"Tanımlanmaktan Asla Hoşlanmıyorum"

-
Aa
+
a
a
a

Evrim Altuğ: Senin yapıtlarınla birlikteyken etkisini kuşkusuz koşulsuz hissettiğim bir şey varsa, o da müzik. Müzikle görselliğin arasındaki ilişkinin geçmişinden söz eder misin?

Haluk Akakçe: Esasında müzik çok eskiye dayanıyor. Müzik, kendi hayatımda benim için son derece tamamlayıcı bir öğe. Her gittiğim yerde ya da evde mutlaka, bir altyapı olarak müzik hep oluyor. O olmadan kendimi çok rahatsız hissediyorum. Birisiyle beraberken de, yalnızken de mutlaka müzik söz konusu.

EA: Bir atmosfer olarak müzik mi?

HA: Evet biraz öyle. Aynı zamanda belli bir şey. Ben ilk çalışmalarıma başladığımda tamamıyla otomatik çizim yapıyordum. O da tamamıyla belli bir ritme kendimi bırakıp, önceden kararlar almadan çalışmama vesile oluyor. Müziğin akışının beni bilinçli olarak etkilemesine müsaade ediyordum. İlişki böyle başladı.

EA: Sergide yer alan çalışmalarından birinde, "Hassas Denge"de, Bach dinliyoruz.

HA: Evet bu Bach. Devamlı dinlediğim müzisyenlerden.

EA: Bach’ın müziği matematiği ve evrensel olanı buluşturuyor olmalı...

HA: Evet aynen öyle. Aynı zamanda çok fazla sürprizi olmayan, hazırlayıcı bir müzik olarak da Bach’ı seviyorum. Bir strüktür veriyor. Mozart’tan bunu bekleyemezsiniz.

Onun dışında bir çok yabancı klasik müzik yapıtına ilgi duyuyorum. İlahi müzik ise özellikle ilgi duyarak dinlediğim bir müzik biçimi. Bunun dışında vokal müzikten ziyade enstrümantal ve elektronik müziği de çok fazla dinliyorum. Görsel müzik benim için oldukça önemli. Birtakım sesleri, müziği, hacimlerini görebiliyorsam, bir takım sesler bende görsel bir dünya oluşturabiliyorsa bu ayrımı yapabiliyorum. Sözlü müziklerde dikkatim dağılıyor. Atmosferle bütünleşemiyorum. Videolarda kullanılan müzik de aynı şekilde. İleriki safhalarda besteci bir arkadaşımla özel besteler ortaya çıkarmaya başladık. Kendisi elektro–pop ağırlıklı çalışan genç bir müzisyen.

"Biraz Hitchcock"

EA: Desenlerin, düzenlemelerin ve videolarınla bir bütün yapıt peşinde koştuğun izlenimini veriyorsun.

HA: Evet. Aynen öyle. Yaşamımda hepsi bir bütünlük arz ediyor. Geçtiğim tecrübeler birbirinden çok farklı. Biri tamamıyla yalnız olmayı gerektiren, kişisel bir sorgulama, ki desenlerin çoğu için bu durum böyle; onun dışında enstalasyonlara ve videolara baktığın zaman o biraz daha entelektüel, hakikaten aylarca beni düşündüren, aylarca not aldığım şeylerin, yazıların, müziklerin, birtakım derlemelerin yeniden sunumu, diyalog kurma düşüncesi, bilinçli olmasa da bilinçaltında hep var. Görsel olarak yalnızca, düşüncem neyse onu ortaya koymaya çalışıyorum.

EA: Boşluğu da çok fazla kaale alıyorsun. Mesela bazı desenlerin -öylesine boşlar ki- adeta desenlerindeki varlıkların ya da cisimlerin üzerine kapaklanıyor; onu adeta boğuyor. Boşluğu en az desen kadar önemsediğini söyleyebilir miyim?

HA: Evet, boşluk ya da yokluk diyelim. Aynı zamanda kağıt üzerinde çalışırken, ben hiçbir zaman onu yüzey olarak görmüyorum. Daha sonra fark ettiğim bir şey bu. Benim için üç boyutlu bir boşluk o. Tanımlayamadığım şeyin varlığını belki de onun yokluğuyla ifade edebilme durumu bu. Figürlere şimdi baktığımda dikkatimi, ilgimi çeken şu: Bir birey ortaya çıkıyorsa, hiçbir zaman birden fazla şeyi bir arada kullanamıyorum. Aynı zamanda boşluğun ifade ettiği korkuyu, sevinci veya gücü onu çizerek değil de, kişilerin yüzündeki ifadelerle ortaya koymaya çalışıyorum. Biraz Hitchcock’un yapmaya çalıştığına da benziyor.

EA: Platform’daki düzenleme eserin "hiç”te, bizi acayip bir tersyüz olma durumuyla karşı karşıya getiriyorsun. Bilindik espas ya da perspektif nüvelerini kullanarak, gerçeklikle sanallığı buluşturuyor, karşılaştırıyorsun. Doğada olmayanı teknolojiye, teknolojide olmayanı doğaya yeniden sunuyorsun.

HA: Evet orada öyle bir şey vardı. Onu oluştururken, insanların içine gireceği mekanı, üç boyutlu yaşam mekanı simülasyonunu gerçekliğin içinden sunmak kaygısı var. Bilgisayarda bir mekanı çizmiş olsaydım, aynen gördüğünüz gibi olacaktı. Onu yaparken iki amacım vardı. Bir; mekanın ölçeğini farklılaştırabilmek, alışılagelmiş olan kör edici beyazın etkisini ortadan kaldırarak o mekanın iskeletini yeniden ortaya çıkarmak. Mekanın içinde “grid”i, (parsel) oluşturmak istedim. Çok basit bir şey. Mekanı, düşünce sürecine geri götürmek gibi bir şey.

EA: Haluk Akakçe insana ve teknolojiye ne kadar güveniyor?

HA: Esasında teknolojiye hiç güvenmiyorum. İnsana da hiç güvenmiyorum. İnsana birey olarak güveniyorum da, esasında toplumlara güven duymak çok zor. Ya da toplumdan ziyade, insanların birlikte oluşundan ortaya çıkabilecek etkileşimleri bana çok enteresan geliyor. Mesela Platform’da da, Galerist’te de gördüğünüz siyah beyaz yapıt tamamen bunu anlatır. Bir eleman tek başına olduğu zaman o mekan içinde varoluşu ve tanımlanışı çok farklı; fakat onlar bir toplum haline geldiklerinde oluşturdukları varlık, kendi bireysel tanımlarını yitirmelerine sebep olduğu gibi, çok daha farklı bir şeyin oluşumuna da yol açabilir. Bunu çok ilginç görüyorum. Artık teknoloji bunu yapmamızı da kolaylaştırıyor. Çünkü fiziksel zorunluluklara gerek duymadan, artık insanlar olarak kullandığımız internet ve telekomünikasyon sayesinde çok farkı ilişkiler kurabiliriz. Ne kadar açık konuştum bilmiyorum... O siyah beyaz iş, ilk defa yaptığım en basit iştir aslında. Bu iş, deneme yanılma sonucu ortaya çıktı. Benim de birşeyler öğrenmemi sağladı.
Çiçek formu gibi, ama aynı zamanda insan yapımı, plastik görüntüsüyle bir form bu. Fiziksel, fakat ağırlığı olmayan. Esasında tamamıyla rengi ya da ışığı kaldırarak onu daha da esrarengiz hale getirdikten sonra ben bu objeye bir yaşam programladım. Kompozisyonu farkı zamanlarla oluştururken, hiçbir zaman ortaya neyin çıkacağını bilmiyordum. Bizim bir objeyi keşfetmemiz, öte yandan bir objenin bir mekanı bizim gözümüzün önünde keşfetmesi durumu, sonra diğerlerinin onu takip etmesi... Tamamıyla farklı zamanlamalarla, yoğunluklarla bir arada olmalarından ne çıkacağını ortaya çıkartıp filme aldım. Bu iş bu şekilde ortaya çıktı. İnsanları değil de, insanların birbirlerinde ortaya çıkartabileceklerinden ve teknolojinin buna nasıl çok basit bir şekilde aracı olduğundan biraz endişe duyuyorum.

Bireyselliklerini yok etmeleri durumu. Birey olmaktan çıkıp, toplum haline geldikleri zaman, o toplumu oluşturan elemanları artık kaybetmeleri.

“Bilinmeyene saygılıyım”

EA: Zaten neredeyse senin yapıtlarının ana içeriği, yabancılaşma.

HA: İşlerimde yabancılaşma çok eskiden beri var. Ya da farklılığın farkına varma durumu. Toplum içinde bunu anlamaya çalışma isteği.

EA: Bir tür inziva da söz konusu aynı zamanda. Kapalı mekanlar, yarı açık mekanlar... Senin yaşamın da böyle mi?

HA: Telekomünikasyonun yaptığı bir şey var şu anda: Şehir hayatı parçalanmaya başladı. İnsanlar tek başlarına da temel ihtiyaçlarını gideriyorlar. Sana öyle bir mekan sunuluyor ki artık, kapalı ya da açık oluşunun hiçbir önemi kalmadı. Belki ilerde içinde özgür olabilirsin. Yaşam süreci içinde şahit olduğum gelişme, dünyanın ortaya koyduğu yeni gelişmeler, mesela genetik, bir illüzyon yaratıyor.

EA: Bu metanet, bu sağduyuyla bilinmeyeni korumaya mı çalışıyorsun?

HA: Bilinmeyene saygılıyım. Ben hep şeyi düşünürüm. Bunları elle çizerken önceki dönemlerde düz çizgilerden daha organik olana yaklaştığım bir dönem var. Evet orada formal bir özgürlük ortaya çıkıyor. Ama bu çok kontrollü. Bu bende bir ikilem yaratıyor.

EA: Keşfedilmekten korkuyor musun?

HA: Evet. İşlerime baktığım zaman esasında tanımlanmaktan hoşlanmıyorum. Ama ortaya çıkardığım herşeyin de belli bir tanımı var. İnsanlar baktıkları vakit, bunun bana ait olabileceğini söyleyebiliyorlar. New York gibi bir “market"in tüketim sürecinde insanlar seni hemen tanıyabiliyorlar. İzlerim, markalaşıyor. Farklı işler üreten sanatçılar nadiren kimliklerini ortaya koyuyor, anonimleşmeye gidiyorlar. Siz çizgi gibi ilkel bir komünikasyon nesnesini kullanınca, bu insanların dikkatini çekiyor. Bu farklılaşmanın getirdiği “keşfedilme” durumundan korkuyorum.

EA: Şu anda ilgini en çok çeken şey nedir?

HA: Aklıma gelen duygu ve düşünceleri nasıl materyale dönüştürebilirim? sorusunun peşindeyim. Uzaklaşmadan.

EA: Şiire çok yakınsın. Bilişsel değil, daha duygusal...

HA: Bu safhalar birbirlerini çok dengeleyen safhalar. Birisi ben çalıştığım sırada benim farkımdaysa, ben hiçbir şey yapamam. Örneğin gece çalışırım. Perdelerim kapalıdır. Kendimi dışarı çıkınca suçlu gibi hissederim.

EA: Videoların “Ölüdoğa"da ve "Kanbasıncı"nda kendimi günah çıkarma anına yaklaştırdım...

HA: Evet. Videolarda, çizim mekana dönüşünce ortaya çıkan yeni dille bir diyalog ortaya koymaya çalışıyorum. Mekanı bir diyaloğa tanık edebilirsin. Kocaman bir duvara resim yapmakta anlam bulan sanatçılardan değilim. Bendeki, duvara çalışırken, başını ve sonunu göremeyeceğin, anlayamayacağın bir şey ortaya koymak. Bunu anlayabilmek için onunla deneyim halinde olman gerekiyor. Bir an için ilişkiden ziyade, mekanın kendisi üzerine. Mekanın benim için nasıl çalışacağı sorusu önemli. Buradaki enerji, insanlar, hareket vs. çok etkili. Sadece kendim değilim söz konusu olan. Dolayısıyla psikolojik bir tecrübe ortaya çıkıyor. Videolarda ise daha entelektüel, bireysel bir süreç söz konusu. İlgimi çeken müzik parçalarından bir arşiv hazırlıyorum. Görüntü kurgusunu akustik yapıyla buluşturuyorum. Videolar, yalnızlığın ötesinde, nota defteri gibi. İnsanları, metrolarda, duraklarda kendi düşünce evrenleri ve mekanları içinde gözlemlemek son derece önemsediğim bir faktör.

Bir tür Art Nouveau mu?

EA: Akakçe sanatına egemen olan dile bir tür “Cyber Art Nouveau" denebilir mi?

HA: Bu gözlemi bir eleştirmen de 6. Uluslararası İstanbul Bienali sırasında yapmıştı. O dönemde Art Nouveau üzerine o kadar kapsamlı bir bilgiye sahip değildim.Bu yorumu yapan dergiler oldu. Bu dikkatimi çekti. O sırada İngiltere’de, bir Art Nouveau dönem sergisi açılmıştı. O noktada dünyanın şu sıralarda geçirmekte olduğu dönem ile Art Nouveau’nun oluştuğu 100 yıl önceki dönem arasındaki paralellikler dikkatimi çekti. İki dönem de farklı görsel dillere karşın, benzer kaygılarla varlığını gösteriyordu. Araştırma yapmaya başladım. Tasarımdan mimariye kadar, Belçika’daki binaları gördüm. Dönemi daha iyi anlayabilmek hoşuma gitti. Çok fantastikti. Bunun işimi etkilemesine izin vermeyeceğim. Hesaplaşabilirim ve korkmuyorum.

EA: Şu meşhur 11 Eylül, seni nasıl etkiledi? O sırada New York’ta mıydın?

HA: Olay sırasında stüdyomdaydım. Arka penceresinden binalar görünüyordu. Önce herkesi gibi, korku. Sonra bir televizyon bağımlılığı. Kendi gözlerimle görebiliyorken, olayı televizyonlarla birkaç açıdan görme durumum oldu. En önemli etkisi, traş olmadan dışarı çıkamaz oluşum oldu. “Yabancı”lığımı daha çok hissettim. Bunu biliyorlar, hissediyorlar mıydı? Suçlu muydum? Medyanın tepkiselliği, olayın dini kökenleri oluşu, insanın yabancı olduğunun daha çok farkına varmasını sağlıyor. Bu insanı çok farklı katmanlarda etkileyen bir olay. İnsan olarak tepki gösteriyorsun. Kendi yaşamını, kısalığını sorguluyorsun. Önce yabancı, sonra Türk olarak insanların senin hakkında ne düşündüğünü çok merak etmeye başlıyorsun.

EA: Kendi ülkene ve sanat ortamına nasıl bakıyorsun?

HA:Platforma bu işleri yerleştirirken sergi kataloglarına baktım. İlgilendiğim, takip ettiğim bir iki kişi vardı. Baktığım zaman ne kadar farklı olduğumu fark ettim. Uzaylı gibiyim. Ben burada olsaydım ne olurdu, diye düşünüyorum. Benim gerek TV, gerek kitaplar olsun, birtakım şeylere ilgim vardı ama, Amerika’ya gittikten sonra sanıyorum, kendimi oraya çok iyi bir biçimde adapte ettim. Bilinçli olarak kendi kültürüme ait bir şeyin beni etkilemesine izin vermedim. “Halı deseni” yapmak zorunda olmayan biri olarak, belli TV şovlarını izleyerek büyüdüm. İnsanlar işlerime baktığı zaman işlerimi kabul edebilecekler miydi? Japon mu olmam gerekiyordu ? Bunlar var kafamda... İnsanların seni anlaması, tanıması gerekiyor. Bu bir lüks. Sonuçta işi istediğim gibi yerleştirdim mi, tamamdır. Kritikleri de, dergi okumayı da bıraktım artık. Tamamıyla yaşamın kendisine konsantre olmaya çalışıyorum. Eskiden daha çok hayal alemindeydim. Tam bir izolasyon içindeydim. Ama artık çevreme daha çok bakıyorum. Kafamdaki fikirler, teknolojinin pahalılığı nedeniyle çok zor. Yapı olarak, elinde olmayanı düşünen bir insan değilim. Teknolojinin size sunduğu birçok olanak var. Ben işin, tecrübe olarak ortaya konmasını seviyorum. Duvar resimlerim satılabilir şeyler değil örneğin.

Haluk Akakçe; sergileri ve kısa CV’si