12 Eylül, hesaplaşmadan bitmez

-
Aa
+
a
a
a

11 Eylül 2005Taha Parla

12 Eylül 1980 askeri darbesinin üstünden 25 yıl-tam çeyrek yüzyıl- geçti. 12 Eylül'ün dar tanımı olabilecek askeri diktatörlüğün (1980-83) üzerinden 20 yılı aşkın zaman geçti. Başka açılardan 12 Eylül'ün geniş tanımı kabul edilebilecek 1980-2005'in üzerinden ise zaman geçmedi; çünkü hâlâ 12 Eylül'ün içindeyiz: O tarihin ve dönemin tortuları, kalıntıları, yıkıntıları, anayasası, yasaları, YÖK'ü, kurumları, siyaseti, ekonomisi, yol açtığı kültürel ve ahlaki yozlaşmalar esas itibarıyla yerinde duruyor. Failler (asker, sivil), yargılanmak şöyle dursun, sorgulanmadı bile. Geçirilen muazzam travma genç kuşaklara doğru dürüst anlatılmadığı gibi, insan hakları ihlallerinin mağdurlarına yargı yolu kapalı tutulmaya devam ediliyor. (1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinin kişisel sorumluluğu kaldıran hükmü yerinde duruyor.)

Kim nasıl hatırlıyor? Tabii, bu 25 yılı toplumun her kesimi aynı hatırlamıyor; ayrıca kimisi kanıksadı, kimisi unuttu (belki zaten umurunda değildi), kimisi de bilmiyor bile. Darbe koalisyonunun kendisi (ordu, büyük sermaye, ABD) ve esas destekçisi ("orta direk") için gerekli idi ve hiç de nahoş değildi. Buraya iki kesimi daha eklemeden edemeyeceğim: Üniversite ve yargı. Üniversite çok ağlaşmasına rağmen YÖK'le mücadele etmediği gibi, bir fakültesi cunta şefine, hem de hukuk fahri doktorası verirken seyirci kaldı. Yargının en yüksek organı, Yargı'nın Yürütme'nin denetimine sokulmasına ses etmediği gibi, cunta şefinin önünde el pençe divan durdu. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Pakistan'da bir başka darbeci general Ziya-ül Hak şeriat anayasasını dayatırken Pakistan'da çok sayıda yüksek yargıç topluca istifa ediyordu. (İsteyenler arşivlere bakabilirler.) Tabii, yukarıda söylediğimiz üçlü koalisyona (Latin Amerika'nın ünlü "trio"suna) şimdi Türkiye'de bir dördüncü ortak olarak İslamcı AKP hükümeti eklendi ve 12 Eylül'de başlayan, Türkiye'yi ABD güdümündeki neoliberal küresel düzene entegre etme süreci bence koalisyonun ideal sayacağı, en gerici istikrarlı evresine de girmiş oldu. Koalisyona dahil olmayanlar, (yukarıdaki kategorilerin içindeki muhtemel istisnalar, işçiler, gençler, öğrenciler, öğretmenler, memurlar, demokratik ve sol siyasi kişiler ve gruplar) ise tabii ki çok farklı hatırlıyorlar 12 Eylül'ü. Zaten, hesaplaşma inisiyatifini alacak olanlar da onlar. Zayiat bilançosunu da kısaca hatırlayalım: 600 bini aşkın kişi gözaltına alındı (çoğunluğu işkence gördü), 1,5 milyon kişi fişlendi, 200 bini siyasi dava açılıp, 7 bin ölüm cezası istendi ve 500 ölüm cezası verildi (farka ve yine de sayının yüksekliğine bakınız), 50 idam cezası infaz edildi, yüzlerce (belki binlerce) kişi işkencede, "kaçarken", cezaevlerinde kuşkulu biçimde öldü. 20 bin kişi kamu görevinden atıldı, 10 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. Düşünceye ve örgütlenmeye yağdırılan cezalarla listeyi daha çok uzatabiliriz. Başka bir deyişle, sayısı çok iyi bilinmeyen "kaybolanlar"ı da katarsak, Latin Amerika'nın stadyum darbelerine yaklaşabiliriz. Koalisyon ortaklarının çıkarları hariç, toplumun her alanındaki vahim tahribata karşı pek direniş olmadığını da hatırlayalım. Örneğin siyasi parti liderleri "darbe gerekliydi" deyip uysal çelebi gibi "gözlem altına" alınmayı kabul ettiler, "devrimci" işçi liderleri kendileri gidip sıkıyönetim karargâhına teslim oldular, vb., vb., vb. Bir ülkede siviller sivilleşmeden darbeler ve genel olarak militarizm bertaraf edilemez. Darbecilerin silahlı olması elbette bir faktör ama tek başına sonuç veremez. Siviller de (hele iktidar blokundakiler) militarizmi içselleştirmişse, askeri değer ve yöntemleri siyasette de mubah görüyorsa, bu silahtan daha etkili ve elverişlidir. Medyanın deyişiyle (ve aristokrasi düşkünlüğüyle) Türk sanayinin "imparator"u dediği Koç, "baron"u dediği Eczacıbaşı, (herhalde) "dük"ü diyeceği Sabancı gibi büyük sermaye her zaman askeri darbeleri alkışlamışsa, 1960'dan sonra OYAK ve 1980'den sonra da VAKIF bünyesindeki ordu şirketleriyle sermaye ortaklığı yapmışsa ve toplum bunu sorgulamamışsa, silaha zaten lüzum yok demektir. Burjuvazi hiç değilse liberal bir demokratik düzen için sivil siyasete ağırlığını koymazsa, vekaletini kâh minibüs partilerine kâh askere verirse böyle olur. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin darbe ertesinde işçi sınıfı için "Şimdiye kadar onlar güldü, biz ağladık; artık biz güleceğiz, onlar ağlayacak" diyebilir. Daha vahimi de var: 40 küsur yıl Türkiye siyasetini parti başkanı, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak işgal etmiş (her anlamda) Demirel 29 Ağustos 2005 tarihli Radikal'de bir yazı yazdı ve askeri darbelerin pek de iyi olmadığını söylerken (estek), Türk askeri darbelerini neredeyse yüceltti (köstek). Uzun zamandır rastlamadığım bir derecede ikili oynayan bu yazıyı okurlara şiddetle tavsiye ederim. Üstelik "bilimsel" otoritelere dayanıyor. Faşizan neoliberal Fukuyama, birkaç kez "güçlü devlet" gurusu olarak zikrediliyor. İsmi zikredilmemekle birlikte faşizan ultra-konservatif Huntington'un "pretoryen siyaset" kavramı "fetret" durumu/müdahale gereği olarak uyarlanıyor. (Vaktiyle genelkurmay başkanları Tağmaç ve Evren de Huntington'dan yararlanmışlardı.) Ve: Askeri darbeler, son tahlilde, aklanıyor.

Burjuvazi ve asker Özet olarak, 12 Eylül, partiler demokrasisi rejiminin istikrar kazanmasını (bütün sancılarına ve emeklemelerine karşın) daha önceki darbeler ve askeri müdahalelerden de etkili biçimde köstekledi, kamuoyu ve seçmende şaşkınlık, hükümetlerde sorumsuzluk yarattı. Parti programı, seçmene karşı sorumluluk, sandıkla iktidara gelip iktidardan gitme, parlamenter üstünlük vb. önemli demokratik siyasal ilkeler yaralandı; Türkiye'de siyaset, partilerin askerin izin verdiği ölçüde ve sürece hükümette vurgun vurmalarına indirgendi. Devletin bir bölümünün mafyalaşması da 12 Eylül'den sonra oldu. Gelir ve servet eşitsizlikleri, Türkiye'de her zamankinden daha fazla 12 Eylül'den sonra bozuldu. Neoliberal küresel düzene de entegre olunarak, (büyük ve finansal) sermaye lehine ve emek aleyhine politikalar yerleştirildi. Unutulmamalıdır ki, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu davası usül muhakemeleri mevzuatının savaş hali hükümlerine göre yürütüldü. Günlük Türkçe'ye çevirisi: Burjuvazi ve asker 12 Eylül'de, işçi sınıfına karşı savaş açtı. 12 Eylül'ün en temel amaçlarından biri ücretleri dondurmak ve sendikaları işlevsizleştirmekti. Tabii, her türlü toplumsal sorun 12 Eylül'de gökten zembille inmedi. Bir kısmı vardı, katmerlendi; bir bölümü yoktu, ama verimli toprağa düştü; ama bir kısmı da elbette 12 Eylül'ün özgün icraatıdır. Bunların dökümünü ve ölçümünü burada yapamayız. Türkiye'de askeri darbelerin siyasi ve hukuki analizi belki bir miktar yapıldı ama, derinlemesine politik sosyolojik ve normatif analizi hâlâ yapılmayı bekliyor. Türkiye'nin militarist geleneğinin (sivillerin ve askerlerin ortak kültürü) çözümlemesi ve eleştirisi de en başta geliyor.

12 Eylül 2007 veya 2008 Gelecek, tümüyle, bizi bekleyen ve pasif varlıklar olarak içine alıp öğütecek bir şeyden ibaret değildir. Marx'ın dediği gibi, verili koşullar altında da olsa eylemlerimizle tarih yapabiliriz, geleceği kısmen kurabiliriz. Tabii aynı mantıkla bugünü de daha çok belirleyebiliriz; hatta geçmişi bile daha iyi hatırlayarak, yorumlayarak ve değerlendirerek yeniden inşa edebiliriz bugünkü ve yarınki eylemlerimize daha doğru bir rehber olabilmesi için. İşte 12 Eylül'le hesaplaşmanın zihnen, ahlâken, hukuken ve siyaseten önemi de burada. Çünkü toplumumuzun başına düşmüş ilk değil ama sonuncu birkaç büyük meteordan biridir; enkazının kaldırılması gereklidir. Şimdi, arada işimizi yapmış olduğumuzu varsayarak, 12 Eylül 2007/2008'de bazı konularda hangi noktada olabileceğimizi, olma 'imkanımız' olduğunu, aklıma rasgele gelen birkaç örnekle somutlayayım: - Beş kişilik 12 Eylül 1980 cuntasının başı yargılanmış ve hüküm giymiş olup, kalan günlerini Ege balolarında değil, uygun bir cezaevinde geçirmektedir. Şilililer ve Avrupa General Pinochet'yi yargılarken, birçok Latin Amerika ve Asya ülkesi darbeci generalleriyle ilgili bir şeyler yaparlarken, Türklerin kendi cunta şeflerini baştacı etmeleri biraz ayıp oluyordu. - Keza cuntanın diğer üyeleri ve darbecilerle işbirliği yapan sivil siyasetçi ve yüksek yöneticiler. - 1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinin henüz kaldırılmayan son tortusu da (kişisel sorumluluk) kaldırılmıştır. Zaten yukarıdakiler böylece mümkün olmuştur. - Demirel bize artık "gasp" ve yolsuzluk nedir ne değildir, Evren bize artık "Plato" ne kadar esaslıdır bunları anlatmamaktadır. Çünkü basın artık onları müstehak oldukları yere koymuştur. - Yeni anayasanın önsözüne askeri darbenin suç olduğu ifadesi konmuştur, Genelkurmay Başkanlığı MSB'ye bağlanmıştır, MGK sadece ve sadece milli güvenlikle ilgili istişari görüş bildirmektedir, yargıdaki ikilik kaldırılarak askeri yargı da en üst sivil yargıya bağlanmıştır, vicdani red hakkı anayasaya konmuştur. Kısacası anayasadaki bütün militarist unsurlar ayıklanmıştır. - Yine 12 Eylül'ün anayasaya koyduğu zorunlu din ve ahlâk kültürü dersleri çıkarılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bir devlet dairesi olarak lağvedilmiştir. Artık din sorununa (eğitimde ve siyasette) ilerici laikler (asker-sivil) ile gerici dinciler arasında bir kördöğüşü olarak bakılmamakta; İslam'ın Kemalist-Sünni-Ortodoks (hatta Hanefi)-Diyanetçi versiyonu/mezhebi ile diğer İslami (değişen derecede köktenci veya ılımlı) mezhepler arasındaki bir mezhep/iktidar/sosyal sınıf kavgası olarak bakılmaktadır. İkisi de antilaisist kabul edilmekte, çeşitli yeni düzenlemeler arasında din eğitimi, din adamının yetiştirilmesi ve maaşının ödenmesi cemaatlere bırakılmaktadır. Örgütlü dinsel faaliyet dernekleşme düzeyinde kesilmekte, din öğrenimi görenlere sadece, denkliği olmayan, sertifika verilmektedir. * * * Yukarıda sözü edilenler 12 Eylül buzdağının yalnızca tepesinin bir parçası. Tümünü hatırlamak, tümüyle hesaplaşmak gerek. Sağlıklı bir gelecek kurulmak isteniyorsa. TAHA PARLA: Prof. Dr., BÜ

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5043