“Dünyada yüksek borçla otokrasiyi gerçekleştirmiş yegâne ülkeyiz”

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı. 

Ekonomi Politik: 8 Mart 2021
 

Ekonomi Politik: 8 Mart 2021

podcast servisi: iTunes / RSS

(9 Mart 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

AB: Günaydın, iyi yayınlar! Tüm dinleyenlerimizin, tüm kadınların 8 Mart emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyorum. Siz sanıyorum ilk 1 saatte bu konuda yoğun bir program yaptınız, o nedenle diğer gündemlere geçelim. 

ÖM: Evet lütfen, takip edeceğiz, bütün hata boyunca da bu Kadınlar Günü ile ilgili çeşitli haberleri vermeye ve bununla ilgili bazı şarkıları çalmaya gayret edeceğiz. Genel gidişat konusu da çok büyük önem taşıyor tabii hem ekonomik olarak hem de pandemide büyüme rakamlarında filan. İsterseniz onlarla başlayalım?

AB: Evet, geçen hafta bir hukuk reformu paketi açıklandı, bu hafta da ekonomide reform paketi açıklanacakmış. Gördünüz mü bilmiyorum Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu açıklanan hukuk reformuna ilişkin “yıldızları tarif eden bir eylem planı değil ama o yıldızlara ulaşmamızı sağlayacak bir eylem planı” demiş. 

ÖM: Ve “devrim” dedi. 

AB: Hukuk reformu denilen şeyin anlamsızlığı üzerine geçen hafta gerekli değerlendirmeler yapıldı. Bu hafta da ekonomik reform paketi denilen paket bakalım nasıl açıklanacak? Bakacağız, farklı olmayacak. Esas üstünde durmak istediğim ekonomik büyüme rakamları. Konuya ilişkin pek çok dikkatli yayın yapıldı, Prof. Dr. Mustafa Durmuş bir makale yayınladı, eski DPT bürokratlarından Zafer Yükseler arkadaşımız büyüme rakamlarımdaki gariplikleri teknik olarak açıkladı, Korkut Boratav Hoca, gazeteci dostum Alaattin Aktaş, Mahfi Eğilmez gibi bürokraside ve akademide deneyimleri olan arkadaşlar 2020 iktisadi büyümesini analiz ettiler. * 2020 yılının son çeyreğinde özellikle hizmetler sektörümdeki büyüme rakamının yanlışlığı vurgulandı. Son çeyrekteki büyüme rakamlarının en kibar şekilde “hatalı” olduğu söyleniyor. Hizmetler sektöründe gerilemenin olduğu, istihdamın düştüğü bir ortamda böyle bir büyüme rakamının ortaya konmasının yanlışlığı vurgulanıyor. 

Uzun yıllardır, “ülke hukuk devleti olmaktan çıktı, hukukun olmadığı yerde veri ve bilgi güvenliği yoktur” diyen bir kişi olarak açıklanan iktisadi 2020 büyüme verilerine de böyle bakıyorum. TÜİK de son zamanlarda yaşanan başkan atamaları da durumu özetliyor. Tüm bunlar veri ve bilgi güvenliğinin Türkiye’de olmadığının tekrar altını çizmemizi gerektiriyor. Yapılan yayınlarda ortaklaşan en önemli husus: Böyle bir büyümenin olması için yüksek verimlilik artışının olması ve bilhassa emek verimliliğinin artması lazım. Bunu göremiyoruz. 2020 ekonomik büyüme rakamlarında da çok ciddi problemlerin görüldüğünü hatalı olduğunu söylemek mümkün. 

Türkiye ekonomisi dışa bağımlı bir ekonomi, 1989 yılında sermaye hareketlerini serbest bıraktığımız dönemden bu yana 30 yılı aşkın bir süre geçti. Türkiye dış sermaye hesaplarını serbestleştirdi. Geçen bu dönemde Türkiye ekonomisinin aktivitesi, büyümesi performansı dışarıdan gelecek kaynaklara bağlı olarak gelişti. Bu kaynaklar iki yolla oluyor, doğrudan yatırım dediğimiz fiziki yatırımlarla yabancı sermaye gelebiliyor ve Türkiye ekonomisi ona göre büyüyor, aktivite kazanıyor. Bir de tahvillere, bonolara, borsaya, menkul kıymetlere yatırım yaparak gelebiliyor, üçüncüsü borç olarak gelebiliyor. Bu serbesti AKP döneminde daha da genişledi. Devletin, bankaların borçlanmasına ilaveten şirketlerin borçlanması da eklendi. Böylelikle muazzam bir borç stoku oluştu. Hem iç hem de dış borç rakamı 7.5 trilyona ulaşmış durumda. Bu borç denizi içerisinde bulunan Türkiye’nin durumu, uluslararası piyasalardaki vaziyet değişince, yani borç aldığımız, tahvil sattığımız, ihraç ettiğimiz -piyasalardaki faiz oranları değişince, daha zora girmiş bulunuyor. 

2007-2008 krizinden sonra çok miktarda rezerv para olan Dolar ve Euro merkez bankaları tarafından ekonomiye enjekte edildi, ekonomilerin durgunluktan çıkması, canlanması için yapıldı bunlar, ardından Covid etkisini gidermek içinde bu uygulama devam etti. Gelişmiş ülke faizleri bu nedenle negatifteydi, sıfırdaydı. Böyle durumlarda gelişmekte olan ülkeler dediğimiz Türkiye’nin içinde yer aldığı ülkeler bayram yapıyor, çünkü bu ekonomiler yüksek faizler vererek bu kaynaklara ulaşabiliyorlar. Gelişmiş ülkelerdeki paranın bir kısmı bizim gibi ülkelere geliyordu, bu ülkelerde hükümetler borç olarak gelen bu kaynağı değerlendiriyordu. Bizim hükümetimiz aldığı borçları döviz arttırıcı alanlara, teknolojiyi yükselten ve üreten alanlara değil, dere yatağında TOKİ inşaatları yaparak değerlendirdi. 

Aslında sonuçta borçlanma sistematiği uluslararası sistemik bir sorun. IMF baş ekonomisti Kenneth Rogoff vardı, Rogoff IMF ‘den sonra üniversiteye geçti, bildiğim kadarıyla Harvard’da. Yıllar önce yine yeni bir kriz dalgası yaşandığında “bu seferde farklı değil” adlı bir makale yazdı. Sistemik borçlanama sorunlarına, serbesti, sermaye girişleri sonrasında kriz döngüsüne işaret eden bir makale idi. Geçen 30 yılda pek çok kez bu döngünün yarattığı krizlere muhatap olan bir ülkeyiz. Aslında mesele uluslararası finansal düzenin bir sorunu, sistemik bir sorun ama bu sistemik soruna karşı hükümetler doğru önlemler almak durumundalar. AKP hükümetleri doğru politikaları tercih etmedi. Borçla elde edilen kaynakları döviz kazandıran alanlardan ziyade ağırlıklı konut ve inşaat alanlarına yatırdı. Aldığınız borcu ödeyecek büyüklükler yaratacak verimli alanlar değildi. Yarattığınız değer borçtan yüksekse borcu ödeme kabiliyetiniz olabiliyor, aldığınız borçlar bir işe yarayabiliyor. Nitekim Rogoff bu meseleyi birkaç kez vurguladı, Nobel ödüllü iktisatçı Jossef Stiglitz’ de meselenin üzerinde eskiden beri duran bir kişidir. 

Gelişmekte olan ülkelerin uluslararası kaynaklara mahkûm olması aynı zamanda hükümetlerin bu borçları yanlış yerlere mobilize etmesiyle, yanlış para ve kur politikaları uygulaması ile birlikte düğümlenince kriz kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl çıkıyor? Gelişmiş olan ülkeler faizleri arttırınca bu paraların Türkiye gibi ülkelere gelişi zorlaşıyor. Daha yüksek faiz vermek durumundasınız, bir süre sonra borç verenler daha yüksek faizi de kabul etmiyor, çünkü bu ülkeler borç ödeme kabiliyetini yitirmeye başlıyorlar, döviz rezervleri yetersiz olmaya başlıyor, borçlanma imkânı kalmayınca da ülkeler bunalım yaşıyorlar. ABD tahvillerinde faizlerin yükselmesiyle, Biden’ın krize, salgına çözüm getirmeyi amaçlayan, toplumsal katmanları destekleyecek paketi, 2 trilyon Dolar’a yakın bir paket kongreden geçince, enflasyonun yükseleceğinin görülmesi, ki istenen ABD Merkez Bankası’nın göğüsleyebileceği bir durum olarak belirginleşmesi, uzun süredir yapılan parasal genişlemenin daralacağı sinyali, faizlerinde yükseleceği görülür görülmez, sarsıntı içinde bulunan Türkiye’de döviz kurları etkilemeye başladı. Bu etkileşim zaten bunalım içerisinde bulunan ekonomiyi daha da altüst ediyor. 

Sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı rejimlerde aldığınız borçları daha iyi alanlara yönlendirebiliyorsanız döviz kazanma kapasitesini artıran yüksek teknoloji ihtiva eden sektörlerde yoğunlaşmışsa aldığınız borçlar, streslerden, bunalımlardan, dış etkilerden korunabilme olanağınız olabiliyor. Çünkü ülke olarak rezerv paraya sahip değilsiniz, borçlanmanızı kendi paranızla yapamıyorsunuz, makro ekonomik sorunlarınız stabil bile olsa uluslararası piyasalardan borçlanırken, o ülkelerin faizlerinin üzerinde faiz vererek borçlanmak durumundasınız. Gelişmekte olan ülkeler, sistemik olarak kurgulanan bu düzenden daha başlangıçta olumsuz etkileniyor ama üstüne üstlük yöneticileriniz para-kur politikalarını çok kötü yönetiyorlar, gelen borçları çok kötü bir şekilde verimsiz alanlara mobilize ediyorlar. 

Üstelik damat/kayınpeder iktisadı dediğimiz bir anlayış var ki sormayın gitsin, enflasyonun sebebi faizdir önermesi üzerine kurulu ekonomi yönetiminden söz ediyorum. Bu yaklaşım, geçmişe intikal eden iktisatçıları mezarlarında ters döndürdü “acaba iktisatta yeni bir alan mı kazanılıyor?” diye. Elbette böyle bir argüman üzerinde para ve kur politikanızı sürdürmeye çalışırsanız kırılganlık boyutu daha da yükseliyor. Aldığınız borçları çok yanlış yönlendirdiniz, ikincisi “enflasyonun sebebi faizdir” yaklaşımına göre kurulu dayatmacı politikalar izlettirdiniz. Sonuçta tüm bunlar vahim bir ortama sürüklenmemize sebebiyet verdi. Zaten başlangıçta masaya gelişmekte olan ülkeler bu sistemde eksi oturuyorlar, daha yüksek faiz vererek başlıyorlar. Bu akış kesildiğinde üstüne üstlük yanlış politikaları da uygulayınca durum bunalım oluyor. 

 Bizim gibi ülkeler kendilerini finanse edecek iç tasarrufları az olan, yeterli olmayan ülkeler, tasarrufları kıt olan bu ülkelerdir. Bu vesile ile Güngör Uras’ı da analım, onun yazılarında kullandığı ‘Ayşe teyze’ benzetmesi vardı. Türkiye; Japon, Norveçli, dünyanın başka ülkelerinin Ayşe teyzelerinin bağlı olduğu emeklilik şirketlerinden aldığı borçlarla, tahvillerle ekonomisini finanse eder, yani dış tasarruflara bağlıdır. Borçlanma piyasalarında dış tasarrufların büyük bir bölümü emeklilik fonlarıdır. Dışa açık ekonomilerde sermaye hesabının doğru yönetilmesi çok önemlidir. Borç vadelerinizin süresi çok önemlidir, hem iç hem dış borçlarınızın yönetmesi zordur ve ehil ellerde olmalıdır. Kısa vadeli sermaye girişlerini düzenleyecek uluslararası çapta bir mekanizma, tedbir maalesef yok. Ülke deneyimlerine baktığımızda 1997’krizinde Malezya’da Başkan Mahatter’in uyguladığı kısıtlama- normalleşme- tekrar açma gibi sermaye hareketleri politikaları uygulandı. Siyasetten bağımsız, ehil merkez bankalarına ihtiyaç bu nedenle vardır. Dışa açık sermaye hesapları olan ekonomilerde merkez bankalarının önemi bundandır. Sermaye hesaplarına giriş çıkışlara uyumlu doğru para ve kur politikaları uygulanmalıdır. Bunlar gerçekleşmediği zamanlarda sermaye akımları kesilir, Türkiye, borcun damlasına muhtaç bir halde, çünkü eksi rezervlerde. Döviz rezervlerinde olduğu gibi demokrasimiz de ekside. Mülkiyetle ilgili hususlar problemli kapitalist dünyanın önem verdiği mülkiyet hakkı gibi durumlarda otokrasinin hakimiyeti altına geçmiş durumda. Dünyada yüksek borçla otokrasiyi gerçekleştirmiş yegâne ülkeyiz. Diktatörlüklerin ve otokrasilerin dayandığı kaynaklar, petrol, doğalgaz, altın, bakır gibi rezervlere sahip olduklarını görürüz. Türkiye otokrasiyi uluslararası piyasalardan aldığı borçlarla gerçekleştirdi. Aslında borçla kurulan rejim ekonomisi kadar kırılgan. Rahip Bronson olayında olduğu gibi Trump’tan “ekonomini mahvederim!” tweeti gelince tepe taklak oluverdik. Covid’de Türkiye, turizm gelirlerinin %67’sini kaybetmiş bir ülke, ki 35 milyar Dolar hasıla sağlayan bir ülkeydi. 

ÖM: Ben bir de şeyden bir iki cümleyle bahsetmek istiyorum. Prof. Dr. Mustafa Durmuş T24’te önemli gördüğüm anlayabildiğim kadarıyla bir yazı yazdı 7 Mart tarihli. 

AB: Evet çok iyi bir makale.

ÖM: ‘Covid19 salgınının ikinci yılında Türkiye ekonomisi gerçekler ve algı yönetimi’ başlığını taşıyor. Yani “ülkenin hukuk, özgürlükler ve demokrasi anlamındaki notunu 3 alanda 18 yıl öncesinin altında olduğu gibi ekonomisi 2001 krizinden çok daha kırılgan ve krizlere çok daha eğilimli bir hale geldi. Yani işsizlik ve yoksulluk daha önce görülmemiş boyutlara erişirken toplumun çok küçük bir kesimini oluşturan özellikle de yeni türedi zenginler ortaya çıktı. Alınan her önemli karar ve yapılan her büyük ihale artık bu az sayıda dolar milyarderi zenginin etkisi altında gerçekleşiyor.” Büyüme rakamlarını vermiş, büyük bir gerileme var, ayrıca halkın yoksulluğunun da 2013 yılından bu yana arttığını rakamlarla gösteriyor. Yani “sadece 2006 yılında en kötüsü yaşanmış, bundan kötüsü şu anda da kişi başına milli gelir 2006’dan sonra orada 7,906 dolar iken şimdi de 8,599 dolarda kaldı” diyor. Önemli bir şeye işaret ediyor, 3 büyük kriz yani “borç krizi, devlet mali krizi ve bir bankacılık kriziyle karşı karşıya kalabiliriz” diyor. Biraz karamsarlık veren bir yazı insana ve “bu gelişmelerin sonucunda da giderek daha da otoriter bir karaktere bürünen rejim başta iktisadi kriz olmak üzere ülkenin karşı karşıya bulunduğu çoklu krizlerinden çıkabilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor” diyor. Sadece sizin söylediklerinizi takviye edecek gibi geldi, onun için özetleme gereği duydum. 

AB: Prof. Dr. Mustafa Durmuş yazılarının takip edilmesi gereken bir arkadaşımızdır, kendisini de tanırım. Güzel bir yazı, tabloyu bütünüyle ortaya koyuyor, daha önceki yazıları da, dizi halinde yazdığı yazılar da çok iyi. Zamanımız olsa kendisini de programa davet etmek isterim. Türkiye ekonomisinin mevcut durumuna ilişkin ciddi yayınlar yapılıyor, duayen hocalarımız, bizim kuşak, bizden sonraki kuşak içinde bulunduğumuz durumun vahametini ortaya koyuyorlar. Mustafa’nın da diğer arkadaşların da işaret ettiği borçluluk oranımızın da önceki dönemlerde bir farkı var 2001’de özel sektör borçluluğu yoktu, kamu borçluydu. Bugün borçların %70’i özel şirketler, hane halkı ve kişisel borçlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’de hane halklarının %77’sinin tüketici, kredi kartı, konut, taşıt, ihtiyaç, vs. borcu bulunuyor 24 milyon hanenin %77’si, dolayısıyla vahim bir durumdayız. 

Geçen sene Türkiye’den 1050 yabancı şirket ayrılmış gitmiş, kapatmış dükkanı! Şimdi geçen sene gelen doğrudan yatırım kalemi 4,6 milyar dolar,bunun 4,4 milyar doları ne biliyor musunuz? Konut alımı. Yabancıya vatandaşlık satıyoruz! Vatandaşlık satmanın bedeli 1 milyon Dolar idi, sonra 250 bin dolara indi. İnşaat şirketleri promosyon yapıyor konutu benden alırsan “vatandaşlık geçme prosedürünü izlemek ve masrafı da benden!” Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı istatistiklerinden aktarıyorum 4,6 milyar dolar giriş var, 4.4’ü konut satışı

Şimdi bu durumda bir ülkeyiz. 2001 krizinde, en fazla kamu bankaları kamunun borçları vardı özel bankacılığın hortumları vardı. Bugün finans dışı şirketlerin borçluluk oranı çok yüksek. Dolayısıyla zombi şirketler bilançoda ‘yüzdürülen’ diye tabir edilen şirketler var. Onlara bir çözüm bile bulunamıyor çünkü kaynak yok. 2001 krizi AKP’yi yarattı, çünkü o dönemin ağır önlemleri merkezde bulunan partileri tasfiye etti. Benzer döngü tekrar ediyor. Şimdi rüzgâr çok ters yönde esiyor. Üstelik damat ilişkisiyle süren birebir görüşülen Trump’ta yok, yeni Biden yönetimiyle aran yok. Uluslararası piyasalardan kaynak akışını sağlayabilecek dış politikada duruşunda yok, sürekli problem içerisindesin, faizrüzgarları da ters esiyor. Son zamanlarda, iki ortağın Bahçeli-Erdoğan’ın sık sık görüşmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. 

Son zamanlarda AB ve ABD ile arayı düzeltme çabaları görülüyor ama ne kadar yeterli olacak göreceğiz. AB’ye neler söylüyordu Erdoğan? “Türkiye Avrupa’ya muhtaç değildir!” diyordu. “Ey Avrupa siz faşistsiniz! siz gerçek manada Nazizmin halkasısınız!” diyordu. Geçen hafta bakıyoruz, hem Merkel’le hem Sarkozy’le görüşmeler yapılıyor. Batı ile ilişkiler tamir edilebilir mi? Zor tabii, artık rejim ve hukuksuzluk ve insan hakkı ihlalleri gündemde. Ülkede, otokratik rejimin en büyük güvencesi sahip olduğu mahkemeler.Yargı sizinse rejimi sürdürebiliyorsunuz. 

Son olarak değineceğim husus HDP kapatılması ve fezlekeler. Muhalefetin HDP ve fezlekeler üzerinde gösterdiği, dokunulmazlığın kaldırılması üzerine gösterdiği performansı önemli bulduğumu belirtmeliyim. Çünkü muhalefet, 2016’daki milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasından bu yana, çokça 4’lü iktidarla ortaklaşan politikalar izledi, ki biz bu programlarda bu tutumu yanlış bulduğumuzu belirtip eleştirmiştik. TBMM ‘de, HDP dışlanarak sergilen 4’lü tavır almak yanlıştı, ana muhalefetin ‘içimiz kan ağlaya, kan ağlaya’ diyerek Suriye tezkerelerine oy vermesini, dış meselelerde Doğu Akdeniz’de, Libya’da olduğu gibi ortak tavır almasını terk etmelerini dilemiştik. Güçlü bir parlamento ve demokrasi varmış gibi, 4’lü açıklamalar, duruşlar doğru siyaset değildi. Bu tutum dokunulmazlıklarla başladı, Yenikapı ruhuyla devam etti, muhalefet olarak iktidardan farklı düşünmeseniz bile, kendi tavrınızı ortaya koymak durumundasınız, nirengi olmak durumundasınız, kerteriz alınacak bir muhalefet olmak durumundasınız. Kerteriz alınacak bir muhalefet ittifakı olmalısınız ki Türkiye otokratik bu süreçten sıyrılabilsin. Önümüzdeki dönemlerde seçim meseleleri gündemimizde olacak ama iki tane kongre var, MHP kongresi bu hafta, ondan sonra da AKP kongresi var. Bu kongrelerin saray iktidarının bundan sonra nasıl yönelim içinde olacağına ilişkin ipuçları vereceğini düşünüyorum. 

ÖM: Süreyi de bitirmek üzereyiz. 

AB: Sonuç olarak çok gündemimizde sorun var, helikopter meselesi vardı onu artık biraz değinme şansımız, zamanımız var mı bilmiyorum. 

ÖM: Yok kalmadı maalesef ama.. HDP fezlekeleri konusunda da CHP ve İyi Parti’nin ilk kez farklı bir çizgi izlemekte olduğu görülüyor demişsiniz galiba?

AB: Evet, bundan sonraki sürecin nasıl gelişeceğini izleyeceğiz ama bugüne kadarki tutumlarından daha farklıydı geçen haftaki açıklamaları. 2016 ‘da iktidarla işbirliği yaparak milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılması hususu Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasi hayatındaki en tartışmalı kararıdır. Türkiye’nin bugünleri yaşamasına en büyük katkı dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verilmesi ile başladı. Kemal Bey geçenlerde bir açıklama yapmış, “doğru bir yargı düzeni olursa dokunulmazlığı kaldırırsınız ama bugün böyle bir hukuk düzeni yok, bağımsız yargı yok” diyor. 2016’da da doğru dürüst bağımsız yargı yoktu. 

ÖM: Evet.

AB: Söylendi, kendi partisinin içinden de söylendi. 

ÖM: Bunu konuşmaya devam edeceğiz. Süreyi bitirdik maalesef.

AB: Bitirdik, peki size iyi yayınlar!

ÖM: Çok teşekkürler, görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın!

ÖÖ: Görüşmek üzere.

AB: Hoşça kal Özdeş.

 

 

Kaynaklar:

https://zaferyukseler.blogspot.com/2021/03/ 

https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/covid-19-salgininin-ikinci-yilinda-turkiye-ekonomisi-gercekler-ve-algi-yonetimi,30129 

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/istihdam-duserken-buyume-nasil-oldu-1817482 

https://www.mahfiegilmez.com/2021/03/buyume-uzerine-baz-gozlemler.html 

https://www.dunya.com/kose-yazisi/tuik-buyuduk-vatandas-biz-mi/612776