çocuğuyla konuşur ve şöyle der:

(Farsça okur) 

“Rüyanda bombaları gördün

anneni korkutan o çölleri.

gülen oyuncak bebeklerinle güvendesin.

Dünya benim kucağım

ve sen onun içinde uyuyorsun.”

Bu şiir benim için çok anlam ifade ediyor. 

A.G.A.:  Çok güzel. 

S.A.: Çünkü bence anne ve babamın yapmaya çalıştığı şey tam buydu, bize burası dünya, bu ev dünyamız. Korkma.

A.G.A.:  Kendinde ve sevdiklerinde evini bulmak…

S.A.:  Evet, çünkü dışarıdaki dünya çok kaotik ve bence yapmaya çalıştıkları şey de buydu... Ibrahimi’nin de yaptığı şey bu. Ve aynı zamanda kendini bir anne olarak, bir kadın olarak dillendiriyor. Bunlardan kaçınmıyor. (Bu önemli) Çünkü çok fazla Farsça şiirimiz var... Farsça, şiirin dili, değil mi? Ve bir sürü kadın şairimiz var, ama daha önceki kadın şairlere baktığımızda erkeklerin dilini uyarladıklarını görüyoruz. Bir erkeğin sevdiği hakkında konuşacağı şekilde konuşuyor sevdiği hakkında. Ancak yakın dönemde yazılan çağdaş şiirlerde Mahbooba Ibrahimi gibi şairler görüyoruz, kadın olarak, anne olarak, tüm rolleriyle, tüm parçalarını konuşturarak yazıyorlar. Şiirlerinde kendileri oluyorlar. Bir başka şiiri de sabah kalktığında çocuğun mızmızlanması, süt getirmesi ve çamaşır yıkaması ile ilgili. Sonra bir eş olarak kendinden bahsettiği bir şiiri var… Hayatın her alanını kapsıyor yani. Farklı beklentiler ve bu beklentilerin üzerine yüklediklerine dair açık olarak, utanmayarak, aynı zamanda yaşadığı farklı baskıları ve sorumlulukları dillendirerek, bir yandan da savaş ve şiddet dolu bir dünyada çocuğu için bir barış ortamı yaratmaya çalışarak (yazıyor). 

A.G.A.:  Ne kadar güzel.... Kitaplara olan sevgini, ebeveynlerine ve babana olan sevgini, kitaplar aracılığı ile paylaştıklarınızı ve evi kendinde bulma hikayeni paylaştığın için çok teşekkürler Shaharzad. Ve şiirin bunun için nasıl bir araç olduğunu. O zaman bir şarkı arası verelim. Bize bir şarkı daha seçmiştin. Şarkıyı dinledikten sonra Afganistan'da kadınların aktivizmi ve onlarla dayanışma içinde olabilmek için neler yapabileceğimize dair daha fazla konuşabiliriz. Peki, bizim için seçtiğin bu şarkıdan bahseder misiniz?

S.A.: Evet. Adı “Ode to Dawn” (Şafağa Övgü / Şafak Kasidesi) ve genç bir şair, genç bir şarkıcı Ghawgha’ya ait. Son birkaç yılda, 2019'dan bu yana çok öne çıkmış bir şarkıcı. Bu şiir Afganistan'daki kadın protestoculara adandı. 15 Ağustos'u hepimiz biliyoruz. 15 Ağustos (2021) Kabul'ün düştüğü zaman. Benim çok önemli olduğunu düşündüğüm bir diğer tarih ise 17 Ağustos. 17 Ağustos'ta kadınlar haklarını talep ederek sokaklarda yürüdüler. Düşünebiliyor musun? 15 Ağustos olmuş, tüm dünya şokta. Kimse Taliban'a nasıl karşılık verilebileceğini bilmiyor. Dünyanın gerçekten ne olması gerektiğini anlaması birkaç hafta sürdü - ve hala anlamaya çalışıyorlar. Ama Kabul'ün kadınları - herkesin korktuğu, erkeklerin korktuğu, evlerde kalıp, dışarı çıkmak Taliban'la yüzleşmek istemedikleri bu zamanda  kadınlar, iki gün sonra sokağa çıkıyorlar. “Bu yeni bir gerçeklik, ama biz bu gerçeklikle yüzleşmek için buradayız. Ve biz varız demek için buradayız. Biz buradayız."  Çünkü sanırım, Taliban'a şu mesajı vermek istiyorlardı "Afganistan siz en son burada olduğunuzdan beri değişti. Ve biz size bunu gösteriyoruz, parlak gün ışığında sokağa çıktık. Niyetinizi, nasıl tepki vereceğinizi bile bilmiyoruz ama bu riski alacağız ve çıkıp size burada olduğumuzu söyleyeceğiz.” Ghawgha da bundan ilham aldı ve özgürlüğe, kadın protestoculara, Afganistan'daki kadın protestoculara destek ve dayanışma için bu şarkıyı yaptı. Ve bence, kadın protestoculara olanlar, geçen yıl yaşananlar hepimizi gerçekten şaşırttı çünkü bir yanılsama vardı… Hepsi çok garip Ayşe Gül, çünkü düşüşten önce, düşüşten birkaç ay önce, bu ülkelerin her biri "önde gelen" aktivistlere ulaşmaya ve onlara sığınma teklif etmeye başladı. Biz kendi aramızda buna “davetle gelen mültecilik" diyorduk. Benim de mülteci olmak için iki davetiyem vardı, biri Kanada’dan, biri de ABD’den. Ve…

A.G.A.:  Ve sen her ikisini de reddettin. 

S.A.:  Evet, ikisini de reddettim. Dolayısıyla, aktivistler zaten Afganistan dışına çıkmaya başlamıştı, bu yüzden herkes toplum liderlerinin tahliye edildiği izlenimindeydi. “Onları güvenlikleri için dışarı çıkardık.” diyorlardı. Elbette bu doğruydu, tahliye edilmeliydiler. Ama sonra, sokaklarda yürüyen bir grup kadını görüyorsun, bu insanlar nereden geliyor? Herkesin dışarıda olduğunu sanıyorduk. Hayır. Düşündüğünden daha fazlası var. Ve bu insanlar benim kişisel olarak sahip olmadığım cesarete sahipler. Kalmak, mücadele etmek ve değişim istemek için inanılmaz bir cesaretleri var. Geçen yıl boyunca Taliban'ın onlara muamelesi korkunçtu, korkunçtu. Kadınların hepsinin iltica etmek istediğini, fahişe olduklarını söyleyen bir anlatı yaratmaya çalıştılar, diktatörlüklerin kadınlar için kullandığı tanıdık klişeler. Olanı çarpıtmaya çalıştılar. Bu anlatı tutmayınca bu sefer kadınları gözaltına aldılar. Sonra gözaltına aldıklarını reddettiler. Bu gözaltıları kadınların kendilerinin uydurduğunu, sığınma almak için kendi kaçırılmalarına dair mizansenler yarattıklarını söylediler. Daha sonra, uluslararası baskı altında, güya kendi kaçırılmalarına dair mizansen yaratan bu kadınları serbest bıraktılar. Ve kimse bunu onların yüzüne vurmadı. Demek istediğim, hiç kimse, yani diplomatların hiçbiri, onlarla gerçekten yüzleşmedi, "Kaçırılmaların kadınların uydurması olduğunu iddia ettiniz ve şimdi onları serbest bıraktınız. Serbest bırakılmaları iyi oldu ama olanlara dair anlatınız başkaydı.” demedi kimse. Sonra (kadınlar) devam ettiler. Hala protesto etmeye çalışıyorlar, sokaklara çıkamasalar bile başka şeyler yapıyorlar. Evde bir araya geliyorlar, şiir okuyorlar, video kaydediyorlar ve sosyal medyaya koyuyorlar ya da evde protesto ediyorlar. Ya da... Örneğin, şimdi bir kütüphane var, kadınlar bir kadın kütüphanesi açtı. Orada kitap okumak ve bir şeyler hakkında konuşmak için bir araya geliyorlar. Bazen göstermelik etkinlikler düzenliyorlar ama aslında insan hakları çalışması yapıyorlar. Sahada mücadele eden, sivil direniş gösteren sadece onlar. Ve bence buradaki en büyük eksiklik uluslararası toplumun, BM’nin, diplomatların onların hakları daha güçlü bir baskı oluşturulması. Kadınlardan biri - bana bunu anlatan kişiye - şöyle bir aktarım yapmış: Taliban tarafından gözaltına alınıp taciz edildiklerinde, üst düzey bir diplomat onu aramış ve ne olduğunu sormuş. Ne olduğunu açıkladığında da diplomat ona "Ah, izin almalıydınız. İzniniz olmadığını duyduk. İzniniz olsaydı Taliban sizi taciz etmezdi.” demiş. Yani gördüğümüz dayanışmanın seviyesi bu…

A.G.A.: Protesto izninden mi bahsediyor? 

S.A.:  Evet. 

A.G.A.: : Tabii tabii… 

S.A.: Evet, tabii. (Gülüşmeler.)

A.G.A.:  Ne zekice bir tavsiye. Ülke hukukun üstünlüğü ile yönetiliyor ve tek yapmaları gereken izin almak…

S.A.: Aynen. Bu sorunu çözecek. Ve ona (diplomata), “Bakın, izin almamız reddedildi. İzin almaya çalıştık. İzin almamız reddedildi. İzin, izin alma süreci, sadece onların adreslerimizi ve tüm kişisel bilgilerimizi öğrenmelerinin bir yolu. Başımıza gelenlerden sonra bu riskini alamayız artık.” dedik. Her durumda, bu insanların ya hiçbir fikirleri yok ya da umursamıyorlar. Protesto eden kadınlarla konuştuğumuzda gördüğümüz büyük bir hayal kırıklığı var. Nasıl uzun bir yola çıktıklarını biliyorlar ama sanırım onlar da benim vardığım sonuca varıyorlar: uluslararası toplum, yani eğer uluslararası toplumu Batı güçleri ve liderleri olarak tanımlarsak, artık bu sivil harekete hiçbir ilgi veya destek göstermiyorlar. Şu anda onların ana gündemleri Afganistan'ın unutulması. Bu onların ana hedefi. (Afganistan’da) Hayal kırıklığına uğradıkları için, işleri bitmiş gibi hissediyorlar, daha fazla siyasi sermaye harcamak istemiyorlar. Dolayısıyla yapmamız gereken.. Şimdi, bu konuda ne yapacağımıza dair kendi içimizde konuşuyoruz. Nasıl ilerleyebiliriz? Çok ama çok sinir bozucu. Ama aynı zamanda gözümüzü açıyor.

A.G.A.: Bu konuya dair söyleceklerini ve Afganistan'daki kadın hakları, insan hakları mücadelesini desteklemek için neler yapabileceğimizi konuşalım çok isterim, ama önce şarkıyı dinleyelim mi?

S.A.:  Evet. 

A.G.A.:  Dinleyeceğimiz şarkı bu kadınlar için, onların aktivizmi için bestelendi. Adı neydi?

S.A.: Ode to Dawn (Şafağa Övgü / Şafak Kasidesi).

A.G.A.:  Ode to Dawn şarkısını dinleyelim ve sonra dayanışma anlamında neler yapabileceğimizi ve aynı zamanda Shaharzad Akbar'ın bu hafta aldığı Hrant Dink Ödülü’nü konuşarak devam edelim… Shaharzad Akbar ile sohbetimize devam ediyoruz. 14. Hrant Dink ödülünü alan, Afganistan’dan olağanüstü, insan hakları ve kadın hakları aktivisti Shaharzad Akbar’la. Bu söyleşiyi eğer İngilizce takip etmekte zorlanıyorsanız web sitesinden çözülmüş ve çevrilmiş halini okuyabilirsiniz. Böylece bir çeşit altyazıyla yapıyoruz bu söyleşiyi. Şimdi bir müzik arası veriyoruz. Afganistan’da mücadele eden kadınlar için bestelenmiş bir parça dinleyeceğiz.

A.G.A.:  Evet, tekrar merhaba. Shaharzad Akbar ile sohbetimize devam edeceğiz İngilizce olarak. Türkçe’sini Açık Radyo’nun web sitesinden okuyabilirsiniz, bize o şekilde eşlik edebilirsiniz.

Evet sevgili Shaharzad… Ne kadar güzel bir şarkı ve Afganistan'da kadınlar ne kadar olağanüstü bir mücadele yürütüyorlar.  Senin de dediğin gibi, inanılmaz bir cesaret gerektiriyor bu. Bunu yaparken olası tüm riskleri göze alıyorlar. Ve bunu, Taliban'ın yönetimi ele geçirmesinden sadece iki gün sonra, 17 Ağustos'ta başlayarak bir yıldan fazla bir süredir yapıyorlar. Dünyanın bu konuda daha fazlasını yapması gerektiğini konuştuk. Hrant Dink Ödül törenindeki konuşmanda da dünyadan, BM'den, devletlerden, küresel insan hakları hareketinden ve feminist hareketten daha fazlasını yapmalarına dair beklentilerinden bahsettin. Daha fazla nelerin yapılması gerektiğine dair görüşlerini duymak isterim, daha fazla neler yapılmalı? Elbette, çok az şey yapılıyor. Belki ödülleri de bir dayanışma biçimi olarak düşünebiliriz. Örneğin bu ödülle Hrant Dink Vakfı, senin çalışmalarınla yaydığın, Afganistan'ın içindeki ve dışındaki tüm kadınların yaydığı ışığın parlamasına yardımcı oldu diyebiliriz. Bu ödülle ilgili hislerin neler ve Afganistan'a dair son bir yılda gördüğün ve görmediğin dayanışma ile ilgili? 

S.A.: Teşekkürler Ayşe Gül. Bence, çok fazla… Örgütler ve aktivistler nezdinde Afgan kadınlarıyla ve Afgan kadınlarının davasıyla ilgili pek çok dayanışma var. Bazı insanların zamanlarının yarısını Afganistan'daki duruma dikkat çekmek için ayırdıklarını gördüm. Dediğin gibi, bu ödül, Hrant Dink Ödülü, Afganistan'a ve Afganistan'daki kadınların mücadelesine dikkat çekmenin ve vakfın temas halinde olduğu insan hakları topluluklarını Afganistan meselelerine dair uyandırmanın bir yolu. Onlara, “Hey, hey bakın, burada bir şeyler oluyor. Bu konuda ne yapabiliriz?” demiş oluyorlar. Bunu diğer uluslararası örgütlerden ve ulusal örgütlerden de gördük, aktivistlerden bireylerden de bu tür dayanışmalar gördük. Ancak henüz görmediğimiz şey, devletlerin eyleme geçtikleri daha güçlü dayanışmalar. Yani, BM'nin üye devletlerin, özellikle de Afganistan’a asker göndermiş ülkelerin, son 20 yıldır Afganistan’daki çatışmalara karışmış ülkelerin bence bir sorumlulukları var; şu anda olanlardan sorumlular. Türkiye de dahil olmak üzere karada (Afganistan’da) askerleri olanlar özellikle. Bence esas eylem eksikliğini burada görüyoruz. Afgan kadınlarıyla bireysel veya toplu olarak dayanışma eksikliği olduğunu ya da olması gereken ölçüde olmadığını hissettiğim diğer bir alan da feminist hareket ve onun liderleri. Liderliği nasıl tanımladığımıza bağlı olarak feminist hareketin liderlerinden bahsediyorum. Örneğin ABD’de Gloria Steinem var, Küresel Güney'de başka feminist liderlerimiz var. Bir ya da iki ya da üç kişinin konuştuğunu ve ellerinden gelenin en iyisini yapmaya ve dikkat çekmeye çalıştıklarını görüyorum, yani müttefiklerimiz var ama bir bütün olarak feminist harekette, ihtiyaç duyulan aciliyet duygusuyla hareket edilmiyor. Çünkü şu anda Afganistan'daki kriz benzersiz. Taliban tarafından uygulanan kadın düşmanlığı benzersiz. Bu nedenle, benzersiz bir yanıt verilmesi gerekiyor. Daha yaratıcı olmamız, bu duruma karşı çıkmak için birlikte çalışmamız, devletlerimizin neden yeterince müdahil olmadığını sorgulamamız, ilerleme sağlayabilmek için sahneye başka hangi çözümleri koyabileceğimizi bulmamız gerekiyor. 

Çözüm bulma yükünün Afgan kadınlarına bırakılmış olduğunu hissediyorum. Ve unutmayın, Afgan kadınları zeki ve dirençli insanlar, ancak bazıları mülteci süreçleriyle uğraşıyor, yeni ülkelere yerleşiyor, bazıları yeni dil öğreniyor, ailelerini idame ettirmeye çalışıyor… Afganistan'daki kadınlar ise hayatta kalmak için mücadele ediyorlar. Dolayısıyla bizim çözüm üretecek, BM mekanizmalarını bilen araştırma ekiplerimiz yok. Kendi başımızayız ve elimizden geleni yapıyoruz... Bence kadın arkadaşlarım, kızkardeşlerim, sürgündeki meslektaşlarım dahil, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Afganistan'daki kadınların ise hayal edebileceğimizden bile fazlasını yaptıkları aşikâr. Dayanışma hakkında konuştuğumda, üye devletlerle konuştuğumuzda, diplomatlarla konuştuğumuzda, "bize ne yapmamız gerektiğini söyle," diyorlar. Bazen onlara diyorum ki, "Bakın, ben bilmiyorum. Sizin bir şey yapmanızı istiyorum. Ben bilmiyorum. Çözüm bende değil.’’ Neden? Çünkü bu benim odamda oturarak, çözüm düşünmemden fazlasını gerektiren çok karmaşık bir sorun var ortada. Bir ekip çalışması gerekiyor, yaptırım rejimlerinin nasıl çalıştığını anlayan uzmanlar gerekiyor. Bilmiyorum. Gelin birlikte çalışalım. Feminist hareketle ilgili olarak da… Benim beklentim şu olurdu: Afgan kadınlarıyla bir tür küresel dayanışmanın olması, birilerinin takvimde bir günü veya şehirlerinde bir mekânı buna adaması ya da bir şarkı ithaf etmesi gibi sadece Afganistan'daki kadınların durumuyla ilgili bir dayanışma pratiği düşünmesi, böylece içinde bulunduğumuz baloncukların ötesinde farkındalık yaratacak  adımlar atılması. Bu tür bir farkındalıkla bir enerji yaratılabilir. Biz hala bunun peşinden gidiyoruz, gitmeye devam edeceğiz. Bu ödül gibi şeyler, veya senden gördüğümüz dayanışma… Afganistan'daki kadınların durumu hakkında seninle birçok alanda sohbet ettik bunların hiçbiri sadece bizde kalmadı. Dergi için, radyo için, ödül için yaptık bu sohbetleri… Tüm bunlar dayanışma, bence, ama bunu her yerde ve herkesten alamıyoruz.

A.G.A.:  Birçok konuşmanda ve sohbetlerimizde altını çizdiğin bir konu da Afganistan'daki durumunun nasıl normalleştirildiği. Afgan kadınlarının böyle yaşaması normalmiş gibi, veya tüm bunlar Afganistan'ın kültürüymüş gibi yapılması. Bu kültürü değiştiremeyiz denmesi. Oysa Afganistan’daki kadınların kendileri, bu bizim kültürümüz değil, biz böyle yaşamak istemiyoruz diyorlar. ‘Bu onların kültürü’ görüşü kadınların seslerini duymayı zorlaştırıyor gibi. Bilmiyorum…

S.A.: Evet. Bazen diplomatlar ‘’onları kültürleri’’ demelerinin mümkün olan en az şeyi yapmak için bir bahane olduğunu düşünüyorum. Bazen de buna gerçekten inanıyorlar çünkü yeterince bilmiyorlar. Bir sohbette üst düzey bir diplomatın şöyle dediğini hatırlıyorum, “Peki ama mahrem uygulaması, bir kadının her zaman aileden bir erkekle birlikte dışarı çıkmak zorunda olması, Afganistan’ın halihazırdaki geleneği, kadınlar yanlarında bir erkek olmadan evden çıkmıyorlar.” Ben de “Büyükelçi, çok üzgünüm. Afganistan'da köylere gitmediniz herhalde. Kadınlar tarlada çalışıyor, erkekler de (başka yerde) çalışmak zorunda, herkes hayatta kalabilmek için çalışmak zorunda. Sizce, bir kadın topraktan patatesleri çıkarırken yanında duran, onu patatesleri çıkarırken izleyen yetişkin bir erkek mi duracak? Bu anlamsız, verimsiz olur. Ayrıca unutmayın, burası bir çatışma ülkesi. Aile reisi tek kadın olan çok fazla hane var. Ne çok dul var, değil mi? Ne yapmalılar? Bir adam mı satın alsınlar? Ya da komşularından bir erkek mi ödünç alsınlar? Bu nasıl, nasıl mümkün olabilir, pratik değil.” Fakat yine de bu sık sık söylenen bir şey.

A.G.A.: Shaharzad, bu sohbete devam etmemizi çok isterdim ama zamanımız daralıyor. Belki de son söz olarak İstanbul hakkında dinleyicilere söylemek istediğin bir şeyler olur mu? Açık Radyo dinleyicilerinin çoğu İstanbul'da. Elbette dünyanın her yerinde dinleyen insanlar da var. Ama evet, senin yolculuğunda İstanbul'un nasıl bir yeri var?

S.A.: Türkiye’nin bizim için, Afganistan için, özel bir yeri var çünkü edebiyatımızdaki, Sufi geleneğimizdeki en önemli kişilerden biri olan Celaleddin Muhammed Balkhī veya çoğu insan tarafından Rumi (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî) burada yaşadı. Rumi, ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç ederek orada bir yuva bulmuş, orada büyümüş ve şiirlerini orada yazmış. Dolayısıyla bizim için çok özel bir yer. Bu yüzden yolculuğunu ve hayat hikayesini elbette küçüklüğümden beri biliyordum. Babam her zaman derdi ki “Afganistan kaçılacak bir yer olmamalı. Bakın, Rumi büyürken, Balkhî büyürken durum buydu ve bunu değiştirmeliyiz.” derdi. Babam Türkiye'de kendini nasıl evinde hissettiğini, buranın onu nasıl büyüttüğünü ve  geliştirdiğini de anlatırdı. Bu anlamda Türkiye benim için özeldi. Ama aynı zamanda büyürken, daha önce bahsettiğim gibi Farsça'ya çevrilmiş Türkçe edebiyat da okudum. Bu da bir tanışıklık getirdi. Ayrıca babam Türkiye'ye bulunmuştu ve Türkiye'ye yaptığı seyahatleri çok severek anlatırdı. Yayımlanan otobiyografisinde de bundan bahsetmişti. Özellikle oradayken (Türkiye’deyken), Mevlâna’nın şiirlerini orijinal dilinde okuyabildiği için çok iyi karşılanmış. Ve insanlar bunu gerçekten çok takdir etmişler, etkilenmişler. Türkiye'deyken ne kadar nezaket ve cömertlik gördüğünü anlatırdı. Sonra Oxford'da öğrenciyken İstanbul'a ilk kez geldim. Ve İstanbul'a gerçekten âşık oldum. Onu çok sevdim. Bu sadece… Aileme bakmak için hemen Afganistan'a dönmek zorunda olmasaydım, İstanbul'da birkaç yıl kalmayı ve sadece İngilizce öğretmeyi ve İstanbul'da yaşamayı çok isterdim diye geçirmiştim içimden. Bazı Kürt aktivistlerle tanıştım, bazı feministlerle tanıştım ve iki dünyam bir araya geliyormuş gibi hissettim. Batı tarzı dünyam ve aynı zamanda evde sahip olduğum ama orada tam olarak gelişmemiş olan dünya. Kahve kültürünü sevdim. Gençleri, aktivizmi, gençlerin bir araya gelirken hissettikleri özgürlüğü sevdim. Ve böylece, Kabul'ün düşmesinden sonra İstanbul'a geldiğimizde, bir sonraki adımımızı anlamaya ve düşünmeye çalışırken mükemmel bir şifa mekanı oldu. Oktay'la denizin üstünde olmayı çok sevdim, sonra burada ikinci çocuğuma hamile olduğumu öğrendim ve bu hayatımı değiştirdi tabii. Ve seninle tanıştık Ayşe Gül. Hayatıma o kadar çok zarafet, güzellik ve bilgelik getirdin ki, bunun yaşadığım sürece, tam anlamıyla, yaşadığım sürece benimle kalacağını düşünüyorum. Burada gerçekten kalbimi hissettim. Bazen hayatta mucizeler oluyor diye düşünüyorum. Kendimi çok şanslı hissediyorum, hayatımda hep çok şanslı oldum. Benim için o mucizelerden biri bir sonraki adımıma karar vermeden önce İstanbul'a gelmekti.

A.G.A.:  Ah, Shaharzad ağlattın beni. Seni tanıdığım için ve yeni bağlar kurmaya devam edebildiğimiz için onur duyuyorum ve şükran doluyum. Hrant Dink Ödülü'nü alacağını duyurulmadan kısa bir süre öncesine kadar bilmiyordum. Bence daha güzel bir buluşma olamazdı. Bu ödülü o kadar çok hak ediyorsun ki, sen ve Hrant Dink o kadar güzel bir araya geliyorsunuz ki… Dünyaya bakışınızla, hayatı sevgiyle, bilgelikle, başkalarını kucaklayarak çoğaltma halinizle ve bu dünyayı değiştirmek için gösterdiğiniz büyük cesaretle. Çok teşekkür ederiz. Bu söyleşi için de çok teşekkür ederiz. Kabul’den önceki adım olarak İstanbul’u seçtiğin için de teşekkürler - böylelikle tanışmış olduk. Biliyorum ki biz seni özlüyoruz, İstanbul seni özlüyor ve artık bu ödülle geri dönmek için bir sebebin daha var.

S.A.:  Evet. Gerçekten sabırsızlanıyorum. Kelimenin tam anlamıyla sabırsızlanıyorum. Teşekkürler, Ayşe Gül.

A.G.A.:  Teşekkürler. Teşekkürler. 14. Uluslararası Hrant Dink Ödülü'nü alan Shaharzad Akbar ile sohbetimiz böyleydi. Ödül ve Türkçe deşifre ve çeviri hakkında daha fazla bilgiyi Açık Radyo web sitesinde yayınlayacağız. Teşekkürler Shaharzad.

S.A.:  Teşekkürler.

Türkçe Çeviri: Esma Güzin Yarıcı