“HDP’nin kapanması, etkisizleştirilmesi toplumsal ve siyasal muhalefetin tasfiyesi demektir”

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.

Ekonomi Politik: 22 Şubat 2021
 

Ekonomi Politik: 22 Şubat 2021

podcast servisi: iTunes / RSS

(22 Şubat 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar.

Ali Bilge: Merhabalar Ömer Bey, merhaba Özdeş.

Özdeş Özbay: Günaydın.

AB: Herkese iyi haftalar!

ÖM: İyi haftalar size de. Gayet hareketli geçiyor hem dünyada hem de Türkiye’de. Bu hafta neleri konuşuyoruz?

AB: Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim, bıraktığımız yerden bir tarihsel kucaklamayla devam edelim istiyorum. Malum geçen haftanın konusu Gara operasyonuna ilişkin gelişmelerdi, buna ilişkin cevaplanması gereken çok sayıda sorular ortaya atıldı, tatmin edici cevaplar gelmedi. Ancak Gara operasyonu sonrasında beklendiği gibi epeydir Kürt siyasi hareketi, HDP üzerinde devam eden baskılara ilave baskılar geldi. Malum HDP’nin kapatılması gündeme getirilmişti. Gara sonrasında bu süreç hızlandı, kapatılmaya yakın önlemlerin alınmaya başladığını, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin işlemlerin hızlandığını, yeni gözaltılar tutuklananlar olduğuna tanık oluyoruz. Aslında bu baskılar, çözüm sürecinin bittiği 2015’ten, 2016 darbe girişimi ve dokunulmazlıkların kaldırılmasından itibaren devam ediyor. Bugün, 6 milyon T.C. vatandaşının oy verdiği HDP üzerine gidilmesi, kapatılması ve etkisizleştirilmesi ortamı, bize, cumhuriyetin ilk yıllarında yaşadığımız “Takrir-i Sükûn” dönemini hatırlatıyor. Bu programda, 96 yıl önce Şeyh Sait isyanıyla başlayan “Takrir-i Sükûn” kanununun öncesi ve sonrasını anlatmak, bir analoji kurmak, benzerlikleri vurgulamak istiyorum. Malum bizim cumhuriyet tarihi öncesine ve sonrasına ilişkin Kürt sorununu gerçek boyutlarıyla ortaya konan bir devletimiz yok. Bu durum gerçekleşen isyanlar için de geçerlidir, bu meselenin ülkeye olan maliyetleri hususunda da gerçek bir çalışma ortaya konmamıştır. Kürt konusu, baskı ve korku konusu olagelmiştir. Genelde bilgiler devletin belleğinde saklanması gereken konular olagelmiştir. Kürt sorunun geçmişini toplumun belleğinden silme politikası da, çok uzun yıllar devam edegelen bir politika olmuştur. 

Bu husus, Anadolu’daki yaşayan diğer etnik ve gayrimüslim gruplar için de geçerli, Ermeni meselesi için de geçerlidir. Sadece Ermeniler ve Kürtler topraklarından, yaşadıkları yerlerden sürgün edilmedi hafızalardan da sürgün edildi. Biz, yüzyıla yakın süre boyunca şöyle bir içiçelik görüyoruz; dikta rejimini kurma isteğiyle Kürt meselesi, iç içe geçen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Hep yan yanadır bu iki husus. Askeri darbe gerekçelerinde de bu içiçeliği görmek mümkündür. Kürt siyasal varlığı ve Kürt kültürel ve siyasi haklarının gelişmesi, otoriter rejime geçiş için en önemli gerekçe olarak karşımıza çıkmaktadır. Gara katliamı da, HDP’ye yönelik devam eden sindirmenin, silmenin, baskılamanın dozunu arttırmanın bir gerekçesi oldu

Ama burada dikkat edilmesi gereken husus şu: aslında HDP’yi sindirme, silme, baskılama politikası aynı zamanda top yekûn muhalefetin susturulması anlamına da geliyor. Çünkü HDP, muhalefet denkleminin vazgeçilmez bir parametresi, bu parametrenin silinmesi, baskılanması HDP’yi denklemden çıkarılması, muhalefet bloğunda HDP’nin yer almasının önlenmesi ile saray iktidarının süresi uzayabiliyor, en azından bu olasılık, otoriter saray iktidarının esastan ele aldığı bir durum. İktidar için; HDP’yi PKK ile eşitlemek, PKK ile birlikte terörist ilan etmek, dolayısıyla HDP ile ilişkilenen muhalefeti de terörist ilan etmek demek oluyor. Saray iktidarı, tümüyle muhalefeti de terörist ilan ederek ya da ilişkilendirerek, muhalefeti bölmek ve sindirmek için bu politikayı izliyor. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de istenen “Takrir-i Sükun” öncesi ve sonrasında olduğu gibi muhalefetsiz ya da ses çıkarmayan, müsaadeye mazhar olan, göstermelik bir muhalefettir. HDP’nin kapanması, silikleştirilmesi, etkisizleştirilmesi toplumsal ve siyasal muhalefetin tasfiyesi demektir, 2. “Takrir-i Sükûn” demektir. Takrir-i Sükûn’un kelime anlamı ‘huzur ve asayişi’ sağlamaktır.

1925 yılının 13 Şubat’ında Şeyh Sait liderliğinde bir Kürt isyanı başlamıştır. Bunun sonrasında 2 Mart’a kadar olan görüşmeler ve siyasal gelişmeler önemlidir. 2 Mart 1925’te de “Takrir-i Sükun”kanunu çıkarılmıştır. İsterseniz biraz bu kanunu öncesi ülkenin ve Meclis’in durum una bakalım. Öncelikle 1919 ile 1925 arasına bakmamız gerekiyor. 1923 sonuna doğru seçimler yapılmak suretiyle ilk meclis yenilenmiştir. 

İlk meclis bir ittifaklar meclisi olarak karşımıza çıkmaktadır, bu ittifakın en önemli unsurlarından biri de Kürtlerdir. Birinci Meclis aslında Kürtlerin aktif olarak destek verdikleri bir kompozisyondadır. Nitekim Birinci Meclis’te çoğunlukla Kürtler temsil edilmiştir, Doğu’da yapılan kongrelerle zaten Birinci Meclis’e gelinmişti. Dolayısıyla ittifakta Kürtlerin ciddi yeri vardır pek çok farklı unsurun yer aldığı gibi. Ama temel odağı gayrimüslimlerin yani Müslüman olmayanların bulunmadığı bir meclis olmasıdır. Bu ittifak Lozan’a kadar devam eder Lozan sonrasında mecliste kurulan ittifaklar bozulmaya başladı. Özellikle Kürtlere verilen bazı sözler vardı, sözlerden biri yerel özerkliklerdir. Hatta araştırmacı Robert Olsen’e göre Şubat 1922’de Kürtlere yerel özerklik veren kanun tasarısı meclisin gündemine gelmiştir. Lozan devam ederken, Mustafa Kemal’in İzmit’te gazetecilerle yaptığı konuşmada, Kürtlük meselesi üzerine yerel özerkliği gündeme getirdiğini biliyoruz. Daha doğrusu bunları sonraki yıllarda çok geç öğrendik. Lozan sonrası süreçte bu ittifaklar bozulmaya başladı bu nedenle meclis yenilendi ama Mustafa Kemal’in istediği gibide yenilenmedi, sonrasında ilk meclisin en önemli özelliği olan doğuda yaşayan Kürt toplumu ittifak dışarısına çıkarıldı. İşte ittifakın dışına çıkarılma, verilen sözlerin tutulmaması, aldatılma duygu ve güven ortamının bozulması sonucu bir tepki ile karşı karşıya kalındı, 1925 yılı 13 Şubat’ında Şeyh Sait isyanı başladı, bölgede yaygınlaştı. 

O sırada hükümette başbakan pozisyonunda Fethi Okyar bulunuyordu. Fethi Okyar, Mustafa Kemal’in çok yakın arkadaşıdır, hatta bir dönem Mustafa Kemal’in amiridir, patronudur, Sofya’da büyükelçi Fethi, ateşe-militer Mustafa Kemal’dir. Ama duruş ve davranış olarak Okyar, İsmet Paşa’dan farklıdır. Mustafa Kemal’in de kadrosundadır ama bazı farklılıklar söz konusudur, liberal bir yapısı olduğu söylenir. İsyan başladığında Okyar Hükümeti hemen önlemler alır, o dönem Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur, mecliste de yer almaktadır. Türkiye, o kısa dönemde aslında çok partili bir zaman diliminde bulunmaktadır. Muhalefette yer alan isimler, Mustafa Kemal ile birlikte hareket eden, ancak savaş sonrası iş yapış şeklinde ve yönetim tarzında ayrı düşen arkadaşlarından oluşmuştur, çünkü Mustafa Kemal Lozan öncesinde ve sonrasında artık tek adam rejimini gündeme getirmiştir. “Herkes benim emrimi dinlemek durumundadır, benim verdiğim emri yapmalıdır!” der. Bu hususu kitabında Halide Edip de çok açık belirtir “ben de mi paşam?” der, “evet siz de benim emrimde olacaksınız!” der. Tek adama rejimine doğru kristalleşmenin olduğu bir meclistir, tek parti tek şef rejimi istenmektedir. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası içinde iki grubun varlığını söylemeliyiz. Bir mutediller, ılımlılar vardır, bir de müfritler, aşırılar… Aşırılar Fethi Okyar’a tahammül edememektedir, arkalarında Mustafa Kemal ve İsmet İnönü bulunmaktadır. Başbakanlık Fethi Bey’e verilirken İsmet İnönü başbakanlıktan ayrılmasına karşın, parti genel başkan vekilliğini bırakmamıştır. Okyar hükümetinde, kendisine muhalif olan aşırı -müfrit gruba mensup bakanlarda yer almaktadır. Meclis yenilenmesine karşın mecliste istediği yapıyı kuramayan muhalefete engele olamayan Gazi Paşa, isyan öncesi dönemde meclisteki muhalefeti dengelemek, muhalefetin gazını almak için Fethi Okyar’ı Başbakanlığa getirilmiştir. Mecliste silahlı gezmeleri nedeniyle kendilerine ‘müfreze’ denilen aşırı tutumlarıyla bilinen milletvekilleri, (bunlara “silahendaz” milletvekilleri de denir) Fethi Okyar’ın isyana yönelik aldığı önlemleri yeterli bulmamışlar, Okyar’a karşı tepkilerini artırmışlardır. Aslında Fethi Okyar da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da, Cumhuriyet Fırkasının ılımlıları da Kürtlerle olan ittifakın bozulmasından hiç rahatsız değillerdir, sert tedbirlerin alınmasında ortaktırlar. Farklılık sert önemelerin bölgesel olması gerektiği, önlemlerin ve tüm Türkiye’ye uygulanmaması gerektiği üzerinedir. Şunun farkındadırlar bu önlemeler tüm ülkeye uygulanırsa muhalefet tasfiye edecektir. Fethi Bey hükümeti bölgede sıkıyönetim ilan edilmiştir, Vatana İhanet Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır, birlikler sevk edilmiştir, ama bunlar müfritleri aşırıcıları tatmin etmez, yetmez, tüm ülkede daha sert tedbirlerin alınması, yok edilmeleri istenir. 

Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve onun çevresindekiler devlet şiddeti uygulanması (aynen bu kelime kullanılıyor), gerektiğini söyler ve isterler. Bunun sonucu, Fethi Okyar başbakanlıktan indirilir, İsmet İnönü’nün tekrar başbakanlığa getirilmesi sağlanır. İşte İsmet Paşa’nın kurduğu bu hükümet, “Takrir-i Sükûn” Kanunu’nu çıkarmıştır. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ve kendilerini destekleyen vekiller, “Takrir-i Sükûn” kanunu ile ülkede mezar sessizliği istenmektedir. Hiçbir farklı ses ve muhalefet istenmemektedir. Nitekim bütün muhalif unsurlar, soldan sağa tek adam rejimine, tek parti rejimine muhalif olan tüm unsurlar baskı denetim altına alınır. Önlemler sadece ayaklanma bölgesini değil tüm ülkeyi kapsar. Ayaklanma bölgesinde uçakların kullanılması da gündeme getirilir, kullanılsın mı kullanılmasın mı, nasıl kullanılsın? Bu hususta, iki hükümet arasındaki tartışmalar içerisindedir.

“Takrir-i Sükûn’la” birlikte, “Türkiye’de sadece rejimi övmeye müsaade edilecektir” denir. Hiçbir muhalif ses çıkarılmaz, Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ki içinde Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Adıvar çifti ve pek çok birinci meclisin en önemli isimleri…

ÖM: Ali Fuat Cebesoy 

AB: Evet, yeni Türkiye’nin oluşumunda çok katkıda bulunan paşalar ve Mustafa Kemal’in olmazsa olmazları, asıl kurucu isimler tasfiye edilmeye başlanır. Sosyalistlerde, sol- sağ tüm muhalefet de aynı şekilde baskı altına alınır. Nasıl bir sessizlik istendiğini, Birinci Meclis’in feshi edilmesi sürecinde Mustafa Kemal, gazeteci İsmail Habib’e şöyle açıklar:“kız gibi bir meclis istiyorum” der. Dolayısıyla 1919-20’de kurulan ittifaklar bozulur, özellikle Kürt ittifakı bozulur, ittifak politikaları yerine Türkleştirme, asimilasyoncu politikalar uygulanmaya başlar. 

Şimdi alınan önlemlerin özellikle ekonomik tarafına değinmek istiyorum. Türkiye’nin ilk resmi bütçesi 1924 yılında yapıldı, ilk resmi bütçeden sonra yapılan 1925 yılı bütçesine baktığımızda, bütçe harcamalarında en büyük payın müdafaa-i milliye vekaletine ait olduğunu görüyoruz, yani savunma bakanlığı bütçesine. Bu durum uzun yıllar boyunca devam eder, hatta genel bütçe içindeki payı %30’lara çıkar, 29 buhranı nedeniyle en fazla %20’ler seviyesine geriler. Zaten 1923 sonrası izlenen ekonomi politikası müdafaa -savunma ekonomisi niteliğindedir. Savunma harcamalarına çok ciddi kaynak ayrılmıştır, bunun nedeni de çok açıktır bellidir. 1925’le 38 arasında Kürt meselesine ilişkin ayaklanma olsun olmasın tenkil tedip etme yani terbiye etme ve tepelemek için, yani bölgeyiKürtleri dize getirmek için sayısız askerî harekât yapılmıştır. Türkiye bir dış güçlerle savaşışta değildir ama içerde sürekli askeri harekatlar içindedir.Tüm bu işler para demektir, muazzam bir para harcanmıştır. Nitekim Başbakan İnönü, 1933 yılında cumhuriyetin 10.yılı münasebetiyle Kadro dergisine gönderdiği bu hususu çok açık bir şekilde belirtir. Der ki; “fırkamızın devletçilik vasfı, iktisatta devletçilik siyaseti bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi.” Yani uygulanan iktisadi devletçilik politikası savunmaya, iç savunmaya ordunun ve jandarmanın insan ve silah olarak tahkim edilmesidir. 

Bu vesile ile 1925 bütçe rakamlarına baktım, 1925 bütçesi ciddi bir açık bütçesi olarak karşımıza çıkıyor. Bütçe açığının gelir ve gider farkının nedeninin, Şeyh Sait ayaklanması ve Takrir-i Sükûn’un hayata geçirilmesi nedeniyle harcanan kaynaklar olduğunu anlıyoruz. İlhan Tekeli ve Selim İlkin hocalar, Müller raporuna dayanarak, açığın %60’lar seviyesinde olduğunu söylemektedir. Açık veren bütçenin temel nedeni iç savunma harcamalarıdır. Şeyh Sait isyanı öncesi ve sonrasında ne kadar kaynak harcandığını gerçek manada bilmiyoruz. Maalesef bilgi devlette olduğu için, iktisatçılar ve maliyeciler olarak meselenin bu tarafını yeterince gördüğümüzü söyleyemeyiz. Daha çok yabancı kaynaklara dayanarak bazı rakamlar verilmektedir. Bu konuda çok değerli yayanılar yapan “İstiklal Mahkemeleri “kitabında Ergun Aybars Hoca ve “Tek Parti Rejiminin Kuruluşu” kitabında Mete Tuncay hocamız, Şeyh Sait ayaklanmasına harcanan kaynağın 20 milyon Sterlin yaklaşık 60 milyon lira olduğu belirtmektedirler. 1925 bütçesinin gelir rakamının 170 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa ne kadar büyük bir açık olduğunu anlamış oluruz. Ayrıca insan kaybının 15-20 bin civarında olduğu belirtilmektedir. Tabii ki sonraki yıllardaki mali ve insani kayıpları düşündüğümüzde korkunç bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz ortadadır Milli mücadele- kurtuluş savaşı dediğimiz Yunan kuvvetleriyle yapılan savaşta şehit sayısının (yazar Sabahattin Selek ‘e göre) 5500 olduğunu göz önünde bulundurulursa durumun vahameti ortaya çıkmaktadır. Şunu da ilave edeyi Türkiye’nin milli gelirinin 846 milyon TL olduğu hesaplanmıştır. 

Şimdi bu aşamada bugün yaşadıklarımıza baktığımızda şunu bilhassa belirtmekte fayda var: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mustafa Kemal’in görüşlerinden, yaklaşımlarından haz etmediği aşikârdır ama Kürt meselesinde esas aldığı politika ve yöntemlerde benzerlik olduğu da görülmektedir. Hem Kürtleri hem de muhalefeti sindirmek ve otoriter rejim kurmak ve bu rejimi uzun süre sürdürmek için benzer politikalar uygulaya gelinmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan ikinci Dünya savaşına kadar, isyana dayanan dayanmayan bölgenin ve Kürtlerin denetim altına alınması için 17 askeri harekât yapılmıştır. 15 yıl sürekli kaynayan bir sorun, 38 sonrası derin bir sessizlik. 1984’ten sonraki gelişmelere biz şahidiz, gazeteci ve yayıncı olarak gözümüzün önünde cereyan eden olaylardır.

İlk meclisin ve kurucu iradenin başlangıçta Kürtlerle ittifak kurması, yerel özerklikler vermeye razı olması gibi süreçlerden “Takriri Sükuna” gelmesine benzer durum, günümüz iktidarı içinde geçerlidir, mevcut iktidar açılım ve çözüm süreci gibi deneyimlerden geçtikten sonra bugün adeta 2. Takrir-i Sükûn’un dönemine gelmiş bulunmaktadır. Takrir-i Sükûn demek muhalefetin zerresine tahammül edememek demek, Kürt siyasi hareketinin silinmesi, silikleştirilmesi, varlığına tahammül edilememesi demektir. 6 milyon insanın oy verdiği partinin tasfiyesine dönük önlemlerin alınması ile birlikte bunları “itlaf edelim” diyen bir iktidar ortağı da bulunmaktadır. O dönemin CHP’sindeki aşırıların, müfritlerin söylediği gibi. Aydınlanmayan çok katliamlara sahip bir ülkeyiz, Gara katliamı, Roboski, Bingöl katliamı gibi niceleri. Gara harekâtı ve katliamı sonrasında siyasi denklemden HDP’nin çıkarılması ile karşı karşıya olmak aslında genel muhalefetin de ezilmesi ve susturulmasıdır. 

ÖM: Ben de bu noktada bir şey söyleyebilir miyim? 

AB: Buyurun lütfen. 

ÖM: Mete Tunçay’ın ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ adlı kitabı 1981’de pek çok yerde de alıntılanmakta, önemli bir araştırma. Orada şunu söylüyor, yani görebildiğim kadarıyla Takrir-i Sükûn kanunuyla bütün muhalefetin susturulduğu, bütün karşı hareketlerin bastırıldığı, on binlerce kişinin tutuklandığı ve binlerce kişinin de idam edildiği gibi yüksek bir bilanço sizin de biraz önce söylediğiniz gibi. Şöyle “tam bir devlet terörü uygulanır” diyor Takrir-i Sükûn kanunu döneminde. Terim bu yani, “tam bir devlet terörü ve başta Mustafa Kemal’in Anadolu hareketine katılmasını isteyenler, onu ordu müfettişi olarak atayanlar, İstanbul’dan alıp Erzurum’a kadar getirenler olmak üzere eski karakol teşkilatı, Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri ve onların yakınlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli bir kısmı idam edilir, sürülür, politika dışı bırakılır. Bu arada milli amaçlar için kanunlar üzerine çıkmak da artık genel bir davranış tarzı olmuştur” diyor. Dietrich Jung ve Wolgang Piccoli’nin de ‘Yol ayrımında Türkiye’ adlı kitabında ayrıntılı ve kapsamlı bilgiler var. Bunlara da bakmak gerekir herhalde. 

AB: Okumak isteyenler için Mete Bey’in kitabın çok önemlidir, bende de 1981 baskısı var, bir baş yapıttır, çok şeyi ilk o kitaptan öğrendim. Gözümün önündeki perdeyi kaldıran kitaptır. İsmail Göldaş’ın ‘Takrir-i Sükûn Görüşmeleri’ni de tavsiye ederim, Mahmut Goloğlu’nun, Ergun Aybars’ın, Ahmet Demirel’in, İsmail Beşikçi’nin kitaplarını da, sonraki yıllarda yayınlanan pek çok çalışma vardır, aynı zamanda pek çok anı kitaplarında bu olayların arkasını bilinmeyenlerini görmek, çıkartmak mümkün. Artık eskisi gibi değil 

Bugün muhalefetin dikkat etmesi gereken husus, HDP üzerindeki operasyona nasıl vaziyet alacaklarıdır. Görünen şu, yani HDP parametresi denklemden çıkarıldığı zaman güçlü bir muhalefet denklemi ortada kalmıyor. Aliyev’in muhalefeti gibi bir muhalefet olmak istiyorlarsa elbette devam edebilirler, müsaadeye mazhar muhalefet olabilirler. 

Sonraki yıllarda hem siyasette hem de 29 ekonomik bunalımı nedeniyle ülkede ciddi sıkıntılar başladı tek parti olan CHP içini de etkiledi. Paris’te elçi olan Fethi Okyar’ı yine çağırdı Mustafa Kemal, Serbest Fırka’yı kurdurdu, kendi yakın arkadaşlarını, hatta kız kardeşini bile yeni partiye üye yaptı, insanlar akın akın yeni partiye aktı, muhalefet yükseldi, serbest bir seçim olsa Mustafa Kemal ve CHP muhtemelen kaybedecek ve tek parti rejimi değişecekti Kemal Paşa bunları görünce kapattı partiyi dağıttı, resmen oynadı, Fethi Okyar tekrar Paris’e gitti. Muhalefetsizlik çok kötü bir şey, sonraları, hükümeti eleştirsin diye CHP içinde parti yönetiminin isteği ile müstakil gruplar oluşturdular ‘lütfen bizi eleştirin ’ diye ! 

Tek parti, tek şef, tek adam deneyimlerine baktığımızda şunu görüyoruz, otoriterlik ve diktatörlük için Kürt meselesi derinleştiriliyor. Bugün ülkede bir otoriter rejim söz konusu, bu otoriter rejim yeni bir üst platoya sıçramak istiyor, sıçrayacağı rejimin adını herkes biliyor, işte bu rejimde muhalefet de olmuyor. 1925 Takrir-i Sükûn uygulaması, 2016 darbe girişimi nedeniyle çıkarılan olağanüstü hâl uygulamasından sertlik derecesi daha ileri bir uygulamadır. Mahkemelerin idam yetkisi vardır, kararları mecliste onaylanmadan insanları asabilmektedirler. Nitekim binlerce insanın asıldığı söylenir ama idam edilenlerin gerçek rakamlarını da bilmiyoruz, Ergun Aybars hocanın kitabında bazı bilgiler var ama resmi devlet kayıtlarını bilmiyoruz. 1925 Şeyh Sait isyanı nedeniyle kurulan İstiklal Mahkemeleri 2 sene sürmüştür. “Takriri Sükûn” kanunu 2 Mart 1927’de sona ermiştir. Ama bu kanun, son OHAL gibi Türkiye’nin rejimine “Takrir-i Sükûn” işlemiştir. 1950’ye kadar bir şekilde devam eder. 

Günümüzün muktedirleri olağanüstü laflar edebiliyorlar, kararlar alabiliyorlar, mazlumlara, hapishanede bulunan Osman Kavala’ya, iktisatçı Ayşe Buğra’ya, Üstün Ergüder hocaya laf edebiliyorlar. Ancak önceki muktedirlerin yaşadıklarından ders almak lazım. Özellikle salık vereceğim bir isim var. Ankara İstiklal mahkemesinin meşhur reisi, 3 Ali’ler mahkemesinin reisi, Kel Ali lâkaplı, Ali Çetinkaya’nın hayatına bakmalarını tavsiye ederim. O kadar insanı asmıştır ki suçsuz bir şekilde, bunlardan biriside Cavit Bey’dir, Kel Ali sonraki hayatında çok yalnız kalmıştır. Bir geceyi anlatayım -onunla da programı bitireyim- 1927 yılında Ankara Palas’ta verilen bir balodayız, Mustafa Kemal artık kararını vermiştir, “Takrir-i Sükûn’ü” kaldıracaktır, insanlar neşeyle eğlenmektedir, mahkeme üyeleri de eğlenmektedir. Baloda kulaktan kulağa “Gazi Takrir-i Sükûn kaldırdı” lafları dolaşır, duyar duymaz şaşkınlıkla koşar Kel Ali, “Paşam ne yapıyorsunuz? Neden kaldırıyorsunuz?” der. Gazi Paşa; “Ali Bey, ben kurdum, ben kaldırıyorum. Beyefendiye yolu gösterin!” der. Kapıda hediye bir otomobil bulunmaktadır, bir şoförle evlerine gönderilir mahkeme üyeleri. Başta Kel Ali olmak üzere mahkeme üyeleri şoktadır. Sonraki hayatında astırdığı insanların yüzleri gözünün önüne hep gelir, geceleri uyuyamamaktadır, sanrılarla yaşar. Bu nedenle muktedir olmak her daim devam etmiyor, muktedirken mazlumların üzerine gitmenin sonrasını düşünmek, insanları tahkir etmemek gerekiyor. Tarihin bazı dönemeçlerinde neler yaşandığına bakmak öğretici oluyor... Herhalde vaktimiz doldu? Özdeş soracağın bir şey yok mu?

ÖM: Evet doldu, çok teşekkürler. Haftaya da devamını konuşmak üzere diyelim.

AB: Peki, Takrir-i Sükûn’un sona erişine ilişkin Başbakan İnönü’nün bir konuşması vardır bitişle ilgili. Vaktimiz olursa gelecek hafta ona da değiniriz. İyi yayınlar!

ÖM: Peki çok teşekkürler.

ÖÖ: Görüşmek üzere.