İnsan 'insan gibi' yaşıyor mu?

-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları -  87

 

Ömer Madra: Geçen haftadan konuştuğumuz gibi bugün dünya ekonomisinde eşitsizliğin artıp artmadığı gibi çok tartışmalı ve farklı açılardan bakıldığında farklı sonuçlar veren bir konuya değineceğiz herhalde?

 

Hasan Ersel: Bu konuya daha önce de değinmiştik. Gidip gelip aynı konuya gelmemin nedeni, bazı kolay sonuçlara varılması... Örneğin ‘dünyada insanlar arasında gelir eşitsizliği artıyor, o halde küreselleşme kötüdür’. Ya da tersine ‘gelir eşitsizliği artmıyor azalıyor, o halde küreselleşme iyidir’ gibi... Oysa sorun bu ifadeler doğru değil...

 

ÖM: Bu kadar basit değil.

 

HE: “İyidir veya kötüdür” şeklinde bu kadar kolay karara varmak olanaklı değil... Gelirin artması ne demek? Gelirin artması ile insanın yaşam standardının yükselmesi aynı mıdır? İnsanın yaşam standardının değişmesidediğimiz olay ne zaman insanı refahını, gönencini arttırır? Bunların hepsini düşünmek gerekli, bunu söylerken iktisatçılara haksızlık etmemek gerekli; iktisatta bunların yeri var. Ama bu konular “halka anlatılırken” birdenbire yok ediliyorlar.

 

Princeton üniversitesinde yeni bir çalışma çıkmış, 2004 Şubat ayında yapılmış bir çalışma:

 

Angus Deaton: Measuring Poverty in A Growing World (or Measuring Growth in a Poor World), Research Program in Development Studies, WoodrowWilsonSchool, PrincetonUniversity, February 2004.

 

 Bu çalışmayı yapan Angus Deaton (çok saygın bir bilim adamıdır) diyor ki:

 

“Dünyada bu amaçla çok kullanılan iki farklı bilgi var. Bunlardan ilki milli gelir istatistikleri (milli gelir adam başına gelir, tüketim rakamları elde ediliyor) ikincisi de, aile anketleri... Bu anketlerde de ailelerin gelir ve harcamalarına ilişkin bilgiler toplanıyor.

 

Milli gelir verilerini kullanan araştırmacılar bilgiyi kullananlar bazı çalışmalar yaptı ve dünyada gelir dağılımının iyileşmekte olduğunu buldu”

 

ÖM: Milli gelir analizleri yapanlar?

 

HE: Milli gelir verilerini alıp kullanan araştırmacılar dünyada durumun iyiye gittiğini söylüyor. Şu çalışmaları örnek olarak veriyor:

 

1) Surjit Bhalla (2002): Imagine There is No Country: Poverty, Inequality and Growth in the Era of Globalization, Washington DC, Institute of International Economics.2)  Xavier Sala-i Martin (2002): The Disturbing ‘rise’ of Global Income Inequality, Cambridge MA: NBER Working Paper No. 8904.3)  Francis Bourguignon & Christian Morrisson (2002): Inequality Among World Citizens: 1820-1992, American Economic Review, 92, (4), s. 727-744.

 

Bu çalışmalar sefalet çizgisinin (günde 1 ABD Doları) altında yaşayanların oranında ciddi düşüsü olduğu sonucuna varıyorlar. Örneğin, daha önceki bir programımızda da ele aldığımız Xavier Sala-i Martin’in ulaştığı sonuç bu oranın 1970’de % 17 olduğu ve 1998’de ise % 7’ye düştüğü biçiminde. Bu bulguların ışığında sözü edilen araştırmacılar şunu söylüyor: “milli gelir istatistiklerine göre sefalet çizgisinin altında olanların oranı bu kadar düştüğüne göre dünya gelir dağılımı düzeliyor olmalı...”

 

Fakat Dünya Bankası’nın ülkeler itibariyle yapılan aile anketlerine dayanan serisini kullanan bir başka araştırma var. O da:

 

Shaohua Chen & Martin Ravallion (2001): How Well did the World’s Poorest Fare in the 1990s?, Review of Income and Wealth, 47(3), s. 283-300.

 

Onların kullandığı veriler 1987 yılı ile 1998’i karşılaştırmaya olanak veriyor. Ama bulguları çok farklı. 1987’de sefalet sınırının altında olanların oranı % 28. 1998’de bu oran sadece % 24’e düşmüş! Arada büyük fark var, biri %7 diyor, biri %24 diyor.

 

ÖM: Ve %1’lik bir düşüşü ifade ediyorlar ikinciler öyle mi?

 

HE: 3 puanlık bir düşüş. Ama başlangıç noktaları farklı, biri 1987, biri 1970... Ama 1998’e bakalım... Eğer araştırmacılardan birisi % 7 ötekisi % 9 bulsa, önemli değil derdik, her çalışmada bu kadar ölçme hatası vs. olur ama birisinin bulduğu öteki çalışmada ulaşılan oranın neredeyse 3.5 katı....

 

Deaton çok detaylı bir çalışma yapmış ve diyor ki:

 

“Milli gelir istatistiklerinden elde edilen sonuçlar ile Aile anketlerinden elde edilenler sistematik olarak farklı sonuçlar veriyorlar. Her iki veride de ciddi ölçme hataları var.” Ben Deaton’un çalışmasının teknik yönleri üzerinde durmayacağım. (Örneğin gelişmekte olan ülkelerde anketlerle zenginlere pek ulaşılamamasından kaynaklanan sapma gibi) Fakat onun değindiği bir noktayı gündeme getirmek istiyorum, insanın ilk bakışta aklına gelmeyecek bir olay var. Şöyle iki varsayım yapalım: Dünyadaki ülkelerin arasında gelir eşitsizliği artsın, yani en zengin olan ülkelerin ortalama geliri ile en fakir olan ülkelerin ortalama gelirleri arasındaki fark artsın. İkinci olarak da her ülkenin içinde de gelir dağılımının bozulduğunu varsayalım. Yani her ülke içinde en zengin olanlarla en fakir olanların gelirleri arasındaki fark büyüsün. Bu iki varsayımı yapınca insan dünyada gelir dağılımının bozulduğunu düşünüyor. Ama öyle değil....

 

ÖM: Neden?

HE: Çünkü eğer fakirce olan ülkelerden nüfusu yüksek olan birisi, ya da bir kaçının büyüme hızı sistemin kalanından daha fazla ise bu beklentinin tersine bir sonuç elde etmek olanaklı. Matematiksel olarak bu gösterilebilir. Dünyada da böyle iki ülke var: Çin ve Hindistan. Bu iki ülke, özellikle Çin’in büyüme hızının çok yüksek olması, bu ülke içinde gelir dağılımı bozulmasına rağmen dünyada insanlar arasındaki gelir dağılımını düzeltiyor.

 

ÖM: Evet ama çok önemli bir istisna tabii.

 

HE: Dünya gelir dağılımı düzledi diyenleri bu sonuca götüren Çin’in büyüme başarısı...

 

ÖM: Ve nüfusu da çok büyük.

 

HE: Çin fakir olmaktan zengin olmaya taşınırken gelir dağılımı kendi içinde bozuluyor ama fakir olmaktan zengin olmaya doğru hareket eden kitle 1 milyar kişiden fazla olduğu için olayın yönünü değiştiriyor.

 

Olayın bir başka yönü daha var. Anımsayacaksınız Stanley Fischer bu konuda çok güzel bir iki grafik sunmuştu daha önceki bir toplantıda.... The Economist dergisi de bunları yayınlamıştı. Mart 13-19, 2004 sayısında yine veriyor onları. Burada dikkati çeken bir özellik var. Sahra altı Afrika ülkelerinin çoğunluğunu oluşturduğu bir grup ülkede adam başına gelir düşük ama aynı zamanda büyüme hızı da düşük.Bu ülkelerin büyümemesinden ortaya çıkan bir sorun var. Tabii bunu küreselleşme yanlıları açısından bakarsanız, “Hindistan ve Çin küreselleşme sürecine girdikten sonra büyüme hızları attı” diyebilirler. Bunu bir an için bir tarafa bıraksak bile büyümenin adam başına geliri artırdığı ve sefalet sınırı altında yaşayanların oranını düşüreceğini söylemek olanaklı. Tabii denilebilir ki “büyüdüğüne göre, adam başına geliri yükselir, normaldir”. Ancak söylemek istediğim şey şu: düşük gelirde kalan, en düşük grupta kalanların özelliği büyüyememeleri. Bu tanıyı doğru koyup neden büyüyemediklerinin araştırılması gerekiyor. Niçin Hindistan hızlı büyüyebiliyor da bu ülkeler büyüyemiyor? Ve tabii ne yapmalı? “Afrika’dakiler sayılmaz” diyecek değiliz herhalde! Burada bir konumuz daha var eğer senin söyleyeceğin bir şey yoksa.

 

ÖM: Bir şey sormak istiyorum, Stanley Fischer’ın da 2003’te American Association’da grafik yardımı ile yaptığı konuşmada, bir, Çin ve Hindistan’ın kişi başına gelirleri hızla artıyor ve büyük nüfusları nedeni ile çalışmada önemli bir ağırlıkları var ve bir de Sahra altı Afrika ile zengin ülkeler arasındaki uçurum da derinleşiyor. Yani ikili bir istisnalar var, ana grafiğin dışında mı yer almaları gerekiyor? Nasıl ölçülecek bu?

 

HE: Bu çok ciddi bir olay, ülkeyi mi birim olarak alacağız, yoksa insanı mı? Ülkeyi birim alırsanız manzara olarak Hindistan da Botswana’da birer birim. Ama öbür türlü dünyadaki insanlar arasındaki durum dediğiniz zaman tabii Hindistan’ın (tabiatıyla Çin’in) ağırlığı çok yükseliyor.

 

Görülen şu: İktisadi gelişme olgusu ülkeler arasında farklılıklar gösteriyor. Bu olayda farklı desenler var, yani Sahra altı Afrika’da gördüğümüz desen Çin’e, Hindistan’a uymuyor. Dolayısıyla küreselleşme bu olayı açıklıyor olsaydı benzer desenler olmalıydı diye düşünmek olanaklı. Böyle olunca da ya küreselleşme olgusu her ülkenin gelişmesini  aynı şekilde etkilemiyor veya gelişmenin küreselleşme ile pek ilgisi yok sonucuna varılabilir. (Bunun böyle olduğunu söylemiyorum. Sadece böyle bir noktadan başlanabilir diyorum. Örneğin küreselleşmenin hız kazandığı dönemde  kapalı ülkeler var olmaya devam etti. Açılma dereceleri de ülkeler arasında farklı) Buna daha etraflı bir şekilde bakmak lazım.

 

Bir önemli konu daha var. Gelir ya da gelir dağılımını aslında biz gösterge olarak kullanıyoruz. Aslında ilgilendiğimiz gönenç (refah) düzeyi ya da dağılımı. Yani insan “insan gibi” yaşıyor mu? Onun için de bu yapılan çalışmalarda hem milli gelir rakamlarından hareketle, hem de anketlerden hareketle tüketime bakıyorlar. Çünkü insanın sonunda refahını sağlayan şey harcamalarıdır, kendi gereksinimini karşılamak için temin ettiği mal ve hizmetlerdir.

 

Orada da bazı ilginç olaylar var. Örneğin benim tüketim desenim (tükettiğim mal ve hizmetlerin cinsi ve bileşimi) bir İsveçli’ninkinden de, bir Güney Afrikalı’nınkinden de farklı. Bana onların tüketimini zorlayamazsınız. Onların zevk aldığı bazı mal ve hizmetleri tüketmeyi istemeyebilirim. O zaman bir karşılaştırma sorunu çıkıyor.

 

Ama farklı bir sorun daha var. Üstelik bu ortak temele indirgenebilir nitelikte... İki ülke düşünelim, her ikisinde de adam başına gelir 100 lira olsun, bunun 70’ini tüketiyor olsunlar, 20’si ile yatırım yapıyor olsunlar, 10’u da devlet harcamaları şeklinde ortaya çıksın. Ülkelerden bir tanesi böyle sakin, rahat bir ülke, buradaki bu 70’lik tüketimde günlük ihtiyaçlar karşılanıyor, devlet harcamaları da sanat çalışmaları, bilimsel harcamalar ve çevrenin korunmasına ayrılmış. Yatırımda evler, fabrikalar, vs. yapılıyor. Öbür ülkeye bakalım. Burası huzursuz bir ülke. Devlet harcamalarının tamamı güvenlik hizmetlerine ayrılmış, kişiler de tüketim harcamalarının 10 birimini kendilerini korumak için silah, cephane alımına bunları kullanmak için eğitim almaya harcıyorlar. Çevre çok kirli, devamlı ilaç almaları lazım ki işe gidebilsinler ya da mesela maske takmaları gerekiyor, vs. Tüketim harcamalarının 10 birimi de bu amaçla kullanılıyor. Yatırımların 10 birimi de kişilerin evlerini saldırıya karşı korumak için tahkim etmelerine yönelik harcamalar. Bu iki ülkedeki insanların gelirleri aynı, tüketim rakamı da aynı, gönençleri (refahları) aynı mı?

 

ÖM: Hayır.

 

HE: Değil. Bir de bu var, yaşam kalitesi diye bir sorun var.

 

Mustafa Arslantunalı: Peki bu nasıl ölçülebilir? Yani bu ölçütlerin geçerli olmayabileceğini söylüyorsunuz.

 

HE: Evet, nitekim bazı araştırmacılar “bırakalım, bunların ötesine geçelim, yaşam kalitesini ölçelim” diye denemeler yapıyor. Benim bildiğim Amerika’da Pittsburgh Üniversitesi böyle bir çalışma yapıyor. Tabii başka çalışmalar da var. Ama benim ilk aklıma gelen bu çalışma oldu. Çünkü çarpıcı bir sonuç vardı. Bu çalışmada yaşam kalitesi açısından dünya ülkeleri sıralandığındaydı, ABD pek iyi bir yerde çıkmıyordu. Üstelik Sovyetler Birliği zamanında yapılan bir çalışmada Sovyetler Birliği, daha alt sıralarda yer almasına rağmen, ABD’ye gelir farklılığının anıştırdığından çok daha yakın çıkıyordu. Yanlış anımsamıyorsam yaşam kalitesi en iyi çıkan ülke de Danimarka idi. (Doğrusu bana ters gelmiyor)

 

Tabii yaşam kalitesini ölçmek biraz daha zor, ama üzerinde durulması gereken kavram da o olmalı. Yaşadığım ortamda beni devamlı hasta etme tehdidi söz konusuysa, ben de bu nedenle devamlı ilaç alıyorsam, ilaç sanayi gelişir, istihdam artar...Doğru..., Gönenç (refah) artar mı? O biraz kuşkulu.

 

MA: Ya da günde 14 saat çalışmak zorunda olan Hintli bir çocuk olsaydım, Hindistan’ın gelirinin artması beni o kadar alâkâ etmeyecekti.

 

HE: Aynen öyle. Bana öyle geliyor ki gönenç (refah) iktisadına çok daha ağırlık verilmesi, bu konuların düşünülmesi gerekli. Bu konular Türkiye’de popüler değil, bu konuyu biraz ihmal ediyoruz gibi geliyor.

 

ÖM: Son bir nokta olarak çok ilkel bir şey söylemek zorunda hissediyorum kendimi, o da, bazı belgesellere, fotoğraflara, filmlere bakıldığı zaman da düpedüz görünen bir sefalet ve mutsuzluk tabloları da var. Bunları istatistiksel olarak ölçmek herhalde imkansız?

 

HE: Ama şunu da unutmamak lazım... Tuncer Bulutay hocamız hep söyler... İktisadi yaşamı öğrenmek için, iktisat kitapları kadar iyi bir romancının, iyi bir şairin gözlemi de gereklidir. Sonuçta bir olgu var, onu nasıl görmek istediğimiz bize kalmış. Joan Robinson’un meşhur bir anekdotu var, diyor ki: “1920lerin sonunda Cambrigde Üniversitesinde okuyordum ve kapitalist sistemde işsizlik olamayacağına dair ispat yapılıyordu derste... Kapının önünde de uzun işsiz kuyrukları vardı. Aş dağıtılıyordu işsizlere...”

 

ÖM: Tam da bunu söylemek istiyorum.

 

HE: Bana da bazan çok komik geliyor... Ancak bir noktanın altına tekrar çizmek istiyorum. Bu konuları düşünen iktisatçılar var, kuramsal çerçeveler geliştirilmiş durumda. Ama özellikle Türkiye’de toplum yaşamında yeterince önem kazanmıyor bu tartışmalar... Oysa düşünmemiz lazım, bu ciddi bir sorun.

 

MA: Aslında böyle bir ölçüm var epeydir; dünyanın geri kalanına kapalı bir yer olmakla beraber Butan’da kişi başına düşen mutluluk oranının hesaplanmaya çalışıldığına dair haberler vardı. ‘Milli mutluluk’ için Hollanda’ya uzmanlar yollamışlar, ama sonuçta gelip dayandığı nokta kişi başına mutluluğun arttırılması için ayda ne kadar Dolar gerekir? Pek bunun dışına çıkamamışlar.

 

HE: Çok güzel!

 

(25 Aralık 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)