“Türkiye'nin %70’i deprem riskinin yüksek olduğu bölgelerde yaşıyor”

-
Aa
+
a
a
a

İklim krizi ve afetler uzmanı, şehir plancısı, mimar Sera Tolgay’ı konuk ediyor ve afet sonrası kentlerin yeniden inşası üzerine konuşuyoruz. 

AP Photo/Clodagh Kilcoyne/Pool Photo
AP Photo/Clodagh Kilcoyne/Pool Photo
Türkiye’deki deprem riskli büyük şehirlere dair
 

Türkiye’deki deprem riskli büyük şehirlere dair

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Derya Tolgay: Depremin üzerinden bir ay geçti. Acılarımız, kayıplarımız çok büyük. 1-7 Mart deprem haftasındayız. Dünyanın en etkin deprem kuşaklarından birinin üzerinde yaşıyoruz ve planlarımızı bunun idrakinde olarak yapmamız gerekiyor. Biz yurttaşların depreme, afetlere karşı hazırlıklı olmasının yanı sıra depreme dirençli konutlarda da oturmamız gerekiyor. Depremden hemen sonra Türkiye'de iktidar böyle alelacele bir kararname çıkararak, 11 ili yeniden inşa edeceğini duyurdu. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı “bugün ilk kazmayı vuruyoruz” müjdesini(!) verdi. Afetlere ve depremlere direnen sağlıklı şehirler, merkezi otoritenin tepeden inme kararları ile planlanabilir mi? Tüm bunların, merkezi idare, yerel yönetimler, meslek odaları ve STK'ların ortak çalışmalarıyla mümkün olacağını biliyoruz. Dünyada bu şekilde yapılan iyi örnekler de var. Bu iyi örneklerden birini, üstelik ödüllü bir çalışmayı konuşacağız. Ve projenin liderlerinden iklim krizi ve afetler uzmanı, şehir plancısı, mimar Sera Tolgay konuğumuz. 

Sera hoş geldin.

Sera Tolgay: Merhaba.

Nevin Sungur: Deprem haftası içerisindeyiz ve ne acı ki Türkiye'nin bugüne kadar yaşadığı en yıkıcı depremlerden birinin de bir ayı dolmuş durumda. Bütün o kayıpların, kayıplarımızın yanı sıra evde kalan insanlar da büyük bir ikinci afet yaşıyorlar aslında dışarıda. Bugün dediğin gibi Sera’yla konuşacağız. 

Sera Tolgay afetler ve risk yönetimi, iklim krizine adaptasyon, ekolojik restorasyon ve doğal altyapı konularında uzman bir şehir plancısı ve mimar. Bugüne dek stüdyoda proje lideri olarak pek çok büyük ölçekli planlama, afet risk yönetimi ve kamusal altyapı projelerini hayata geçirdin. Daha önce hem kentsel tasarımcı ve plancı olarak kamu sektörüne danışmanlık yaptın. Dünya Bankası'nın kentsel gelişim, afet riski ve planlama projelerinde de danışmanlık yaptın değil mi Sera? Özellikle 6306 sayılı afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanunun teknik değerlendirmenin analizini… Öncelikle şunu öğrenmek istiyorum: Şimdi uzaktan, yaşadığın süreci hem senin profesyonel bakışınla, hem de Türkiye'ye olan bağın İle neler gördün? Yani senin izlenimlerin nasıl yaşandı ve neden yaşandı böyle bir afet? 

Sera Tolgay: Hâlâ yaralarımızı sarıyoruz, çok acı bir durum gerçekten. Biraz daha uzun dönemli planlamada neler düşünmeliyiz? Şu anda gerçekten acil yardım ve konut ihtiyacı olan milyonlarca insan var bölgede. Onu bir altını çizelim. Ama ben biraz daha teorik bir başlangıçla giriş yapayım istedim. Çünkü bunu anlatmak için bence yardımcı olacak. Ulrich Beck’in Risk Toplumu adlı bir çalışması var. 90’larda galiba yayınlandı ve bence içinde bulunduğumuz durumu çok iyi anlatıyor. Riskin aslında modernleşme sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olduğundan ve aslında içinde yaşadığınız modern toplumun da kendi kuyusunu kazma ve kendi riskini oluşturduğu bir ekonomik düzen içinde yaşadığımızdan bahsediyor. Bu bence çok doğru. 

Ben çoğu afette bunu görüyorum sebebini. Çünkü bahsettiğimiz gibi burada öldüren deprem değil aslında, pek çok sosyoekonomik şehirleşme süreci, büyük sosyal toplumsal sorunlar aslında altına yatan. Kahramanmaraş bölgesi depreminde bunu görüyoruz. Aslında 21. yüzyıla baktığımızda pek çok yıkıcı deprem olmuş. Japonya, Şili, Meksika'da bu kadar yıkıcı sonuçları olmamış ama bazıları da çok yıkıcı ve bu farklar kentsel yapısal, sosyoekonomik sorunlardan kaynaklanıyor. Örneğin 2008’de Siçuan’da yaşanan 8 büyüklüğündeki depremde 5 milyon kişi evsiz kalmıştı. 69 bin kişi hayatını kaybetmiş, benzer yaklaşık ölçeklerde. Haiti depremi, 2010’daki 7.0 ölçeğinde gerçekleşiyor. 220 bin kişi hayatını kaybediyor ve çok kayıp var, daha sonra hastalıklardan da insanlar hayatını kaybediyor. Burada bir yönetişim sorunu olan bölgelerden bahsediyoruz. Maalesef Güneydoğu Bölgesi'nde de bunu görüyoruz. Sırf orası değil. İstanbul, İzmir'de de sorunları gördük.

Meksika'ya gittiğimde orada 2017 senesinde yaşanan Chiapas depremi 8.2 büyüklüğündeydi. Sadece 98 kişi öldü. Mesela binlerce ev hasar gördü ama çok fazla hayat kaybının görülmediği bir durumdan bahsediyoruz. Ve deprem konusundaki uzmanlar, yapı inşaat mühendisleri de bu 5-10 kat arası binaların zemin sıvılaşması riski olan bölgelerde çok etkilendiğini ve hasar gördüğünü söylüyorlar. Planlama sürecinde fiziksel, çevresel faktörlere bakılması gerekiyor ama bir yandan da maalesef rant odaklı dönüşüm süreçlerinde pek çok şey göz ardı ediliyor ve insanların aslında hayatları risk altında. 

N.S.: Deprem bölgesine gittim gazeteci olarak, Antakya'daydım. Üç sene önce, beş sene önce yapılmış ve milyonlarca liraya satılan binalar yıkılmış. Hemen karşı tarafında iki katlı evler var. O yüksek binalar olduğu gibi inmiş aşağıya. İki katlı bina hasar almış. Tam da senin dediğin gibi bu yapılan binaların büyük bir çoğunluğu son on yıl içerisinde yapılan binalar, bir taraftan da çok endişe verici. İstanbul’u bekliyoruz. O açıdan nasıl görüyorsun? 

S.T.: Dünya Bankası, normalde bu raporları paylaşmıyor ama bir ön analiz olarak fonlar verilmeden önce bir bakmak istiyorlar, nasıl uygulandı bu yasalar ve programlar diye. Bizim yaptığımız ön analizle İstanbul'a baktığımızda Japon Kalkınma Ajansı bir risk haritası hazırlamıştı. Risk oranına göre beş tane kategori var. Rant odaklı, risk olmayan bölgelerde çok fazla dönüşüm olduğunu görüyoruz. Gerçekten dönüşüme ve güçlendirmeye ihtiyacı olan, özellikle gecekonduların olduğu ya da dere yatakları, sulak alanların üzerine yapılan, Ataköy vesaire yerler çok çok riskli aslında. Sulak alanların dönüştürüldüğü bölgeler var. Büyükçekmece gibi yerlerin aslında imara açılmaması gerek. Risk ve gerçekleşen dönüşüm arasında bir uyuşmazlık var. Türkiye'deki popülasyonun %70’i deprem riskinin yüksek olduğu bölgelerde yaşıyor. Buralarda çok yoğun şehirleşme sürecine girdiğimizde çok dikkatli olmamız gerek. Zemin zaten çok önemli. Bir yandan da ihtiyacı olan insanlara, ailelere yardımda bulunuyor muyuz? Buralarda çok büyük eksiklikler var. Onu gözlemledik. 

Bu yaptığımız çalışmadan da bahsedebilirim. Ben deprem uzmanı değilim. Daha çok sel ve iklim krizi üzerine uzmanlaştım ama afet yönetimindeki prensipleri planlama açısından uygulayabiliriz. Beraber çalıştığımız teknik ekipler var ve çok disiplinli olması gerekiyor. Sadece mühendislerin, mimarların değil; sosyologların, çevre ve iklim uzmanlarının da bulunması gerekiyor. Tabii maalesef bunu ben Türkiye'de henüz gözlemlemedim. Merkezî planlamaya gidilen bir durum var. OHAL ve çıkan 126 sayılı kanunla da bunu görüyoruz. 

Hurricane Sandy’de, çalıştığım projelerde de benzer bir yaklaşım geliştirildi: Üç tane program oluşturuldu. Birincisi, “build it back” yani direkt hasar gören ve acil yardıma ihtiyacı olan ailelerin evlerinin yeniden yapılması için geliştirilen bir program. Ve burada bir merkezî otorite, TOKİ gibi bir şey yok. Zaten Amerika'da böyle bir şey yok! Daha çok aileler kendileri devletten fon yardımı alarak evlerini yeniden yaptılar. Risk altında olan bölgelerdeki ailelerin de taşınabilmesi için fon ayrıldı. Onlar evlerini sattı. O bölgeler sulak alanlara, ormanlara dönüştürüldü aslında restorasyon sürecinde. 

D.T.: Evlerini satmak derken, bunu federal hükümete mi yoksa…

S.T.: Hükümet piyasa değerinde bir meblağ ayırıyor taşınabilmeleri için. Bu çok risk altındaki bölgeler için. Yani sayısı bin küsur aileyi geçmiyor. Çok büyük değil yani. Bir anda milyonlarca aileye böyle bir yardım yapmaya onların bile kapasitesi yok. Bizim gözlemimiz, böyle bir riske göre alınan bir karar şeması çizilmişti. İkincisi de bir sürü şehir plancısı, mimar, öğrenciler yarışma açtılar. Buraya özel firmalar, üniversiteler de dahil oldu. “rebuilt by design” adını verdiler. Daha çok kamusal alanların yeniden tasarımı, mesela kıyı şeritlerinin yeniden tasarlanması vesaire gibi bir sürü projeler çıktı. 

Üçüncüsü de imar planlarının çoğunu yeniden gözden geçirdiler. Ben onun üzerinde çalıştım. Çünkü şehrin burada da beşte biri sel havzasında kalıyor ve bu fırtına 300 senede bir görülen bir fırtınaydı. Burada işte biz o bahsettiğim ilk programı desteklemek için en riskli olan bölgelerde, taşınmak isteyen ailelere destek olmak için imar planlarını da değiştirdik. Böyle güzel, işleyen bir sistem var. Tabii burada da sorunun yaşandığını görüyoruz. Mesela çok zengin ailelere çok büyük destekler yapıldı ev değerleri çok yüksek olduğu için. Burada da bir ekonomik sorun gördük uygulama konusunda ama az çok ihtiyacı olan ailelere bir destek olundu. Orada bence olumlu çıkarımlar var. Benim üzerinde çalıştığım New Jersey'deki projede, işte New York Avrupa Yakası ise o da Anadolu Yakası gibi bakılabilir. Yani aynı bölge neredeyse. Orada da daha çok doğa bazlı ve doğal altyapı yöntemleriyle riski azaltmaya çalışan bir yaklaşım izlendi. Hem burada bütün halk toplandı, katıldı yaptığımız toplantılara. Onların isteklerini, direkt biz planlara yansıttık. Böyle merkezi değil, tam tersi açık ve yerele yakın bir planlama süreci gitti. Burada merkezi hükümetin desteği daha çok finansal oldu. Finansal destek ama planlama sürecini yerel halk ve onlara destek olan danışmanlar, STK'lar, bir büyük şemsiye altında planlama sürecini gerçekleştirdik.

“Dere yataklarına, su havzalarına da yapılaşma olmaması gerek”

D.T.: Burası ne kadar kapsamlı bir yerdi? 7 belediyeyi, 310 bin sakinliği olan bir bölge burası. Ve bu yaptığınız çalışma da esasında 1899’dan beri verilen Amerikan Peyzaj Mimarları Derneği’nin, peyzaj mimarisi planlama ve analiz ödülünü aldı. Sen de buna liderlik yapmıştım. Tebrik ederiz. Peki bu süreçte bu geri kalan bölgenin yabanlaştırılması nasıl oldu? 

S.T.: Doğa bazlı çözümler aslında çok önemli. Şöyle anlatabilirim: Çok riskli olan bölgelerin haritalamasında sulak alanların ve sel riskinin birebir uyuştuğunu gördük. Bu bölgelerde yaşayan ailelerin zaten çoğu taşınmayı seçti. Destek olarak üniversitelerle beraber çok güzel restorasyon çalışmalarına başlandı. Mesela bir bölgede bu alanlar sadece doğaya geri kazandırılmadı, halka açık parklar haline de dönüştürüldü ve buna şehirlerde ihtiyacımız var. Mesela İstanbul'a baktığımızda ve çoğu şehirde, Türkiye'de yeşil alana erişimin çok az olduğunu görüyoruz. Yüz ölçümünün %2.5’i gibi bir şey hatırlıyorum, oysa % 9’a yakın olması gerekiyor. Beğendiğimiz şehirlerin çoğu hani düşününce ideal olarak gördüğümüz şeylerin çoğunda açık alanlar ve parklar büyük bir rol oynuyor. Mesela burada problemlerden biri, deprem bölgelerinde de bu açık alanların bazılarının, toplanma alanları olarak belirlenen alanların da yapılaşmaya açılmış olması. Ve gerçekten yoğun bir şehirleşme görüyoruz. Burada bahsettiğim gibi, doğa bazlı çözümler ve yeşil alanlar, açık alanlar çok önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda Antakya'ya baktığımızda da, oranın Orontes Nehri’nin taşkın yatağı bölgesinde olduğunu ve şehir merkezinin buraya denk geldiğini biliyoruz. Burada yeraltı su seviyesi de çok yüksek. Genel olarak dere yataklarına, su havzalarına da yapılaşma olmaması gerek. Bu bölgelerin aslında halka açık yeşil alanlar olarak dönüştürmesi ideal olur. Tabii bu ne kadar uygulanacak Türkiye'de, benim hep gözlemlediğim, yeşil ve kamusal alanlara karşı bir durum var. Zaten Gezi Parkı'nda da biliyoruz, bu bölgelere değer göstermemiz ve imar planlarıyla bunların korunması, yapılaşmaya açılmaması gerekiyor

N.S.: Doğu Karadeniz'de, Karadeniz'de de bir sürü yapılaşma meselesi var ve orada olan sel baskınlarında çok büyük yıkım yaşandığını hep beraber gördük. Tek bir afetten bahsetmiyoruz aslında. Deprem, yangın, sel var. 

N.S.: Bu anlamda ne eksik? Bu süreci çok iyi bilen bir insan olarak ne düşünüyor, ne eksikleri görüyorsun bakınca? 

S.T.: Ne yapılmalı? Aslında, ben yüksek lisans sürecinde daha çok karbon ayak izinin azaltılması üzerine çalışacağımı düşünürken mezun olduktan sonra iklim kriziyle beraber bu bütün bahsettiğimiz felaketlerin de başka bir seviyeye geçmesi ve şiddetlenmesi ile beraber afetler konusunda çalışırken buldum kendimi. Ve son yedi, sekiz senedir de bu konu üzerine çalışıyorum. Özellikle akademide ve okullarda mimarlık, planlama açısından bu konuya odaklanılması ve öğrencilerin beraber de çalışabileceği stüdyo ortamlarının yaratılması çok iyi olur. Bu konuda mesela yarışmalar düzenlenebilir. Zaten bazı yarışmaların yapıldığını görüyoruz. Konkur yapılmaya başlandı. Belki afet konusunda da yapılması ve ekiplerde plancılar, mimarlar ve başka disiplinlerden insanların (mesela iklim krizi üzerine uzmanların, mühendislerin sosyologların) olması çok önemli diye düşünüyorum. 

Diğer konu var olan uzmanların süreçlere gerçekten dahil edilmesi ve imar planlarının yapıldıktan sonra bir gün içinde değiştirilmemesi, uygulanırken gerçekten bu bulguların dahilinde uygulanması çok önemli. Çünkü gerekli teknik bilgiye bence sahibiz. Uygulamada bir problem var. Bunu bir tek ben söylemiyorum, hepimiz biliyoruz zaten. Merkezin her şeyi planlanması aslında çok aptalca. Çünkü o kadar çok şehir var ki, siz her şeyi bir merkezden yapmaya çalışırsanız zaten oradaki yaşayan yerel halkın isteklerini ve sorunlarını dahil etmeden plan yapmış olursunuz. Bir yandan da yetişemiyorsunuz! Ve yaptığınız planlar yarım yamalak çıkıyor, bunu görüyoruz. Türkiye'de her şeyin merkezleştirilmesi huy olduğu için planlama süreci etkileniyor. Depremde de pek çok gönüllü, doktor, konunun uzmanı oraya gitti ve benim duyduğum özellikle on günde merkezden onay beklendiği için orada çalışacak insanların pinpon topu gibi oradan oraya koşturduğu. Burada merkezîleşmenin de aslında uygulamada bir problem yarattığını görüyoruz. Biraz güven olması ve yerelin de bir rol oynaması gerekiyor. Bu konuda yerele yer açılması ve destek sağlanması gerekiyor. Böyle özetleyebiliriz. Ayrıca elbette imar aflarının önüne geçilmesi gerekiyor.

D.T.: Yerel ve sivil inisiyatiflerin olmadığı hiçbir girişim herhalde dünyada başarılı olamamıştır. Ben uzmanı değilim bilmiyorum ama sizlerin bildiği var mı? Sera biliyor musun böyle başarılı olmuş bir örnek?

S.T.: Evet yani daha çok diktatörlüğün ve otoriter rejimlerin olduğu ülkeler de var ama orada gördüğümüz sonuçlar da olumlu değil. Mesela Çin'de olan depremlerde de sonuçları biliyoruz. Orada da kentleşme sürecinde Siçuan depreminde çok büyük kayıplar yaşandı. Evet yerelin desteği çok önemli ve bir yandan da güven ve dayanışma hissi yaratılmalı. 

N.D.: Hem adanın durumuna ilişkin hem de bu Dünya Bankası’nda danışmanlık yaptığın sürece hani bulgular ne yöndeydi?

N.S.: Bizim yaptığımız çalışmada aslında çok böyle yerele ve özel analizlere inilmedi. Çok üst seviye, yani Türkiye geneline bakılan bir ön analizdi ve kentsel dönüşüm sürecini biraz daha detaylı çalıştık. Ama yapılan imar planlarının kesinlikle afetleri de çok büyük bir ölçekte katması gerek çünkü bildiğimiz gibi adalar zaten fay hattının üzerinde. Evet, Allah'tan iki-üç katlı daha çok ahşap olan yapılar var. Betonarme ve imar affıyla kat eklenen bölgeler var, onlara bakılması gerek tabii ki. Bir yandan da sırf deprem değil, orman yangınları büyük bir faktör. Orman yangınlarının çoğu insan kaynaklı çıkıyor. Ama kuraklıkla beraber çok alevleniyor ve bu risklere de bakılması gerek. Gelecekte de su seviyelerinin yükselmesi söz konusu. Henüz Marmara iç denizleri etkilemedi, daha çok Okyanus kıyılarını etkilemeye başladı. Adalar’da bunun da projeksiyonuna bakılması gerekiyor. Yapılaşma, özellikle kıyıların özelleştirilmesi bir sorun. Bir de dolgu alan... Ada’ya ilk geldiğinizde, ulaştığınız ada meydanı bir dolgu alanı. 

D.T.: Bütün kıyıları dolgu alanı aslında. 

S.T.: Evet yapılaşan kıyıların çoğu dolgu alanları. Kamu alanlarının korunması, özelleşmemesi, yapılaşmaması bence çok önemli. Daha doğayla uyum içinde ve afet riskini önleyeceğimiz bir yöntem benimsenmeli. Mesela birkaç sene önce bir lodos fırtınasında o dolgu şeridin çoğu zedelenmişti. Yeniden yapılması gerekiyor ve burada devamlı bir harcamaya da gidiliyor. Her afet sonrası aynı şeyler yapılıyor. Bütüncül bir afet analizi yapılmalı ve imar planlarında da bu risklerin göz önünde bulundurduğu bir yapılaşma sürecine gidilmesi gerek. Adalar'da yapılaşmanın çok az olması gerektiğini düşünüyorum. Çoğu orman olduğu ve deprem bölgesi olduğu için korunması gerekiyor. Kat izinlerinin yükseltilmesi gibi şeylere hiçbir şekilde gidilmemesi gerekiyor. 

N.S.: Sera, çok teşekkürler.

S.T.: Ben de teşekkür ederim. Hâlâ yaralarımızı sarıyoruz ama bu uzun dönemli planlamada çok önemli olacak. Özellikle mağdur olan halka, hem güvenli hem de hayat kalitesini yükselten şehirler inşa edebileceğimizi umut ediyorum. Sadece olduğu gibi yeniden yapmak değil, daha iyisini yapmak. Daha iyi şehirler inşa ederiz diye umuyorum.