İskenderiye'den Notlar

-
Aa
+
a
a
a

Raziye Kubat

İskenderiye Kütüphanesi'nin organize ettiği “Imagining the Book” konulu sergi ve workshop 10 Eylül - 10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. 30 ülke ve yaklaşık 100 sanatçının katılımıyla “kitap” konseptinde oluşturulan en büyük sergilerden biri oldu. Resim, heykel, cam, tekstil, ağaç, video, enstalasyon, el yapımı kağıt, gravür, litografi, serigrafi, fotoğraf ve daha bir çok tekniği ustaca kullanan dünyanın çok farklı coğrafyalarından gelen

sanatçıları İskenderiye ve İskenderiye Kütüphanesi ev sahipliği yaptı. Türkiye’den ben ve Selda Asal katıldı. İskenderiye sergisi İskenderiye ve Kahire de dahil olmak üzere benim için ilginç ve güzel bir deneyimdi.

Mısır garip ve büyüleyici ülke... Özellikle gündelik hayata katılmak ve Arap sanatçıların yapıt ve yaşantılarına tanıklık etmek; aynı zamanda Türk sanatçı olarak oradaki kimliğim, duruşum ve ağaçtan yaptığım kitaplarla benim için tam bir şoktu. Avrupalı sanatçılar, ABD, Meksika, Kanada, Japonya, Endonezya gibi ülkelerden gelen sanatçılarla workshop ve sergi gerçek bir şenlik havasında geçti. Şaşırtıcı bir uyum söz konusuydu. Kitap konseptini yapıtlarında devamlılığa ulaştırmış ve saplantılı bir şekilde kitap üreten sanatçılar bir aradaydı. Sanki, dünyayı kitap formatında görüyordu birçok sanatçı... Bu kadar çok sanatçının, ve bazılarının birbirlerinden habersiz benzer işler üretmesi güzel bir sürpriz oldu. Çalışmalarımızın onuncu gününde artık en son yapmak istediğim şey kitap okumaktı.

Arap kökenli sanatçılar kapalı bir grup oluşturdu. Filistin’den gelen sanatçıların durumu çok farklıydı. Ramallah bombalanınca ülkelerine erken dönmek zorunda kaldılar. Ülkelerinde yaşamak için direnen ve “Biz ülkemize, orada yaşayarak sahip çıkıyoruz” mantığı ile yaşıyorlardı... Onların cesareti ve insan olarak güzelliklerini paylaşmak şanstı.

Kutsal metin sendromu

Arap sanatçılar, workshop başlangıcında biraz sarsıldılar. Zamanla , yavaş, yavaş iletişim kurmaya başladılar. Japon sanatçılar, dışa kapalı grup mantıklarını son güne kadar sürdürdüler.

Serginin açılış gecesinde, proje direktörü Mısırlı sanatçı Mohamed Fathy Abo El Naga masaya yönelerek “Evet arkadaşlar, yeni projemizi gelecek yıl Bağdat Kültür Merkezi’nde gerçekleştiriyoruz. Masadaki tüm sanatçılar davetlidir!” dediğinde, Arap sanatçılar dışında hepimizin ağzı açık kaldı. Onların hayatları risklerden oluşuyordu ve risklerin hayallerini tehdit etmemesi için uğraşıyorlardı.

İskenderiye Kütüphanesi'nden bir bölüm

Arap alfabesi ve Arapça, gündelik hayatımızı hayli zorlaştırdı. Alış veriş yaparken, tramvay istasyonlarında, taksi şoförleriyle... Bazı “dini bütün” Türk insanının Arapça konusundaki kutsal metin sendromu beni gülümsetti. Bakkalın tuttuğu defter, yerlerdeki atık kağıtlar, özellikle tramvay biletlerini koruyucu dua olarak saklayabilirler ve hatta bu biletleri muska niyetine boyunlarına asabilirler diye düşündüm.

İskenderiye meydanındaki büyük kitap heykelleri dahil, yeni İskenderiye Kütüphanesi’nin ultra modern mimarisi İskenderiyeli’nin gözbebeği ve gururu haline gelmişti.

İskenderiye geçmişteki misyonunu yaşatmaya uğraşıyordu. En büyük hayal kırıklığımız, kütüphaneyi gördüğümüzde oldu. Uzay üssünü andırıyordu. İç dizaynı, labirent gibiydi...

Durrel ve Kavafis’ten bana sıcak, tozlu, herşeyin ağır çekimle gerçekleştiği, umutsuz, aynı zamanda bundan vazgeçmeme durumları kalmıştı. Hatta bu yakınlık duygusundan yola çıkarak, on yıl önce İskenderiye resimleri yapmıştım. Tabii anlatılan yılların uzak geçmişte kaldığını unutmuşum. Aynen, Pier Lotti’nin anlattığı İstanbul’un hayalini kurarak buraya gelen birinin durumu gibiydi benimkisi... Neyse ki bu duyguyu orada çabuk atlattık. Sonuçta sokaklar aynıydı; geçmişin yükünü taşıyor ve, gelecek diye bir derdinin olmadığını derinden hissettiriyordu. Her şey ağır çekimle yaşanıyor duygusu hâlâ vardı. Ve günler geçtikçe, oradaki zamanın farklı işlediğini fark ediyorduk.

“Mevlüt havası” hayatın fon müziği

Mısır’ın bir çok televizyon kanalında devamlı Kur’an okunuyordu. Sokaklarda ve hatta asansörlerde... Başlarda hoşumuza gitmişti. Ne de olsa kendi dilleriydi ve anlıyorlardı. Bizden farklıydı durumları. Zamanla bu bitmeyen mevlüt havası bizi bezdirdi. Bizim ülkemizde Kur’an okuyan hafız sesini genellikle cenaze ve mevlütlerde duyardık. Garip bir yas havası ve çaresizlik duygusu, çok yorucu olmaya başlamıştı...

Bütün bu dini unsurlara rağmen sanata olan düşkünlükleri ve bu konuda yeni bir şeyler yapmak için çabalamaları etkileyiciydi. Bir şeyleri değiştirmek için, içten içe güçlenen potansiyeli zamanla fark ettik. Bizden daha zordu işleri. Ama bir fark vardı; ekip halinde hareket ediyorlardı ve heyecanlı idiler.

Bu ülke, gizli olanın serbest olduğu duygusunu devamlı yaşatıyordu. Herşey içeride cereyan ediyordu. Lokantada kapı önünde içki içersen başına gelmeyen kalmaz, ölüm sebebin bile olabilirdi. İskenderiye sahillerinde şort ve tişört ile denize ancak girebildik. Tüm plaj çocuk ve erkeklerden ibaretti. Kıyafetleri ile denize giren kadınlar, genellikle İskenderiye’de yaşayan azınlıklardı. Arap kadınlar geceleri plaja geliyordu. Boğucu sıcaklarda, gece 4’e kadar karanlıkta serinliyorlardı.

Geceleri eğlenme şekilleri, çok ilginçti. Önceleri kadınlar ve erkekler ayrı ayrı dans ediyorlardı. Erkeklerin kadınlardan daha iyi dans ettiğini söyleyebilirim. Bizdeki bütün oryantalleri sollarlar... Öyle kıvrak, öyle feminen dans ediyorlardı ki, insanın aklından binbir türlü şeylerin geçmesine neden oluyordu. Bizdekinin tam tersi kadınlar erkeklerin dansını seyrediyordu. Düğünlerde duaları müzik eşliğinde rap tarzında söylüyorlardı. Çok etkileyici ve güzeldi...

Mısırlı Türkleri hâlâ çok seviyor ve Osmanlı dönemini saygıyla anıyordu. İstanbul’dan geldiğini söylediğinde, konu açılıyor ve muhakkak birinin, büyük büyük babasının Türk olduğunu ve Türkiye’yi çok görmek istediklerini anlatıyorlardı.

En büyük kontrastı Japon ve Koreli sanatçılar oluşturdu. Japon sanatçıların workshop’larına büyük ilgi gösterildi. Son günlerde, dil konusu gündemi tavana vurmuştu. Çünkü workshop’lar, Japonca ve Arapça düzenlendi. Tüm enerjimi toplayarak Arapça anlamaya çalıştım... ve az da olsa artık anlıyordum. Türkçe’deki Arapça kelime bolluğu işimi kolaylaştırdı. Tek problem aksandı.

Yokluktan var eden sanatçılar

İskenderiye’nin neden bu kadar özel olduğunu, Kahire’yi gördüğümde anladım.

El yapımı kağıt konusunda Mısırlı sanatçılar öyle ustaydılar ki, demirin pasından bile kağıt yapar duruma gelmişlerdi. Oluşturdukları dokular ülkelerinin mührü diyebilirim. Bizim Anadolu kilimleri ve halıları gibiydi.

Ülkelerinin iklimi gibi tozlu, sıcak, derinlere kaymış ve çıkmak istemeyen, gösterişten uzak ve doğada kendilerini saklayan, var ve yok arası gibi bir şeydi. Mısırlı sanatçıların çoğu, yokluktan var edip dönüştüren ve herşeye rağmen ayakta durmaya çalışan sanatçılar. Türkiye’deki gibi azda olsa alıcı kesim yok gibi. Yani onların durumları bizden daha çetin ve belirsiz. Ama onlar Türkiye’ye gıpta ile bakıyorlar ve bizim gibi olmak istiyorlar. Ben de daha iyi anladım, şaman kökenli Türkün İslamiyetle sentezi tabii ki onlardan daha farklı olacaktı. Bizde yama gibi duran şeylerin zaten yamalardan oluştuğunu daha iyi fark ettim. Bir dini özgün dilini anlamadan kendi dilimiz gibi yıllarca papağan gibi ezberlersek, korku ile karışık bütün kaosları nasıl yarattığımızı daha iyi görürüz. Belki bu ülkenin nerede tıkandığını tam görebilmek için Arap ülkelerini arada bir ziyaret etmekte fayda var diye düşündüm.

Raziye Kubat'ın "ahşap kitap" çalışmasından, detay

Sergide yer alan sanatçılar, özellikle Arap ülkesi dışından gelenlerin birçoğu yapıtların bu kadar zıtlığa rağmen büyük bir uyum içinde oluşuna şaşırdılar. Hiçbir sanatçının çalışması yalnız kalmadı ve hatta diyebilirim ki İskenderiye hepsini yuttu.

Tek eksik bence yazarların olmayışı idi. Kitap olarak onlar da kendi kitaplarını koysalardı, sergi tamamlanacaktı. Sonuçta bizler, “gibi” yapıyorduk. Görsel kitapların dışında yazınsal kitapların olmayışı birşeyler tamamlanamamış duygusu veriyordu. Neyse ki sergiler sonuçta bir şeyleri tamamlamak gibi bir dert ile gerçekleştirilmiyor... Gerçi sergide eskiciden bir kamyon dolusu kitap getirilip, sanatçılara projeleri için dağıtıldı. Benim canımı sıkan da bu tavırdı.