Adalar'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin planlama süreci ne kadar katılımcı?

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Tarihi Adalar programının 11 Ağustos 2020 tarihli nüshasına konuk olan Korhan Gümüş, yayının ardından bir yazı kaleme aldı. Programın podcastiyle beraber yayınlıyoruz.

Dünya Mirası Adalar: 11 Ağustos 2020
 

Dünya Mirası Adalar: 11 Ağustos 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

Zor bir yerel seçim sürecinin üzerinden bir yıldan daha fazla bir zaman geçti.  Bu süre sonunda bir muhasebe yapmak âdettendir.

İmamoğlu ve ekibi diğer adaydan farklı şeylerden söz ediyordu: Katılım, eşitlikçilik, şeffaflık... Bu yerel seçimlerde demokrasi talebi çerçevesinde bir koalisyonun oluşmasına yol açtı. Bu hiç şüphesiz iktidarın oluşturduğundan farklıydı, bir yenilikti. Demokrasi ve katılım talebi etrafında oluşan bu hissiyatın, bir araya gelmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

İmamoğlu evet, katılımcılıktan, özgürlükçülükten, eşitlikçilikten söz ediyordu. İtaat, iktidar nimetleri gibi şeylerden söz eden Yıldırım'dan bu nedenle daha fazla destek aldı, nefes almak isteyen seçmen kitlesinden.

Adalar için de seçimler sonrasında İBB ve STK'lar kimi zaman yönetimsellik deneyimleri açısından bir "pilot" uygulama olması konusunda anlaşmış gibi gözüküyorlardı. Bu açıdan programda İBB Şehir Planlama Müdürlüğü'nün hazırlamakta olduğu Adalar Koruma Planları'nın hazırlık sürecindeki katılım modelinin tartışılması anlam taşıyor.

Birinci tartışma konusu: Katılımdan anlaşılan şeyin ne olduğu

11 Ağustos tarihindeki Açık Radyo'daki Dünya Mirası Adalar programının başlığını referans alan bu yazının tartışma konusu şu: Katılım kavramını Büyükşehir Belediyesi nasıl yorumluyor? Bu süreç demokratik normlar açısından nasıl değerlendirilebilir? Bilgi üretiminde katılımcı, eşitlikçi, özgürleştirici bir yöntem izleniyor mu? Yoksa yönetim kendisini merkeze alan bir yöntem mi izliyor? Planlar hazırlanırken paydaşlar, STK'lar ile nasıl bir ilişki kuruluyor? Planlara katılım yöntemi için "çok paydaşlı" deniyor. Peki katılımdan yalnız halkın ve uzmanların görüşünün alınması mı anlaşılıyor? Çerçevelendirme, yönlendirici fikirleri geliştirme aşamasından başlayarak bir eşitlikçi, işaretsizleştirici, dışlayıcı olmayan bir katılım öngörülüyor mu? Yoksa katılımdan söz edilse bile kapasiteler resmî kurumların altında mı örgütleniyor? Uygulamalar ile planlama eylemsellikleri arasında bir ilişki kuruluyor mu? Örneğin ulaşım kararları ile planlar ilişkili olarak mı ele alınıyor? Yoksa geçmişteki gibi (2011) ayrı bir çalışma olarak mı gerçekleşiyor? Geçiş Dönemi Yapılaşma Koşulları'nın belirlenmesi ile bir bağ kuruluyor mu? Korumanın değer sistemini oluşturan miras envanteri katılımcı bir yöntemle ele alınıyor mu?  Kıyıların, müşterek alanların yönetimi için bu süreçte katılımcı, kamusal nitelikli bir deneyim üretiliyor mu? 

Kim seçilirse seçilsin, siyasetçilerin tek başlarına yapabilecekleri bir iş de değil. Bu açıdan yalnızca yönetimlerin ne yaptıklarına bakmak yetmiyor. Katılım süreci çoğu zaman siyasetçiler tarafından değil, imtiyaz şebekelerini kontrol eden simgesel sınıflar ve kamu ile sekülerleşmemiş, iç içe girmiş ilişkiler tarafından şekillendiriliyor. Dolayısı ile tasarımın içeriğinin bir "tasarım rejimi" tarafından yönlendirildiği görülüyor. Bu rejim katılımın karakterini belirliyor.

Bu nedenle rejimin aktörleri katılımı koşullandırıyor. Örneğin katılımı halkın katılımı gibi göstererek nesneleştirici bir bakışla popülist bir simgeleştirmeye indirgiyor, planlara katılımı. Çalıştaylar, anketler, toplantılar... Daha demokratik gibi gözüken bir temsil yöntemi gibi gözüküyor bunlar elbette. Ancak bunun da sonuç odaklı bir yaklaşım olduğunu, sürece ilişkin bir gelişme sağlayamayacağını söylemek gerekiyor. Gene yukarıdan bakan, bilen özne ve katılımcılık adı altında nesneleştirilen sivil toplum.

Özellikle uzmanlık konularında kimi zaman konuları konukların perspektifiyle sınırlandıran, sanki kendisini görünmez kılan, farklı bakış açılarının olabileceğini yansıtan değil de sanki değişmez bir özü varmış gibi kendisini silikleştiren bir yaklaşım olduğu görülüyor.

İkinci tartışma konusu: Planlarla eylemsellik arasındaki bir ilişki var mı?

Bu sorulara cevap verebilmek için zannedersem retorikler, söylenenler, ya da içerikler kadar eylemliliklere, öncelikli konulardaki süreçlere, karar alma biçimlerine ve diğer aktörlerle ilişkilere bakmak gerekli.

Afetler ve kriz yönetimi: Planlama süreci içinde herhalde ilk ele alınması gereken, aciliyetle katılımcı ilişkilerin kurulması gereken öncelikli bir başlık: Çoğu zaman bu tür olağanüstü durumlarda yenilikçi deneyimlere kapılar aralanır.  Soru şu: Planların öncelikli bir konusu olan afet ve kriz yönetimi yapılanması ile nasıl ilişkiler kuruluyor? Pandemi koşullarının gerektirdiği yapılanma bu çok aktörlü, çok öncelikli hazırlık için bir deneyim fırsatı sunuyor mu? Büyükşehir tarafında böyle bir ilişkinin kurulmak şöyle dursun, tam tersine iletişimin askıya alındığı görülüyor. Elbette bunun bir de karşı tarafı var: Sivil taraf mahalle bazında ağlar oluşturmaya çalışırken, çok yönlü bir yerel izleme, eylem planı oluşturmaya çalışırken acaba temsilcileri aracılığıyla köprüler kurmakta yeterli başarıyı sağlayabiliyor mu?

Ulaşım kararları: Adalar'da bir taraftan ulaşımla ilgili radikal kararlar alınırken bunun planlama süreci ile hiçbir ilişkisinin olmadığı görülüyor. Oysa planların geçmişinin de, ulaşımla ilgili bu kararların da oldukça uzun bir süreye yayılıyor. Yani bu kararlar sanıldığı gibi aniden ortaya çıkmış değil. Burada gene sivil tarafın da yalnızca sonuçlar üzerinden gerçekleşen itirazlarını ve eşitlikçi olmayan bir modeldeki katılım talebini de sorgulamak gerekiyor.

Kültür mirası envanteri/değer sisteminin oluşumu: Plan hazırlık sürecindeki gene ilişkisizlik örneği Büyükşehir tarafından hazırlanan Adalar Kültürel Miras Envanteri.

Bu içerik elbette ki önemli. Ancak tasarım açısından farklı iddialar ve yönetim erkinin dışında sekülerleşmiş bir bilgi üretimi gerektiren bu konunun birkaç danışman hoca eşliğinde kapalı bir süreçte gerçekleştirilmesi tam da koruma anlayışından nasıl bir bakışın hâkim olduğunu gösteriyor. Böyle tepeden inmeci bir yaklaşımla, mimarlık eserlerinin tescil edilerek korunacağını hayal etmek tam da uygulamada tepkisel güdüleri motive eden, nesneleştirici bir yaklaşımla yaratıcılığı felç engelleyen bir uygulama biçimi. 

Geçiş dönemi yapılaşma koşulları: Bu konu da artık bilinen usullerin, uygulama şekillerinin dışına çıkmış vaziyette.  Planların hazırlık sürecinde gerçekleşen önemli bir aşama da Koruma Kurulu tarafından ilan edilen "Geçiş Dönemi Yapılaşma Koşulları". Yönlendirici planların iptali ile başlayan süreçte aşağı yukarı uygulama planlarında itiraz edilen bazı parsellerin imara açılması gibi hususlar yeniden gündeme geldi ya da getirilmeye çalışılıyor.

Bu nedenle gördüğüm kadarıyla bu karar planlama sürecine bir tür müdahale biçiminde gerçekleşti. Peki bu planlama sürecinin, hani Büyükşehir'in "çok-paydaşlı" dediği planlama modelinin bu fiili gelişmeyle bir teması oldu mu? Bu durumu dikkate aldı mı? Tartışma alanı oluştu mu? Büyükşehir'in planlarla ilgili hazırlık süreci bu kararı etkiledi mi? Büyük bir olasılıkla tıpkı yerel belediyenin yönlendirici planları Büyükşehir'in işi olarak görmesi gibi, Geçiş Dönemi Yapılaşma Koşulları hakkındaki kararların Kurul ve Adalar Belediyesi'nin işi olarak görüyorlar ve bir iletişim, etkileşim yok.

Bunun gibi daha bir dolu başlık var, ama burada durayım.

 Üçüncü tartışma konusu: Planlama, tasarımda ve politikada demokratik ilkeler

Mimarlık, tasarım, planlama faaliyetlerinde öne çıkan, ilgimizi çeken konular sürekli içeriğe dair sorunlar. Onları öğrenmeye, tartışmaya çalışıyoruz. Geçmişte, on yıllardır Adalar'da hazırlanmakta olan Koruma Planları'nda da böyle oldu. Ancak karşımıza sonuçlar çıktığında bilgi sahibi olduk ve itiraz etmek zorunda kaldık.

"Ortaya somut bir şeyler çıksın, sonra tartışalım ya da itiraz edelim" görüşüyle özetlenebilecek bu katılım modelinin aldatıcı, pasifleştirici bir yöntem olduğu çok açık. 

Çünkü planlama süreci aktörler, eylemler, arzular, talepler arasında bir etkileşim içeren bir süreç. Tartışmak için bu sürecin bitmesini beklemek, sivil tarafa "bu iş sizi ilgilendirmez... siz kenarda oturun" demekten başka bir şey değil.

Bu nedenle yalnızca planların bize gösterdiklerine bakmanın yetmediğini, göstermediklerine bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Sorguladığımız şu: Acaba yerinde bir karar mı, değil mi? Elbette ki içerik önemli ve tartışmak gerekiyor. Örneğin Adalar'daki uygulama planları sahillerdeki, kıyı görünümünü, kültürel peyzajı oluşturan değerli parselleri imara açmayı hedefliyordu.

Bu durumda ne yapabilirsiniz? Elinizden geldiği kadar itiraz etmekten başka yapacak bir şey yok. Ancak içeriği konuşmaya zorlandıkça, bize bu dayatıldıkça biz yalnızca itiraz eder bir pozisyonda kalıyoruz ve karar alma sürecindeki asimetriyi sorgulayamıyoruz.

Bu planların, temsillerin, tasarımların gösterdiğini dikkate almama, önemsememe, içerikten vazgeçme önerisi değil.

Elbette ki içerikten, tasarımların bize ne gösterdiğini tartışmaktan vazgeçelim ya da onunla ilgilenmeyelim demiyorum. Tam tersine, bu içeriklerin ne gösterdiğinin, nasıl bir güç ilişkilerine dayandığının anlaşılması için onu da sorgulamaya dahil edelim demeye çalışıyorum.

Örneğin kamu kararları üzerinde güç ilişkilerini, kapasitelerin nasıl oluştuğu... İmar planlarında sürekli elde edilecek yapılaşma hakkının arzulanması, yukarıdan alınan koruma ve planlama kararlarına karşı kurnazca yöntemler, hileler geliştirilmesi...  Bunları halkın rant hırsı, çıkar elde etme girişimi olarak görmek mümkün. Ama aynı zamanda şiddet karşısında şehirsel hareketliliğin semptomatik görüntüsü olarak okumak da mümkün. Hele hele bu mekanizmanın sürekli eşitsizlik yaratarak, çok daha büyük bir kesimin, neredeyse herkesin aleyhine çalıştığı fark edilirse.

Planlama gibi teknik bir konu gibi gözüken bir süreçte benim açımdan sorun temsilin kendi üzerine nasıl kapandığı, asimetriyi nasıl ürettiği, özneleri işaretsizleştiren bir "fetişizm" halini aldığı koşulların nasıl oluştuğu.

Türkiye'de koruma, kültürel miras, imar konuları bir imtiyaz ve kapalı şebekeler alanı.

Dünya Mirası Adalar gibi bir sivil girişimin bu şebekelerin denetimine, etkisine girmeden, resmi yapılarla piyasa aktörleri gibi imtiyaz peşinde koşmadan Adalar'daki varlığı bile bence büyük bir başarı. Bu yüzden mutlaka birilerine rahatsızlık verdiği de oluyordur.

Üstelik örneklerini ahbap çavuş ilişkilerinde bolca gördüğümüz yıpratma, dışlayıcı yargılarla hareket etme yöntemleri çok fazla. Bunu kamu kurumlarında olanlar, kamu gücünü kullananlar ve onların etrafına saçaklanan "sivil toplum" yapmaya başlayınca o rejim zannedersem faşizan özellikler kazanıyor.  Bu nedenle kültürel mirası korumaktan, katılımdan söz etmenin böyle bir anlamı da var.

İşte bu yüzden artık koruma, planlama uygulamalarındaki modelin, bir şeylerin, özellikle eylemselliklerin kesinlikle gözden geçirilmesi gerekli.