Özellikle İstanbul Bienali çevresinde gelişen olaylar, kurum eleştirisini yeniden canlandırdı. Eleştiri yetisini ve –dolayısıyla– samimiyetle konuşma becerisini kaybetmiş bir toplumsallık içerisinde sessizliğe teslim olmuşken kültür sanat ortamında ortaya çıkan tartışma, demokratik ve adil bir birliktelik için çoklu konuşmanın zorunluluğuna işaret ediyor.
18. İstanbul Bienali ile ilgili olarak gelişen olaylar Argonotlar’da yayınlanan bir yazının girişinde kısaca şöyle özetleniyordu: “İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Bienali’nin 18. edisyonunun küratörünü belirlemek üzere toplanan danışma kurulunun oybirliğiyle Defne Ayas’ı seçmesine rağmen vakfın yönetim kurulunun, aynı zamanda danışma kurulunda da yer alan Iwona Blazwick’te karar kıldığını, danışma kurulundan üç ismin istifa ettiğini ve bunlara karşılık İKSV’nin konuya dair tatmin edici olmayan açıklamalarını geçen hafta önce The Art Newspaper ve ArtReview yayınlarından okuduk.” (1)
Olay aslında oldukça açık bir –kurumsal– sansür vakası olarak ele alınmalı. İKSV yönetimi kendi belirlediği danışma kurulunun seçtiği küratörü değiştirdi. Sansür vakalarında genellikle “hassasiyetler” vb. birtakım gerekçeler gösterilmesi âdetten iken İKSV bu değişiklik kararı hakkında hiçbir açıklama yapmamayı seçti. “İstanbul Bienali küratörü, bienali düzenleyen İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) yönetimi tarafından belirlenir. İstanbul Bienali Danışma Kurulu, bienale olan diğer katkılarının yanında küratör seçiminde değerlendirilecek adaylar için önerilerde bulunur. Tüm kurul üyeleri tarafından da bilindiği gibi bu bir seçici kurul değildir ve nihai atama her zaman İKSV tarafından yapılır. Danışma Kurulu’nun 18. İstanbul Bienali için önerdiği çok değerli adaylar da küratör seçimi sırasında titizlikle değerlendirilmiştir. İKSV yönetimi, yaptığı değerlendirmeler sonucunda uluslararası sanat dünyasında bilgi birikimi, tecrübesi ve başarılarıyla bilinen bir sanat insanı olan Iwona Blazwick’i 2024 bienalinin küratörü olmaya davet etme kararı almıştır.” (2) Bu teknik açıklamayla kurum bu tür kararları almakta keyfi davranabileceğini ve bunu açıklamak zorunda olmadığını, dolayısıyla esasen kamuoyuna karşı bir sorumluluk hissetmediğini söylüyordu.
Üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra kültür-sanat alanında çalışanlar tarafından yayınlanan imzalı bir metinde İKSV’den şeffaf olması ve tekrar konuya açıklık getirmesi istendi. Bu kez İKSV sitesinden yaptığı bir açıklamada sadece yönergenin –yapılmış olan uygulama doğrultusunda– değiştirildiğini ya da yazılı hale getirildiğini söylüyor –dolayısıyla uygulamayı resmîleştiriyor– ama tartışmalara konu olan karar yani –kurumsal– sansür vakası hakkında hiçbir şey söylemiyordu:
“İstanbul Bienali’nin 2026 ve sonrasında düzenlenecek bienaller için geçerli olacak yeni Danışma Kurulu yönetmeliğine göre, İKSV yönetimi sadece Danışma Kurulu tarafından önerilen üç adaydan birini küratör olarak davet edebilecek. Bu aşamada sunulan yaklaşımlardan hiçbirinin vakfın bir sonraki İstanbul Bienali’ne dair vizyonuyla örtüşmemesi halinde İKSV yönetimi, Danışma Kurulu’nun yeniden toplanarak farklı adaylar önermesini talep edebilecek. Ayrıca, İstanbul Bienali Danışma Kurulu’nda görev yapan üyelerin, görev süreleri boyunca veya üyelikten istifa etmeleri durumunda o seneki küratör seçiminin sonuna kadar, küratör olarak davet edilemeyeceğine dair bir madde de yönetmeliğe eklendi.” Ben bu tavrı kurum kibri diye adlandırmak istiyorum.
Bunun ardından aslında daha ciddi bir tartışmanın ortaya çıkması lazım. Zira bu tavır Türkiye kültür-sanat ortamında kurumların konumlanışına dair somut bir gerçekliğe işaret ediyor. Kurumlar kültür-sanat alanını, daha net bir ifadeyle esasen “kamusal alanı” kendi oyun alanları olarak görüyorlar, bu alandan devşirdikleri itibarın doğurduğu bir sorumluluk olduğunu görmek istemiyorlar. Hele devlet üzerinden edindikleri kamu yararına kurum olma statüsünün getirdiği, çeşitli konuları kapsayan birçok alandaki vergi muafiyeti, kamu kaynaklarını kullanma ve mülk edinme imtiyazları, saygınlık ve hatta “765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 483. maddesi uyarınca, bu dernek ve vakıflara tecavüz ve hakarette bulunanların, eylemlerinin niteliğine göre 480 ya da 482. maddelerde yazılı cezalarla cezalandırılması” gibi hukuki ayrıcalıklarla sağladıkları faydanın kendilerine –devlete değil– topluma karşı yüklediği sorumlulukları göz ardı ediyorlar.
“ANLAŞILAN KURUMLAR KENDİLERİNİ KÜLTÜR-SANAT ALANININ UNSURLARINDAN BİRİ DEĞİL DE BAŞ AKTÖRLERİ OLARAK GÖRÜYOR OLMALILAR Kİ, ALANDA BİRLİKTE ÇALIŞTIKLARI AKTÖRLERİN VE DAHA GENEL OLARAK SANAT KAMUOYUNUN ŞEFFAFLIK TALEBİNİ CİDDİYE ALMIYORLAR. ‘KURUM KİBRİ’ DEDİĞİM TAM DA BU.”
Bu vakada İKSV’den şeffaflık talebiyle beklenen, Danışma Kurulu’nun belirlediği küratörü hangi nedenlerle tercih etmediklerine, küratör tercihlerini hangi esaslara göre yaptıklarına, bu esasları danışma kuruluna hangi araçlarla, nasıl bildirdiklerine ve tüm bunların vakfın genel amaçları içerisinde nasıl çerçevelendiğine dair ciddi bir açıklama yapmaları idi. Bu gerçekleşmedi.
Tek örnek bu değil. İstanbul Modern bir sabah “altın üyeler”ine gönderdiği bir mesajla kurumun 15 yıllık genel direktörünün “kariyerinde ilerleme arzusu” ile görevinden ayrılacağını duyurdu. Haber altın üyelere giden bu mesajla kamuoyuna da duyurulmuş oldu. Haberin duyurulma biçimi, gerekçelendirilmesi ve ardından kulaktan kulağa yayılan dedikodular sanat kamuoyundaki genel güvensizliği bir kez daha su yüzüne çıkardı. Kurum ardından geçen süreçte başka bir açıklama yapmadı. Benzer şekilde, yine İstanbul Modern ücretsiz halk günlerini kısıtlayarak birkaç saate indirmesinin ardından başlatılan tartışmalara ve Açık Masa’nın başlattığı imza kampanyasına (3) da kayıtsız kaldı. (4) Sanat kamuoyu tarafından kazanılmış hakların ihlali olarak görülen bu sınırlamalara karşı kurum geri adım atmadığı gibi, bir açıklamayla gerekçelendirme gereği de görmedi.
Anlaşılan kurumlar Türkiye kültür-sanat ortamına o kadar büyük ve sorgulanamaz katkılar yaptıklarını, hatta belki devletin elini çektiği alanları kendilerinin yarattığını düşünüyor, kendilerini kültür-sanat alanının unsurlarından biri değil de baş aktörleri olarak görüyor olmalılar ki, alanda birlikte çalıştıkları aktörlerin ve daha genel olarak sanat kamuoyunun şeffaflık talebini ciddiye almıyorlar. “Kurum kibri” dediğim tam da bu. Tabii meselenin diğer yanı, muhtemelen kurumların şeffaflık taleplerine samimi cevap vermelerinin kendi varlıklarını, işleyişlerini ve sorumluluklarını masaya yatırmak gibi –belki de girişemeyecekleri– zor bir işi de gerektiriyor olması. Yine de kültür sanat camiasının tüm kurumlardan beklediği en azından bu kibir yerine samimiyet göstermeleri idi. Ancak bu samimiyet, kendilerinin kültür sanat ortamının "eşit" aktörleri olduklarını, hem kamusal kaynakları kullanmaları hem de kamuya hitap etmeleri dolayısı ile toplumsal sorumluluk üstlendiklerini –yani topluma karşı sorumlulukları olduğunu– anlamaları ile mümkün olur.
Güç ve varlıkları her şeyi diledikleri gibi yapma hakkını vermiyor onlara. Tam tersi, zira varlıkları –tarihsel ve– toplumsal bir sözleşmeye dayanıyor. Aslında biliyoruz ki, tam da o toplumsal sözleşmede köklü değişiklikler yapılmalı; işte bir “imkân alanı olarak” kültür-sanat belki de o başlangıç noktası.
İKSV vakasına geri dönersek, Türkiye’den bienale davet edilen sanatçılar, tartışmaların başlamasından iki ay kadar sonra ve sanatçılarla kurum arasında süren görüşmelerin sonunda sosyal medya üzerinden bir açıklama yaparak bienalden çekildiklerini duyurdular. “Bu kararımızın sanatsal ifade özgürlüğünün ön planda olduğu, eleştiriye açık, şeffaf ve kapsayıcı kurum kültürlerinin yaratılmasında faydalı olmasını ve bu yönde bir diyalog zemini oluşturmasını dileriz.” temennisiyle daveti geri çevirerek bienale katılmayacaklarını bildirmeleri net ve cesur bir tavırdı. Bu tavır muhtemel kazançlarının çok yüksek olması ihtimaliyle kurumun uğradığı kayıplar açısından fevkalade tamir edicidir. Kurum tarafından da öyle ele alınmalı, demokratik ve şeffaf bir bienalin inşaası için gerekçe oluşturmalı... Danışma Kurulu’nun ardından sanatçılar da sessizliği, dolayısıyla hegemonyayı kırarak, kurumu hemzemin bir tartışma ortamına çekmeye çalışarak, demokratik bir kültür-sanat ortamının mümkün ve elimizde olduğuna işaret ediyor.
Bu noktada tartışılması gereken konular masaya seriliyor. Özel şirketlerin güdümündeki vakıfların yapıları ve işleyişleri baştan tartışılmalıdır. Zira kültür-sanat alanında çalışmak meta üretimine benzemez ve aynı biçimde ele alınamaz. Meta üretimi ile kültür-sanat alanında içerik üretmek, aracısı veya yapımcısı olmak aynı şey değildir. Kültür-sanat alanı toplumu şekillendiren, politik bir alandır. Bu yanıyla sanayi ve ticarete benzemez. Dolayısıyla bu alanda gösterilen her faaliyet esasen politik bir faaliyettir ve bu kurumların –geniş anlamıyla– politik bir rolü, etkisi ve sorumluluğu vardır.
“ÖZEL ŞİRKETLERİN GÜDÜMÜNDEKİ VAKIFLARIN YAPILARI VE İŞLEYİŞLERİ BAŞTAN TARTIŞILMALIDIR. ZİRA KÜLTÜR-SANAT ALANINDA ÇALIŞMAK META ÜRETİMİNE BENZEMEZ VE AYNI BİÇİMDE ELE ALINAMAZ. KÜLTÜR-SANAT ALANI TOPLUMU ŞEKİLLENDİREN, POLİTİK BİR ALANDIR. BU YANIYLA SANAYİ VE TİCARETE BENZEMEZ.”
Türkiye’de son dönemde kurum eleştirisi birçok vesile –vaka– dolayısıyla yeniden gündeme geldi. Hızlı bir bakışla 10 yıl önce Türkiye’de toplumsal dinamiklerin henüz tepki vermeye müsait olduğu sıralarda bu konudaki araştırma ve yayınların (yüksek, lisans tezi, akademik makale ve popüler yayınlar) ivme kazanmış olduğu görülebilir. (5) Bugün, Gezi’den bu yana sertleşerek süregiden otokratik yönetim altında bu tartışmaların yeniden kültür-sanat alanında yükseliyor olması kültür-sanat alanının her koşulda demokrasi için sağlam bir zemin ve aynı zamanda da bir “imkân alanı” (6) olduğunu gösteriyor.
Yukarıda “Özel şirketlerin güdümündeki vakıfların yapıları ve işleyişleri baştan tartışılmalıdır” dedim. Belki de onlardan “eşyanın tabiatına aykırı” taleplerde bulunmamak gerekir. Belki bütün bu olup bitenlerle, neo-liberal sistemin bu vahşi döneminde şirketlerin kültür-sanat alanında uzantıları olan kurumlar, uzantısı oldukları şirketlerin genel çıkarlarından veya şirketlerin onlar üzerinden sağladığı faydadan ayrıştırılamazlar. Ancak gerçekten böyle mi, bu kurumların sanatın zararsızlaştırılmasındaki (7) rolü, alanda faaliyet göstermekle üstlendikleri toplumsal sorumluluk göz ardı edilebilir mi?
İKSV’nin ve İstanbul Modern’in de aralarında olduğu “kamu yararına çalışan” bir kısım kültür-sanat kurumu vergi muafiyetinden faydalanıyor. Bu aslında kaynakları arasında bizlerin ödediği vergiler de olduğu anlamına geliyor ki, bu bizi de faaliyetlerinin paydaşı yapıyor. Bu aslında ilişkinin en düz (teknik), en “basit” yanı. Finansal imkânları ve politikayla ilişkilenmelerinin mümkün kıldığı, kültür-sanat alanındaki faaliyetleriyle toplumsal manada kültür-sanat alanını şekillendiren tercihleri, alanın sosyo-ekonomik yapısını belirleyen hegemonik yapıları, İstanbul’u sahiplenmeleri ve temsil etme cüretini gösteriyor olmaları, uluslararası arenada Türkiye’yi temsil etme konusunda “edindikleri” salahiyetler gibi ciddi mevzular dolayısıyla çok daha ciddi sorumlulukları var. Öte yandan bu kurumlar “Demokratik Türkiye”nin aydınlık yüzünü temsil etmiyorlar mı? Bu yanıyla da politikanın dışında değiller. Her ne kadar kültür-sanat alanına yapılan anti-demokratik saldırılara karşı tavır alamamış, bir açıklamayla mağdurlara “destek” olma ihtiyacı bile duymamış olsalar da… Kültür-sanat alanını ve aktörlerini savunmasız bırakan, sansür ve oto-sansürün olağanlaştığı, ifade özgürlüğünü kaybeden, demokratik dengelerini kaybetmiş bir kültür-sanat ortamına varmış olmamızda “büyük oyuncuların” hiç mi rolü yok?
“Devlet Müzik ve Sahne Sanatları Kurumlarının Yapılanma ve İşleyişinde Çağdaş Modeller Görüşler ve Sempozyum Bildirileri”nin 5. Oturumunda İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı temsilcisi Geyvan McMillen demokratik yapılanma için çözüm ve önerileri belirtmiştir. (8) McMillen’e göre “Sanatın özgür yaratıcı gücünü destekleyen bir sanat politikası gereklidir. Bu politika devlet yöneticileri tarafından değil, uzmanlar tarafından belirlenmeli, biçimlendirilmelidir. Devlet, bu bağlamda Kültür Bakanlığı yönlendirici değil, destekleyici olmalıdır. Kültür Bakanlığı’na bağlı sanat kurumlarının yönetim organizasyonu görevce özerklik ve kendi kendini yönetme ilkeleri doğrultusunda belirlenmelidir. (…)”. McMillen bu görüşleri esasen kurumlar adına devletten yetki talep etmek maksadıyla söylüyor. Yani kurumların yönetiminin özerk ve bağımsız olması talebinde taraf devlet. Sermayeyle devletin ilişkilerini ve çıkar ortaklıklarını hesaba katarsak, devlete ait kültür kurumlarından nasıl özerk ve politikadan bağımsız olmalarını bekliyorsak, tam da yukarıda andığım rolleri ve sorumlulukları dolayısıyla, özel kültür kurumlarından da özerk ve bu kez sermayeden bağımsız olmalarını beklememiz gerekmez mi? McMillen’in sözlerindeki dolaylı özneyi değiştirirsek, “Sanatın özgür yaratıcı gücünü destekleyen bir sanat politikası gereklidir. Bu politika sermaye kurumlarının yöneticileri tarafından değil, uzmanlar tarafından belirlenmeli, biçimlendirilmelidir. Sermaye bu bağlamda, sermayeye ait kültür kurumlarını yönlendirici değil, destekleyici olmalıdır. Sermayeye ait kültür kurumlarının yönetim organizasyonu görevce özerklik ve kendi kendini yönetme ilkeleri doğrultusunda belirlenmelidir”.
“SANIRIM ASIL TALEP ETMEMİZ GEREKEN ŞEY ‘AÇIKLAMA’ DEĞİL, KÜLTÜR-SANAT KURUMLARININ NASIL DEMOKRATİK BİR YAPIYA KAVUŞTURULABİLECEĞİNE, NASIL DEVLETTEN OLDUĞU GİBİ SERMAYEDEN DE BAĞIMSIZ VE ÖZERK YAPILAR KAZANABİLECEĞİNE DAİR TÜM TARAFLARI İÇEREN BİR KONUŞMA ZEMİNİDİR.”
Uzun bir süredir kurumlar tarafından “var edilen” sanat ortamımızda nihayet başka ihtimalleri görmeye başladık. Kurumlar sayesinde edinilen bütün kazanımların da dahil edildiği yeni bir bilançoya ihtiyacımız var. Ama esas olarak bu bilanço ancak “var olamadıkları” için kaybedilenlerin hesaba dahil edilmesiyle gerçekçi olabilir.
O halde sanırım asıl talep etmemiz gereken şey “açıklama” değil, kültür-sanat kurumlarının nasıl demokratik bir yapıya kavuşturulabileceğine, nasıl devletten olduğu gibi sermayeden de bağımsız ve özerk yapılar kazanabileceğine dair tüm tarafları içeren bir konuşma zeminidir. Bunu başlatmak ve devlet ve sermaye kurumlarının da dahil olduğu kültür-sanat alanının tüm aktörleriyle hemzemin bir düzlemde, eşitler arasında bir tartışma ortamı yaratmak durumundayız. Devletin ve kurumların dışındaki aktörler buna hazır.
Demir ve Gül 2016 tarihli makalelerinde “Sanatçılarda da merkezi hedef alan radikal eleştiriler görülmez” dedikten sonra bunun gerekçesinin, “Türkiye’deki sanat ortamının darlığı, kurum dışında görünür olmanın zorluğu olarak (…)” (9) düşünülebileceğini söylüyorlar. Bienale davet edilen sanatçıların reddi tam da bunun değişmekte olduğunu gösteriyor. Onlar kendi kariyerleri adına bir risk alıyorken aslında tüm kültür-sanat aktörlerini hepimizin zorunlu olduğu tartışmayı başlatmaya davet ediyorlar.
Bir imkân alanı olarak kültür-sanat alanı demokrasi etiğini yeniden kurma davetini hepimize çıkardı. Şimdi tüm tarafların katıldığı, eşitler arasında geçen, kişilerin ve kurumların üstenci bir tavır almadığı, her tarafın kendini –samimiyetle– sorgulamayı baştan kabul ettiği o tartışmayı başlatma zamanı.
NOTLAR:
(1) Özlem Altunok, “Bienal Krizi ve İKSV’nin Sessizliğine Dair”, Argonotlar.com
(2) Özlem Altunok, “Bienal Krizi ve İKSV’nin Sessizliğine Dair”, Argonotlar.com
(3) “İmza Kampanyası Başlatıldı: İstanbul Modern Kısıtlamayı Kaldırsın”, Artdog İstanbul
(4) Osman Erden, “Yalnızca Sanat Değil Siyaset Alanının Da Etkin Bir Kurumu Olarak Müze”, politikyol, Eylül 2023
(5) Osman Odabaş “Türkiye’de Çağdaş Sanatta Kurumsal Eleştirinin Sorunları" başlıklı makalesinde bu ivmenin gerekçelerini gösteriyor:
“2010 yılında Meksika Körfezi’nde yol açtığı çevre felaketi yüzünden zedelenen imajını, toplumsal sorumluluk projeleri ve sanat organizasyonları üzerinden düzeltmeye çalışan BP’nin (British Petrol) yaptığına benzer şekilde Türkiye için geçerli örnekler de vardır. Trabzon, Solaklı’da HES (Hidro Elektrik Santrali) Projesi sahibi olarak, doğayı kirlettiği için büyük tepki alan ve protestolara maruz kalan Şekerbank’ın çevre duyarlılığı konulu sanat sergileri düzenlemesi BP ile oldukça benzerlikler taşımaktadır. Savunma sanayisi yatırımları yapan KOÇ Holding’in kavramsal çerçevesi barış ve silahsızlanma üzerine kurulu bienallere sponsor olması ya da kendi açtığı sanat platformlarında bu tür sergiler düzenlemesi benzer yüzlerce örnekten sadece birkaçı olarak karşımıza çıkar. Garanti Bankası’nın burjuvazi eleştirisi temalı sergileri ve bunun gibi birçok örnek Türkiye’de son 10 yılda şirketler ve sanat kurumları himayesinde icra edilmektedir.
Büyük korporasyonların, kurumların ve şirketlerin sanat üzerinden beklentisi çoğunlukla kısa vadede elde edilen finansal bir kazanç olmasa da bunun tersi örneklerine de ulaşmak mümkündür. Türkiye’de 2010 yılı sonrası bankaların birbirleriyle yarıştığı “private banking” (kişiye özel bankacılık) üzerinden yürütülen sanat hizmetleri bu kültür endüstrisinin iç yapısını daha iyi anlamamızı sağlar. KOÇ Holding’e ait olan Yapı Kredi Bankası 2010 yılında başlattığı bir reklam kampanyasında “Sanatla iç içe bir bankacınız olsun istemez misiniz?” sloganıyla sanat danışmanlığı önererek “sanat eserleri kredisi”ni private banking müşterilerinin hizmetine sunmuş ve Türkiye’de yeni bir girişimi başlatmıştır. (…)”
(6) Asu Aksoy, Burak Özçetin, “Özel Dosya: İmkân Alanı olarak Kültür”, Cilt 4, Sayı 3 (2023), Reflektif.
“Reflektif’in 'İmkân Alanı olarak Kültür' dosya başlığıyla çıkan bu sayısında ülkenin son yirmi yılına damgasını vuran iktidarın 'Yeni Türkiye'sinin kültürel düzenini egemen kılmaya adanmış otoriter kültür siyaseti ve politikaları başlıklarını kültür ve sanat aktörlerinin otonomi mücadeleleri bağlamında inceleyen ve bu iklimin içinde sanatsal ifadeye bağımsız varoluş imkânı yaratmaya çalışan kültür ve sanat vahalarını/imkânlarını ele alan yazılara yer veriyoruz.”
(7) Osman Erden, “İKSV’nin yarattığı kriz, sanatın zararsızlaştırılması, sanatla aklama”, politikyol
(8) Gürten E., “Sahne Sanatlarında Yönetim Ve Etkili İletişim” başlıklı yüksek lisans tezinden (İstanbul Kültür Üniversitesi, Ocak 2009) aktarıyorum.
(9) V. Itır Demir, S. Nesli Gül, “Kurumsal Eleştiri Üzerine Notlar", Rh+ Art Magazine, Şubat 2016 (119.)
*Ekmel Ertan'ın K24 için kaleme aldığı 'Kurum eleştirisinden çoklu tartışmaya' adlı makalesinden alınmıştır.