Bir Tarikat Bizi Ele Geçirdi

-
Aa
+
a
a
a

26 Ocak 2005, Çarşamba

Pulitzer Ödüllü New Yorker muhabiri Seymour Hersh ile Amerika'nın alternatif medya kanalı Democracy Now'dan deneyimli gazeteci Amy Goodman tarafından yapılan söyleşinin tam metnini yayınlıyoruz.

Dünya kamuoyu, Ebu Garip skandalini ilk kez Seymour Hersh'ün New Yorker için yaptığı haberle duymuştu. Deneyimli gazeteci, Vietnam Savaşı'ndan bu yana, Amerikan medyasında, kendi deyimiyle, "alternatif bir tarih yazmaya çabalıyor." 

Democracy Now!

AMY GOODMAN: Pulitzer ödüllü gazeteci, Komuta Zinciri: 11 Eylül'den Ebu Garib'e (Chain Of Command: The Road From 9-11 to Abu Ghraib) adlı kitabın yazarı, Seymour Hersh'le beraberiz.  Kısa süre önce New York Stephen Wise Özgür Sinagogu'nda bir konuşma yapmıştı.

SEYMOUR HERSH: Başkan'ın açısından bakmak gerekirse; The New Yorker'da, son üç yıldır olanlar hakkında alternatif bir tarih yazmak bana kendimi nasıl erdemli hissettiriyorsa, George Bush da yaptığı işle kendisini aynı ölçüde erdemli hissediyor. Kendini yaptığı işe mutlak surette adamış durumda -artık Tanrı'nın isteğini mi yoksa babasının yapamadığı şeyi mi veya belki de bir emri mi yerine getirdiğini düşünüyor bilmiyorum- ben emin değilim, ancak George Bush doğru şeyi yaptığına inanıyor. Irak'ta yapmakta olduğu şeyi yapmaya devam edecek ve sanırım becerebilirse bunu başka yerlere yayacak. Sanırım geri dönen ceset torbalarının adedi onun için bir önem arz etmiyor. Ceset torbaları gelmeye devam ediyor. Bu durumun onun için bir önemi yok, çünkü bunu, Amerika'yı olması gerektiğini düşündüğü yere getirmek için ödenen bir bedel olarak görüyor. Böylece benim gibi insanlara, bir çoğu daha fazlasını yapmaya korkan politikacılara karşı değişik bir şekilde alışkanlık kazandı. Hepimizin sahip olduğu gündelik endişelere ve bana inanın ona oy verenlerin birçoğu savaşın devam etmesini istememesine rağmen 58 milyon oy topladı.

Geleceği öngörmek çok zor. Ve bu biraz saçma ama soru şu: Ona nasıl erişilebilir? nasıl ulaşılabilir? Onu, erdemli olduğunu ve mutlak şekilde doğru olduğunu düşündüğü bu yoldan çevirmek için ne yapılabilir? Durumun korkunçluğunu abartacak değilim; çoğumuz ne olduğunu anlamıyoruz, çünkü basın hiç de iyi bir iş çıkarmadı. 11 Eylül Komitesi'nin teşvikiyle yeni geçen bir kanunla, Senato İstihbarat Komitesi aşırı miktarda yetkiyi Pentagon'a devrediyor, hem de yasal olarak. Rumsfeld'e yapmak istediklerini gerçekleştirebilmesi için birçok yetki veriyor ve Peter'in söylediği gibi onlar bizi öldürmeden önce biz onları yakalayıp öldürmeliyiz. "Onlar bize bunu yaptı. Bizim de onlara aynısını yapmamız gerekir." Hükümetin en üst kademelerindeki davranış bundan ibaret. Sonuç olarak size beni çok rahatsız eden şeyi  söyleyeyim. Takip edebileceğimiz çok fazla bir şey kalmadı.

Belki bu durumdan bir çıkış vardır. Size tek birşey söyleyeyim; Gelin hep beraber şu "isyan" kelimesini kullanmaktan vazgeçelim. Bu, en çok yanlış anlaşmaya yol açan kelimelerden biridir. "İsyan" kelimesi Irak'a gittiğimizi, savaşı kazandığımızı ve durumlarından hoşnut olmayan bir grup insanın bize karşı faaliyete giriştiğini ve bizim de onlara karşılık verdiğimizi varsayar. Bu durum bir isyan olurdu. Ancak aleyhlerinde savaş açtığımız kişilerle çarpışıyoruz. Biz bütün halkla çarpışıyoruz -sadece bizim istediğimizden farklı zaman aralıklarında ve farklı yerlerde çarpışmayı tercih ediyorlar.- Bağdat'ı kolayca aldık. Bu sebeple Bağdat kazanılmadı. Bağdat'ı aldık çünkü geri çekilerek onu bize bıraktılar ve önceden planlanmış, hali hazırda yürüttükleri şekilde savaşmaya karar verdiler. Bu durumla ilgili korkutucu gerçek ise elimizde hiç bir istihbarat yok. Belki bu durum korkutucudur – evet korkutucudur, ne yaptıklarıyla ilgili hiç bir istihbaratımız yok. Bir buçuk sene kadar önce iki üç kişilik gruplarla karşı karşıyayız sanıyorduk. Bize karşı faaliyet gösteren hücrelerin ikişer üçer kişilik olduğu şeklinde tahminlerde bulunuyor ve bu sebeple aralarına sızamadığımızı düşünüyorduk. Şimdi ise, sırada ne olduğunu hâlâ bilemiyoruz. 10-15 kişilik gruplar var. İleri derecede muhaberata sahipler, bunu bana birisi söyledi - sistemden biri, bir subay- ve bu arada işin iyi yanı gün geçtikçe benim gibi insanların sayısı da artıyor.

Orduda ve istihbarat personeli içerisinde çok fazla gerginlik var. Bu insanların çoğu Anayasa'ya ve Haklar Kanunu'na (Bill of Rights*) ve bireysel özgürlüğe herkes kadar saygı duyuyorlar. Yani çok fazla korku hissi var. Bunlar cezalandırıcı kişiler. Ve işin ilginç yanı, esas olarak sekiz veya dokuz yeni muhafazakârın oluşturduğu bir tarikat, bir şekilde hükümeti ele geçirdi. Bunu bu kadar etkili bir şekilde nasıl ve neden yaptıklarının cevabı çok daha ileri bir tarihte yaşayacak tarihçileri ve şu anda sahip olduğumuzdan çok daha iyi belgeleri beklemek zorunda, zira bürokrasinin, Kongre'nin ve basının çok büyük bir rahatlıkla üstesinden geldiler. Bu durum demokrasimizin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyuyor. İş Pentagon'daki bir kaç adama ve Beyaz Saraydaki bir kaç adama dayandığında demokrasinin ne olduğunu merak etmelisiniz. Yaptıkları şey CIA'yi etkisiz kılmaktı, çünkü orada içeride adamlar vardı. Goss'un yaptığının asıl amacı operasyonel şahıslardan ziyade istihbaratçılara saldırmaktı. Orada ciddi uzman analizciler vardı ki; bunlar Beyaz Saray'la, Cheney'le ve Rumsfeld'le bir çok konuda fikir ayrılığı içindeydiler. Geçen ayın amacı inanmayanları gerçek inananlardan ayırmaktı. Olan şey budur. Asıl amaç "teşkilatı küçültmek"tir. Bunları bir süredir yazıyorum, bu sebeple tekrar etmeyeceğim ancak hükümette çok büyük bir dönüşüm gerçekleşiyor. Erk, bir noktada toplanıyor.

Diğer tarafta bazı gerçekler var. Bu savaşı kazanamayacağız. Bush şu an ne yapıyorsa ancak onu yapabiliriz. Iraklıları, taş devrine geri dönmelerini sağlayacak kadar çok bombalayabiliriz. Ayrıca gerçekten beğenmediğimiz, korkutucu ve biraz da şaşırtıcı bir başka gerçek var; kukla hükümetimizi, muhalefet olmadan çok önce Saddam'ın gizli polis örgütü Muhaberat'ın üyesi olan ve "Bıyıksız Saddam" olarak anılan Allawi'yi başa geçirdiğimizden bu yana, Temmuz'da, Ağustos'ta, Eylül'de, Ekim'de, Kasım'da her ay sadece tek bir şey gerçekleşti: bombardıman uçaklarının gerçekleştirdiği sortilerin adedi ve attıkları bombaların tonajı her ay geometrik olarak arttı. Bu ülkeyi sistematik bir biçimde bombalıyoruz. Operasyonların gerçekleştirildiği Hava Kuvvetleri üssü Doha'da herhangi bir gazeteci yok. Yine operasyonlarda kullanıldığını düşündüğüm Harry Truman uçak gemisinde de gazeteci yok. Hiç bir hava savunma sistemi yok, sanki hedef talimi yapıyorlar. Geliyorlar ve istedikleri yeri bombalıyorlar. Ne bir şey biliyoruz ne de soruyoruz. Onlar da bize hiçbir şey anlatmıyorlar. Bombardımanın boyutu hakkında en ufak bir bilgimiz bile yok. Yani seçimleri gerçekleştirirler ve bunda da başarılı olurlarsa, bombardıman bunun anahtarı olacak; bu da Felluce'de ve esasen Irak'ta zaten yapılmış olan şeydir. Bazılarınız Vietnam'ı hâlâ hatırlarlar; Irak gözümüzün önünde bir "serbest atış alanı" haline gelecek. "Her yeri vurun, herkesi öldürün."

Hava Kuvvetleri'nde bir albay arkadaşım var, berbat bir işi var; şehir bombardımanı planlayıcısı. Şehir bombardımanlarını mümkün olduğunca göze çarpmayacak şekilde planlıyor. Sanırım üç hafta önceydi, Felluce'den sonraki Pazar günü onu evinden aradım. Ben insanları işlerinden arayan kişilerden değilim. Onu da evinden aradım. Telefonu arayan numarayı gösteren cinstendi herhalde ki numaramı tanımıştı. Telefonu kaldırdı ve "Stalingrad'a hoşgeldiniz" dedi. Ne yaptığımızı biliyoruz. Bu planlanmış bir şey. Yapılmaya devam ediliyor. Bize bunu anlatmıyor ve bunun hakkında da konuşmuyorlar.

Bir asker veya bir gazeteci teçhizat eksiklikleri hakkında soru sorduğunda cevap verirken dili sürçen bir Başkan'ımız ve bir Dışişleri Bakanı'mız var; Başkan ayağa kalkıp, sanki sürece dahil olmayan birisi gibi, "Hepsi iyi teçhizata sahip olacak ve bunu sağlayacağız" dedi. Kelimeler George Bush için hiç bir anlam ifade etmiyor, sadece ağızdan çıkan basit sesler, hiç bir anlamları yok. Bush tekrar ve tekrar "işkence yapmıyoruz" diyebilir. Biz, neler olduğunu biliyoruz. Ebu Garib'i biliyoruz. Son birkaç hafta boyunca o kadar çok şey ortaya çıktı ki, olanları içimize işleyen bir şekilde anladık. ACLU, daha başka belgeleri de ortaya çıkardı, yedi çocuğun yaptıkları ve o korkunç fotoğraflar, Lynndie England olayı münferit bir olay değil.

Bunlar düşmüş, günahkâr adamlar. Yaptıkları tabii ki yanlış. Ancak biliyorsunuz, çocukları savaşa gönderdiğimizde subayları, üstleri ebeveyn görevini üstlenirler. Yani onların ordudaki görevi bu çocukları korumaktır, sadece mermilerden veya bombalardan değil kendilerinden de korumaktır. Çünkü savaş alanında elinde silahla dolaşan 20-22 yaşındaki bir çocuktan daha aptalca birşey olamaz. Bu insanların, üç buçuk ay boyunca her gece yaptıkları o acayip gösterileri, sadece içlerinden bir asker bilmeniz gereken herşeyi size söylemek için onlara sırtını döndüğünde kesildi. Acaba kaç subay bunu biliyor?

Ebu Garip 2004 Ocak ayında rapor edildi. Mayıs ayında ben ve CBS orada neler yapıldığında dair çok korkunç şeyler yazdık. Bu noktada Ocak ile Mayıs ayları arasında hükümetimiz hiç bir şey yapmadı. Rumsfeld daha sonra Ocak ayının ortasında konuyla ilgili bilgi aldığını ve Başkan'ı bilgilendirdiğini teyit etti. Kamuouyunun haberi olmadan önce, üç buçuk ay boyunca, bu yedi "kötü tohum", Batı Virgina'dan gelen yedekler ve ait oldukları birim, -bu arada bulundukları birim Askeri Polis'tir-, aleyhinde dava açmanın haricinde sistematik herhangi bir girişimde bulunulmadı. di "kötü tohumu" bügi aldığını ve başkana  neler yapıdsöylemek için onlara sırtını döndüğünde kesildi. , Batı VirgiBuna verdikleri cevap: Ne!? Bunlar trafik kontrolüyle ilgili olarak eğitilmiş bir grup çocuk, daha sonra Irak'a gönderilip bir hapishanede görevlendiriliyorlar. Hiç birşey bilmiyorlar. Bu, onların yaptığı aptalca şeyi haklı çıkarmaz tabii, ama işin altında başka birşey yatıyor. Bunu görmüyoruz. Bununla yürüyüp gittiler.

İşte şimdi korkunç hikâyenin üst kısmı, -şayet böyle bir üst kısım varsa- bu haftaki Wahington Post'ta yayımlandı. Maryland'den 25 yaşında genç bir erkek ölmüş. Cenaze Washington'da yapılmış ve Post da bununla ilgili küçük bir hikâye yazmış. Oğlanın – adı Hodak – babasından bir alıntı yayımlamışlar. Güney Virginia'daki yerel gazetelerden birine bir mektup göndermiş. Oğlu hakkında şöyle demiş, oğlu öldükten sonraki durumu anlatan bir mektup bu. "Bugün herşey garip gözüküyor. Çamaşırlar yıkanıyor. Köpeğimi gezdirdim. Kahvaltı ettim. Bir şekilde hâlâ nefes alıp veriyorum ve kalbim hâlâ atıyor. Oğlum, benden dünyanın yarısı kadar uzakta bir tabutta yatıyor."

My Lai haberini yaptığım zamanki gibi. Bu hikâyeyi çok anlattım. My Lai haberini yaptığımda, neredeyse bir nesil geldi geçti, tam 35 yıl önceydi, çoğunuz hatırlar, özellikle bir grup Amerikan askeri için o zamanki durum şimdikiyle benzerlik gösteriyordu. O zaman da, şimdi olduğu gibi askerler savaş alanında düşmanlarını göremiyordu, mayınlara basıyorlar veya keskin nişancılar tarafından vuruluyorlardı çünkü her şey gizliydi. Kaçınılmaz bir öfke ve hiddet vardı ve insanlıktan çıkartıyordu herkesi. Bunu Irak'ta büyük bir başarıyla uyguladık. Bunlara "rag-heads" deniyor. Bunlar insan değil. Kayıpların sayısı Sudan'dakine eşdeğer ölçüde kötü. Öldürdüklerimizle ilgili farklı farklı rakamlar var. Her halükârda - yani bu durumda - 1968'de bir grup asker bir köye giriyorlar. Vietnam'a gelişleri üzerinden üç ay geçmiş ve birliğin yüzde 10'unu kaybetmişler; kazalarda, çatışmada ve bombalamalarda 10-15 kişi ve sona gelmişler, düşmanla karşılaşacaklarını ummuşlar ve orada sadece 550 kadın, çocuk ve yaşlı adam varmış. Hepsini öldürmüşler. Bir gün sürmüş. Köyün ortasında durup yemeklerini yemişler. En çok ateş eden askerlerden biri. Siyah ve İspanyol kökenli askerler, 90 kişilik birliğin 40'ını onlar oluşturuyordu, sadece havaya ateş açmışlar, hendeğin içine hiç ateş etmemişler. Siyahlar ve İspanyol kökenliler havaya ateş açarken çoğunlukla beyazlar, şimdi olduğu gibi, Ordu Yedeklerine ve Ulusal Muhafızlara katılarak alacakları paraya bakan orta alt sınıftan beyazlar bu katliamı gerçekleştirmiş. Bunlardan biri Paul Medlow adında bir askerdi. En çok ateş edenlerden biriydi. Ertesi gün herkesin hatırlayacağı bir an yaşanır. Hendeğin dibindeki kadınlardan biri iki yaşındaki çocuğunu üzerine yatarak saklamış ve kurşunlar kadını öldürdüğü halde çocuk ölmemiş. Herkes oturmuş K tayınlarını yerken - o devirde böyle deniyormuş, şimdi MRE deniyor – çocuk bir şekilde hendekten tırmanarak çıkar ve ağlamaya başlar. Calley, meşhur Teğmen Calley, bu trajedinin Lynndie England'ıydı o; Medlow'a öldür onu, "Fişini çek" dedi. Ancak Medlow, o kadar çok atış yapan, tam 200 mermi harcayan Medlow bir şekilde bunu yapamadı. Bunun üzerine Calley, karabinasıyla çocuğun yanına koşup onu kafasının arkasından vurdu. Ertesi sabah Medlow bir mayına basınca ayağı kopar. Helikopterle tahliye edilir. Tahliye edilmeden hemen önce herkesin hatırladığı o bedduasını söyler: "Tanrı beni cezalandırdı ve sizi de cezalandıracak."

Olayın bir buçuk yıl sonrasıydı, bu haberi yapıyordum. Medlow hakkında bilgi edindim. Annesini aradım. New Goshen, İndiana'da yaşıyordu. Sizi görmeye geliyorum dedim. O zaman neredeydim hatırlamıyorum, sanırım Washington Eyaleti'ndeydim. Oraya en yakın yere sanırım önce İndianapolis'e daha sonra Terre Haute'ye uçakla gittim, daha sonra araba kiralayarak Güney İndiana'ya inerek bu küçük çiftliğe vardım. Norman Rockwell'in resimlerindeki gibi bir yerdi. Eminim aranızda Norman Rockwell'in resimlerini hatırlayan çıkacaktır. Burası bir tavuk çiftliğiydi. Annesi 50 yaşında olmasına rağmen 80 yaşında gibi gözüküyordu. Çok yaşlı. Zor bir hayat, etrafta hiç bir erkek yok. "Buraya oğlunuzu görmeye geldim" dedim, O da, "Peki, o içeride. Geleceğinizi biliyor"  dedi. Sonra bana dönüp o unutulmaz cümlelerden birini söyledi: "Onlara iyi bir evlat verdim ve onlar geriye bir katil gönderdiler." Böylece 35 yıl geçti. The New Yorker'da Ebu Garip haberleri yapıyordum. Üç haftada üç haber yaptım sanırım. Aranızda The New Yorker'ı bilenleriniz varsa bu inanılmaz bir durumdur. Ancak herşeyin ortasında, Doğu kıyısından, Kuzeydoğu'dan, emekçi sınıftan, orta alt sınıftan, dindar, Katolik bir aileden bir anne beni aradı, "Sizinle konuşmalıyım" dedi. Onu görmeye gittim. Araba kullandım, uçağa bindim ve oraya vardım, hikâyesi kısaca şöyleydi: Ebu Garip'te görevli askeri polis biriminde bulunmuş bir kızı vardı. Tüm birim Mart ayında geri dönmüş. İlk olarak 2003 sonbaharında oraya gitmişler. Oyunlarını yaptıktan sonra Ocak 2004'te rapor ediliyorlar. Mart ayında kızını geri göndermişler. Daha hiç bir şey kamuya açıklanmadı. Kızını eve geri göndermişler. Tüm birimi geri göndermişler. Eve farklı bir insan olarak dönmüş. Daha önce evlenmiş ve daha çok genç. Yedeklere, galiba Ordu Yedeklerine katılmış, para kazanmak için, ama kolej parasını falan denkleştirmek için değil. Böylelerini bilirsiniz, Batı Virginia'da bunların bazıları pizzacılarda gece vardiyasında çalışır. Bu durum öyle çok karmaşık değil. Geri dönmüş ve kocasından ayrılmış. Kocasından ayrılıp evinden taşınıyor, başka bir şehre başka bir eve taşınıyor. Farklı bir işte çalışmaya başlıyor ve herkesten uzaklaşıyor. Daha sonra bahar ayları geçiyor, her haftasonu bir yere, bir dövmeci dükkânına şlmır.  kızı vardı. k. , çocuk ve yaşlı adam varmış. gitmeye başlıyor. Vücudunun her yerini, sırtını, kollarını, bacaklarını, her yerini büyük siyah dövmelerle kaplatıyor. Annesi çılgına dönüyor. Kızına "Neler oluyor? " diye soruyor. Daha sonra Ebu Garip olayları ortaya çıkıyor ve anne haberleri okuyor. Kızına, "Orada mıydın?" diye soruyor, kızı kapıyı suratına çarpıyor ve anne gidiyor. Annesi kızına Irak'a gitmeden önce bir dizüstü bilgisayar vermiş. Hani içinde DVD çalıcısı bulunanlardan. Oradayken, uzaktayken film seyretsin diye. Bunu hiç düşünmemiştim, iyi bir fikir gibi gözüküyor. Sanırım birçok insan bunu yapıyor. Ona bir dizüstü bilgisayar vemiş ve kızı geri döndüğünde bilgisayarı iade etmiş. Annesi daha sonra bilgisayara baktığını söyledi. Depresyon nedir bilmiyor. Freud hakkında bir fikri yok. Sadece tekrar kullanmadan önce bilgisayarın içindeki temizleyecektim dedi. Neden sadece Ebu Garip'ten sonra bilgisayara bakmaya gittiği konusunda birşey söylemedi. Bilgisayarı açar ve "Irak" adlı bir dosya bulur. Düğmesine basar. 100 adet fotoğraf çıkar. Bunlar, yayınlanan o fotoğraf gibi fotoğraflardır. Bunlardan birini The New Yorker'da yayımladık. Resimde bir Arap vardı. Bu, hiç bir annenin ve tabii ki kızının görmemesi gereken türden bir resimdi. Arap demir parmaklıklara doğru eğilmiş, adam çıplak, iki köpek, çoban köpeği, her iki yanında duruyorlar. The New Yorker bu fotoğrafı  yayımladı, oldukça büyük bir fotoğraftı.  Ancak bunun devamını gösteren fotoğrafı yayımlamamıştık, köpekler adamı ısırıyorlar. Hem de oldukça kötü bir şekilde. Çok fazla kan vardı. İşte bunu gördükten sonra beni aradı ve biz de gittik. Bu da başka bir hikâye. 

Benim için bu sadece başka bir haber. Ancak Washington'da hepimiz "makro" düzeyde işlerle uğraşıyoruz. Makro düzeyde umutsuzuz. Basına yer yok. Kongre'ye yer yok. Orduya yer yok. Tanıdığım dört yıldızlı generallerin hepsi de "Bunlara hiç kıyafetimizin olmadığını kim söyleyecek" diyor. Kimse bunu yapmayacak. Herkes Rumsfeld'e birşey söylemekten korkuyor. Bu olması gerektiği gibi. Bu, korku üzerine kurulmuş bir sistem. Bu bütünün eksikliği değil, bundan daha derin birşey. Çünkü bireysel bütünlük var. Bu, tamamiyle tarikatçılar tarafından ele geçirilmiş bir sistem. Yine de olacak şey şu; kayıplar geldikçe ve bu hikâyeler ortalıkta dolaştıkça, anneler maliyeti gördükçe, babalar maliyeti gördükçe, çocuklar evlerine döndükçe, yaralılar geri döndükçe ve hiç duymayacağınız koğuşlar… Korkunç yaralanmaları duymuşsunuzdur ama bitkisel hayattakileri duymamışsınızdır. Beyin hasarına uğrayanların sayısı o kadar çok ki koğuş ardına koğuş dolusu bitkisel yaşama girmiş insan var. Belki geçen hafta okumuşsunuzdur. Tıp bültenlerinden birinde yeni bir araştırma yayınlandı. Buna göre kötü yaralandıkları halde kurtulan asker sayısında bir artış varmış. Çünkü gerek tıp yöntemleri gerekse kullandıkları zırhlar daha iyiymiş. Bu durumda aşırı şartlar altında daha aşırı yaralanmalar elde etmiş olursunuz. İşte bunları öğreneceğiz ve göreceksiniz. İyimser olmaya çalışıyorum. En düşük rütbeliden başlayarak, kazan dipten kaynamaya başlayacak. Bunu görmeye başlayacaksınız. O soruları soran askerlere ne oldu, bundan daha çok göreceksiniz. İsyan çıkaranları göreceğimizi söylemiyorum, ama memnuniyetsizliklerini sergileyenlerde artış olacağını söylüyorum. Bir başka kurtuluş da ekonomi olabilir. Çok daha kötüye gidecek. Mallarınızı satıp İtalya'da mülk almadıysanız bunu biran önce yapsanız iyi olur. Ve üçüncü bir nokta Avrupa. Avrupa bize çok fazla tahammül etmeyecektir. Oradaki öfke çok daha büyük. Hani bizim eski moda müteffiklerimizden bahsediyorum. Orada birşey bulabiliriz, bize karşı kolektif bir hareket. Dolar dibe doğru gittikçe ve bonolarımızı kimse satın almadıkça mezarlarımız üzerinde korkunç danslar yapılacak ve borcumuz, borcumuzu çevirebilmek için günde 2 milyar dolar harcıyoruz. Ruslar ve Japonlar, herkes petrol alırken dolar yerine Euro kullanmaya başladı. Korkunç bir panikle karşılaşacağız. Ama o (Bush) bundan kurtulabilir. Bir başka yıl olabilir. O zamana kadar vereceği zarar korkunç olacak. Önümüzde bizi bekleyen çok korkunç aylar var.

Çeviren: Evren Dağlıoğlu

* Fotoğraf: AP, Henri Huet. Bong Son, Vietnam, 1966