Haftanın kitabı // Okumak ya da okumamak; bütün mesele bu mu!

-
Aa
+
a
a
a

“Eleştirisini yapacağım bir kitabı asla okumam; insan o kadar etkileniyor ki.” Elimdeki kitabın henüz epigraf sayfasındayım ve Oscar Wilde’ın bu cümlesi karşıladı beni. Üstelik elimdeki kitabı, tam da hakkında bir yazı yazmak (eleştirisini yapmak) üzere okumaya başlamıştım. İşin içinde mutlaka bir ironi vardır diye tahmin ederek okumaya devam ediyorum ama bu sefer bir alıntı değil, bizzat kitabın yazarı da benzer bir telkinde bulunuyor: “Bu denemenin ileriki safhalarında görüleceği gibi, bir kitaptan doğru olarak bahsedebilmek için bazen o kitabın tamamını okumamış olmak, hatta kitabın kapağını bile açmamak daha iyidir.” 13. sayfadayım, yani artık kitabın kapağını açmış bulundum bir kere; yazara bu noktada pek kulak asmayıp devam ediyorum... Ama ne mümkün! 29. sayfada da Robert Musil’in Niteliksiz Adam romanındaki kütüphaneci karakterinden şöyle bir alıntı var: “‘Nasıl oluyor da bütün bu kitapları tanıyorum, bilmek istediğiniz bu, değil mi? Bunu söyleyebilirim size: O kitaplardan hiçbirini okumadığım için!’”

Kitaplarla “normalden” biraz daha fazla içli dışlı olan herkesin başına gelmiştir eminim. Evinizdeki kütüphanenin karşısında yan yana durduğunuz misafiriniz sorar, “Bunların hepsini okudun mu?” (Fazlasıyla klişe gibi görünebilir ama oluyor gerçekten de!) Bu soru, akla ilk Enis Batur’un cevabını getiriyor: “Hayır tabii, bunlar okuduklarımın yalnızca bir kısmı.” Enis Batur’un böyle bir cevap verip vermediği bir tarafa, öylece ayakta dikilirken, tatmin edici bir açıklama yapmak kolay değil. Çünkü kitapları nasıl sınıflandıracağınız, aslında onlarla olan ilişkinizin sınırlarına bağlı. Evet çok kitap okuyan biri değilseniz, kitapları “okuduklarım” ve “okumadıklarım” olarak ikiye ayırabilirsiniz pekâlâ. (Okunmayanlar tarafı ağır basacaktır hiç kuşkusuz.) Ancak kitaplarla olan ilişki derinleşmeye başladığı zaman “okuduklarım” ve “okumadıklarım” kategorilerine yeni altbaşlıklar eklemek kaçınılmaz oluyor. Ne de olsa kitaplarla “normalden” biraz daha fazla içli dışlı biri olarak, aynı zamanda iyi bir dergi okurusunuzdur (yeni çıkan kitaplar hakkında yapılan tanıtımları/incelemeleri yakından takip ediyorsunuzdur), gösterime giren uyarlama filmleri artık daha farklı bir gözle izliyorsunuzdur, kitapçılarda daha çok vakit harcıyorsunuzdur... Dolayısıyla “okudum” ya da “okumadım” arasındaki sınır giderek inceliyor ve hatta bir süre sonra hiçbir sınır kalmıyor. Gönül rahatlığıyla “okudum” diyemeyeceğiniz bir kitap hakkında aslında ayrıntılı fikir sahibiyseniz (hakkında yazılan bir inceleme yazısı okumuş olabilirsiniz, filmini izlemişsinizdir, göz gezdirmişsinizdir, yazarın diğer kitaplarını biliyorsunuzdur vb.) aynı rahatlıkla “okumadım” da diyemezsiniz... Ya da “okumadım” demeyi pek tercih etmezsiniz zaten; içinizden gelmez. Tüm bu ikilemler, “Bunların hepsini okudun mu?” sorusunun cevabını geciktirmeye, dahası, berrak bir cevap verememeye doğru sürükler sizi... İşte Pierre Bayard’ın Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz? isimli çalışması, bu noktada yol gösterici olabilir.

Üç bölüme ayırdığı kitabında Bayard, ilk bölümde, belli başlı okumama türlerini ayrıntılı olarak inceliyor. Mesela, kitap boyunca kısaltma olarak da kullanacağı şöyle kavramlar ortaya atıyor: Bilmediğimiz kitaplar (BK), göz atıp karıştırdığımız kitaplar (GAK), hakkında konuşulduğunu duyduğumuz kitaplar (DK), okuduğumuz ama unuttuğumuz kitaplar (UK). Üstelik bu yeni değerlendirme sistemini iyi bilinen bazı yazarlar ve eserleri üzerinden örneklendiriyor: Göz gezdirilen kitapları Paul Valéry üzerinden, hakkında konuşulduğunu duyduğumuz kitapları Umberto Eco ve –belki de ismi anılınca ilk akla gelen romanı– “Gülün Adı”ndan yola çıkarak, unuttuğumuz kitapları da Montaigne’i ve onun “Denemeler”ini merkeze alarak ele alıyor. İkinci bölüm, kitabın adına da yansıdığı şekilde, okumadığımız halde bir kitap hakkında konuşmak zorunda kalabileceğimiz somut durumların analizine ayrılmış. Giderek daha da zorlaşan durumları örneklendirmiş Pierre Bayard; bir profesörün karşısında okumadığımız bir kitap hakkında konuşmak, sonrasında bizzat yazarının karşısında okumadığımız kitabı hakkında konuşmak ama daha da çetrefillisi, sevdiğimiz kişiyle... Kitabın son bölümü de, “okumadan geçen bir hayat boyunca derlenmiş bir dizi basit öğütten oluşuyor” şeklinde özetlenebilir; utanmayın diyor Pierre Bayard, özellikle, okumamayı “ayıp” sayan toplumun yaratacağı suçluluk duygusundan sıyrılın diyor!

Burada bir parantez açıp, yazının sınırlarını zorlamamak adına ayrıntısına inemeyeceğim ama Bayard’ın ortaya attığı bu “okumama kuramı”nın temellerini güçlendirdiği için özellikle gözden kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm başka yeni kavramların da en azından adını analım. Örneğin kitaplar için “hayalet-kitap”, “iç kitap”, “perde-kitap”; kütüphaneler için “sanal kütüphane”, “kolektif kütüphane”, “iç kütüphane” gibi “tip”ler oluşturmuş Bayard. (Perde-kitap kolektif kütüphaneye, iç kitap iç kütüphaneye, hayalet-kitap da sanal kütüphaneye aittir.)

Oscar Wilde epigrafıyla başlayan kitap, yine bir Oscar Wilde bölümüyle bitiyor. Okumaktan sakınma meselesi, bir de Oscar Wilde penceresinden tekrarlanmış. Sonuç olarak, “okumayın, okumayın” diyen bir kitabın sonuna gelmeyi böylelikle başarıyorum! Şimdi, evdeki kütüphanenin karşısında, bana, “Bunların hepsini okudun mu?” diye soran misafirle yan yana görüyorum yeniden kendimi. Bu sefer, özgüvenle, “Evet, hepsini okudum,” diye yanıtlıyorum; “en azından hepsini şöyle bir karıştırmışımdır”. Gelebilecek herhangi bir itiraza nasıl karşılık vereceğimi de biliyorum üstelik: “Fransız yazar akademisyen Pierre Bayard’ın şöyle bir kitabı var, bak, ne diyor 75. sayfada: ‘O halde ‘okunmuş’ bir kitapla sayfaları karıştırılmış bir kitap arasında öyle büyük bir fark yoktur.’”

 

 

(Bu yazı ilk olarak Remzi Kitap Gazetesi'nin Şubat 2016 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)