Aydın Engin'in ardından...

-
Aa
+
a
a
a

Dostumuz, oyun yazarı, gazeteci ve programcımız Aydın Engin'in vefatının ardından Açık Gazete'nin ilk saatinde usta kalemi Açık Radyo arşivinden kendisine ait özel kayıtlarla birlikte andık.

(25 Mart 2022 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Evet, açılışımızı Haim Efendi'den “Ödemiş Kavakları” adlı parçayla yaptık. Taş plağın seslendirilmiş versiyonu biraz daha değişik bunun. Odeon Records tarafından kayda alınmış. Şarkının girişinde “İzmirlilere” diye de bir anons vardı. Farklı yorumları birçok şarkıcı tarafından da seslendirilmiş. “İzmir'in Kavakları”, Kostas Ferris'in ünlü filmi ‘Rembetiko’da da kendine yer bulmuştu. Bunu Türkiye'nin ve dünyanın önde gelen aydınlarından Aydın Engin'in ölümü haberi üzerine çalıyoruz. Ödemişli’ydi kendisi. Onun için de bir güzel Ödemiş türküsünü bu versiyonuyla çaldık. Aldığımız çok ağır bir haberdi. Bu bölümün birinci saatini tamamen Aydın Engin'e ayırıp özel bir Açık Gazete yapmaya karar verdik. Önce ama sadece birkaç özeti de verelim ona geçmeden. Yani Rusya'yla Ukrayna arasında bir esir değişimi oldu. İlk defa tam bir ay dolduğunda büyük bir esir değişimi olduğu söyleniyor çeşitli kaynaklardan. Savaş devam ediyor bütün vahşetiyle; istila, saldırı savaşı. Hatta yüz binlerce sivilin Ukrayna şehirlerinden alınıp Rusya'ya götürüldüğü, taşındığı gibi ve bunların rehine olarak kullanılması gibi, teslim olsun diye belirtildiği dehşet verici haberler geliyor. Onlara da son yarım saat içinde yer vermeye çalışacağız. Rusya ve Ukrayna'daki Rusya ve Ukrayna aktivistleri de Avrupa ambargosu konmasını -Rusya'daki fosil yakıtlar için- söylemiş durumdalar ve bugün bütün gezegen üzerinde insanlar greve gidiyor. Dünya liderlerini kârı değil insanları önceliğe alsınlar diye milyonlarca gencin ve insanın ayağı kalkıp sokaklara doluşacağını, grev yapacağını da haberlere ekleyelim. Bir de son olarak Yemen'in inanılmaz bir sefalet ve yıkım içinde olduğunu, Amerika Birleşik Devletleri'nin desteklediği Suudi Savaşı’nın sekizinci yılına girdik. Yedi yıllık savaştan sonra Yemenliler barışa susamış durumdalar. Ölüm ve yıkım istemiyorlar. Böyle de bir haber var. Bunlara yerimiz ve vaktimiz olduğunca değineceğiz.

Evet, şimdi Aydın Engin'e dönelim. Aydın Engin, gerek kişiliğiyle, gerekse yazıları, kitapları, anlatılarıyla olağanüstü bir figürdü. Türkiye toplumunun yetiştirdiği en önemli aydınlardan, aktivistlerden birisiydi. 82 yaşında hayata veda etti. Türkiye medyasının en kıdemli isimlerindendi. 24 Mart Perşembe günü hayatını kaybetti. 53 yıldır gazetecilik yapıyordu. Kendine özgü, keskin bir mizaha dayalı üslubuyla çok güçlü bir tiyatroculuğu vardı, o yıllardan gelen birikimiyle… Uzun yıllar politik sürgündü. Kendisi bir Komünist Parti üyesiydi; komünistti önce, sonradan onlarla da arası parası açıldı ve röportajları, kitapları, benzersiz kişiliğiyle medya tarihinde, basın tarihinde muazzam bir iz bırakarak göçtü. Safra kesesi sorunu nedeniyle 8 Mart Salı günü ameliyata alınmıştı. Ameliyat sonrasında gözlenen sızma nedeniyle 9 Mart Çarşamba günü ikinci bir operasyon geçirdi. 16 gündür yoğun bakım servisinde tedavi görüyordu. 11 Şubat Cuma günü T24'te yayımlanan son yazısında -T24 yazarıydı zaten- kişisel bir not olarak şu satırları paylaşmıştı: 

Aydın Engin'i bir süre nadasa bırakmak iyi olacak. Nadasın ne olduğunu bilmeyen kentli okurlar için bilgi notu: Nadas, tarlanın sürülüp, sulanıp ekime hazırlanması ama o yıl ekilmemesidir. Ben de beni nadasa bırakıyorum. Ne kadar sürer bu nadas, bilmiyorum. Umarım kısa sürer. Şey, bugün benim 81 yaşımdaki son günüm.

diye bitiyordu işte öyle. Muazzam biri geldi, geride miras bırakıyor. Kültürel, siyasal, sosyal bir miras bıraktı kendisi. Aynı zamanda Açık Radyo’nun da programcılarındandı ve bence dünya tarihine de geçebilecek nitelikte, seviyeli bir 17 Ağustos 1999 büyük depreminde inanılmaz bir gazetecilik örneği sergilemişti kendisi. Ve koşarak gidip orada ilk ağızdan, yani daha yıkımların, enkazın arasındayken Açık Radyo'ya günü gününe, saati saatine, dakikası dakikasına bildirimler yapmıştı. Açık Radyo da zaten bir telsiz çevrimine dönüşmüştü, hatırlanacağı üzere o tarihte. Ve oradan, yerinden bildiren müthiş röportajlar yaptı. Tıpkı şimdi Ukrayna savaşından yayın yapan bazı güçlü, cesur gazetecileri verdiğimiz gibi öyle şeyler yapmıştı. Ve gene de mizahı elden bırakmıyordu o korkunç ortam içinde ve gençliğin nasıl bir başkaldırı içinde yardım şeylerini örgütlediğini de gösteren inanılmaz bir şey sergilemişti. Çok sayıda yazı var hakkında ama onu Tırmık köşesinin çizeri, Cumhuriyet Gazetesi'nde bütün köşelerinde Tırmık’ını çizen yıllar yılı bir kedi figürüyle şeydi, onu çizen Tan Oral’ın da “Kaybına ne diyeceğimi bilemiyorum” diye bir yazısı var. Beklemiyordum, duyunca bir yanım koptu gitti diye bir de çizim eşliğinde vermiş. 

“Uzun zamandır şu uğursuz pandemi sona erse de Aydın'la buluşup şöyle dolu dolu gülebilsek diyordum. Bu hasreti içimde taşırken onu kaybettiğimizi öğrendim.” diye yazmış bir son dakika yazısıyla Tan Oral, T24'te. “Yüzünde hiç eksik etmediği, böylesi coşkulu neşe içindeyken gülme nedenlerinin gölgesinde incelikli, eleştiriler, iğnelemeler saklı olurdu. Sohbette laf ola sıkılan palavraları hiç kaçınılmaz karşı nükteyle yola getirirdi. Aydın'ı çevresine ve dostlarına karşı her zaman soyadı gibi engin bir ilgi ve etki alanı içinde gördüm. Bu coşkulu el uzatmalarını kimseden esirgemezdi.” deyip kendi payına düşenlerden bazılarını sıralamış. “Ta Süleyman Demirel döneminde kendisinin yazıp sahneye de çıktığı siyasi mizahın unutulmaz oyunu için dekorun küçük bir parçasını çizmemi istemişti, çizdim.” diye başlıyor ve bütün dostluğu da devam ediyor, onları anlatıyor. Aynı şekilde T24’ten, Candan Yıldız da “Sen bizim abimizdin.” diye yazmış. “Severdi, sigarayı hızlı içerdi, takılmadan edemezdi sağa sola. Tiyatro geçmişinden olsa gerek, gündelik hayat dilinde ironik, nüktedan; ciddi hayat konuşmalarında Münir Özkul'du. Zaten abiliği pek severdi.” diye yazmış arkasından. Murat Belge de çok keskin, vurucu bir hatırlama ile anıyor onu ve şeyi söylüyor, yani bu haberi aldığı zaman insanın farklı bir dünyada olduğunu söylüyor. “Aydın” diye bir yazı yazmış; “Aydın'ın olduğu, yazısını okuduğun, arada bir sesini duyduğun, anlattığı son hikayenin tadını çıkardığın dünyayla birinden bir şekilde Aydın Engin öldü haberini aldığın dünya, aynı dünya olabilir mi?” diyor. “İnsanlar vardır, her gün görmezsin. Hatta belki seyrek görürsün. Ama bilirsin ki bir yerde anlamlı bir işle uğraşmaktadır. Bu bilgi sana rahatlık verir, güven verir.” diyor. Ve “Aydın'ın yaptığı işi engellemek mi, işin önemini azaltmak mı, partinin uğrunda çalıştığı şeyleri değersizleştirmek mi? Hiçbiri değil. Parmağın sepetinde ya da yet hecesinde”, yani çok ilginç bir anekdot anlatıyor, SİP günlerinde, Türkiye Sosyal İşçi Partisi günlerinde grup halinde bir şey yapılacak. İşin kendisi, neyin nasıl yapılacağı konuşuluyor, peki kim yapacak? Bir sessizlik oluyor, Aydın, piti piti karamela sepeti namesiyle "iş, ekmek, hürriyet" diye o zamanların sloganını söylüyor, iş birine kalıyor. Gülenler oluyor, gülmeyenler de oluyor. Birisi de partimizin belli başlı sloganlarıyla komiklik yapmanın yakışık almadığını dile getiren kısa bir konferans veriyor. Aydın'ın yaptığı işi engellemek mi işin önemini azaltmak mı? Partinin uğrunda çalıştığı şeyleri değersizleştirmek mi? Hiçbiri değil. Parmağın sepetinde ya da yet hecesinde bitmesi herhangi bir şeyi değiştiriyor mu? Bunların hiçbiri değil.” diyor Murat Belge. “Sadece durmayan zekasıyla bu espriyi buluyor ve yapılacak işi gülerek yapmamıza imkan sağlıyor. Yaptığımız işi gülerek yapabilmemiz ne kadar önemli bir şey.” diyor Murat Belge. “Ama gülmekten zevk almayanlar da var aramızda. Başkasını yanlışlayarak üste çıkacağımıza inananlarımız da eksik değil. Belki Türkiye…” diye bitiyor Belge’nin yazısı, “…bir gün hayata Aydın Engin gibi bakanların çoğunlukta olduğu bir toplum olmayı başarır.” 

Evet, çok sayıda yazı var. Onlara zamanı gelince başka programlarda da yer vermeye çalışırız. Şimdi bizim kendi kişisel tecrübemizle bence dünya çapında önem taşıyan bir gazetecilik örneğine yer veren birkaç sese kulak verelim. Gürhan Ertür, Didem Gençtürk ve Özdeş Özbay'ın çalışmalarıyla böyle küçük eklerle bu bir saate yaklaşan özel yayında birtakım parçalar seçtik, koyduk. Şimdi ilk kayıt, 22 Ağustos 1999 tarihini taşıyor, Açık Radyo’da. Aydın Engin, Adapazarı'ndan bağlanıyor. Kentteki ağır kokuyu ve kendi deyişiyle cesetlerle dışkıların kokusunun karıştığı bu kokuya değiniyor ve yardım çalışmalarındaki aksaklıklara rağmen büyük bir iş yapmaya devam eden ve bir çeşit haberci, dönüşümcü bir anlayışın habercisi olan gençleri anlatıyor. Bu dünyada da erken rastlanan şeylerden bir tanesi. Şimdi ona kulak verelim.


KAYIT

Ömer Madra: Açık Radyo, 94.9, Açık Radyo, Deprem İletişim Merkezi'nde bulunuyoruz. Saat 3’ü yedi, sekiz dakika geçerken Aydın Engin'e bağlanıyoruz. 

Aydın Engin: Merhaba Ömer Madra.

ÖM: Nerede bulunuyorsun?

AE: Adapazarı'ndan, biraz tuhaf bir güzergahtan yani Bilecik yoluna giderek oradan Yalova'ya ulaşmam lazım, aşağıdan İznik üstünden ulaşmam lazım. Zaten telefon irtibatı olarak da ancak böyle mümkün sizinle irtibat kurabilmem. Adapazarı'ndan 40 kilometreden dışarıdayım, Yalova'ya geçiyorum yani. 

ÖM: Evet, nedir durum şimdi? Birazcık son raporları alabilir miyiz? 

AE: Şöyle, çok sistematik olmasa da bazı notlarım var. Ara başlıklar halinde yazdım bunları. Açık Radyo dinleyicileriyle bölüşmek istiyorum. 

ÖM: Lütfen. 

AE: Önce, bilemiyorum ama ilk bölüşmek istediğim belki de benim kendi kendime, buradaki gazeteci arkadaşlarla sivil yaratıcılık, yurttaş yaratıcılığı diye adlandırdığımız bir olgu var. Bu gerçekten, bilemiyorum, umut veren, göğüs kabartan küçük kahramanlıklar yaşıyoruz burada. Onları bölüşmek istiyorum, çünkü kriz masaları krizi belki atlattılar. Yani kendileri krizdeydi. Belki bunu atlattılar ama biraz atlattılar sadece. Yavaş yavaş biraz düzene girmeye çalışıyorlar, ama yavaş yavaşa tahammülü olmayan koşullarda yaşıyoruz burada. Örneğin ben dün sabah saat yedi buçuktan beri Adapazarı'ndayım. Biraz önce Adapazarı'ndan ayrıldım. Bilemiyorum dünkü yayın tümüyle benim dün yaptığım, aktardığım gözlemler ses olarak, iletişim olarak, komünikasyon olarak ulaştı mı size ama… 

ÖM: Ulaştı tabii. 

AE: Burada ölüm kokusu diye adlandırdığımız -somut anlamda kullanıyorum bunu- şey dünden bugüne daha da katlanılmaz hale geldi. Bütün kent çok ağır, gerçekten katlanması çok güç ve besbelli ki sağlık açısından büyük tehlikelerin habercisi olan bir kokuyla kaplanmış vaziyette. İşte bu koşullarda çaresiz, yorgun, ne yapacağını bilmeyen, deneyimsiz, 15-20 yıllık belediye bürokratı deneyiminden öte hiçbir hazırlığı olmayan insanların bu büyük felaketin üstünden gelmeleri olanaksız. İşte burada ülkenin her bir yerinden, özellikle Adapazarı için söylüyorum ve Gölcük için söylüyorum, İstanbul'dan koşup gelen gencecik insanlar var. Hiç kimseden emir almadan, kendi insiyatifleriyle, kendi buldukları arabalarla, minibüslerle, kamyonetlerle buraya gelmiş insanlar var. Bunlar alışılagelmiş, daha çok köy kökenli yurttaşların yaptığı, arabaların bagajına ekmek doldurup gelmekten daha öte işlevler için buraya gelmişler. Ve gerçekten bu işlevlerini yürek kabartan bir başarıyla yerine getiriyorlar. Bir örneği bölüşmek istiyorum sizlerle. Çok anlamlı bir örneği bölüşmek istiyorum. Dün öğle saatlerinde Adapazarı kriz masasının önüne, beyaz minibüste, kendi kullandıkları minibüsle yedi genç kız, iki delikanlı geldi. Hani çıkanlardan biri, örneğin kulağı küpeliydi. Bazılarının “nedir, ne biçim tip bu” diye küçümsedikleri tipten gencecik, pırıl pırıl insanlardı. Kriz masasına gittiler. Kriz masası onlara -ben de doğrudan tanığım, dolaysız tanığım diyeyim ben bunun- “Şu anda kurtarma ekibine ihtiyaç yok, bekleyin, ihtiyaç olursa sizi çağıracağız.” dediler. Bu anlamsız bir şeydi, çünkü kriz masası nereye kimi göndereceği konusunda bilgisi olmadığından ihtiyaç yok gibi abuk sabuk bir yanıt verdi bunlara. Yılıp püskürtülmüş hissedip kendilerini kenti terk edebilirlerdi. Hatta aralarında çok kısa bir konuşma yaptılar. Ben duyamadım ne konuştuklarını. Minibüslerine doldular. Ben kenti terk ettiklerini sandım. O sırada bir kurtarma operasyonu izlemeye gittim. Başarısız bir kurtarma operasyonuydu, sonunda ceset çıktı. Ama sonuç olarak iki, iki buçuk saat sonra ben bu yedi genç kız ve iki delikanlıyı Adapazarı'nda kurulmakta olan, Kızılay'ın kurmakta olduğu minik bir çadır kentin hemen hemen bitişiğindeki küçücük bir fabrika avlusundaki cılız ağaçların arasında gördüm. İnanılmaz bir şeydi. Kentte, ben 60-65 civarında saydım, başıboş diyelim, annesi-babasını yitirmiş, kimsesiz kalmış 10-12 yaşlarında, 8 yaşlarındaki çocukları toplamışlardı. Kendi girişimleriyle, kimseden emir almadan ve o bahçede, fabrika bahçesinde minik bir çocuk yuvası kurmuşlardı. Yüzü çamurlar içinde sümüğe boğulmuş bir genç kızı şişeden dökülen suyla küçücük bir çocuğu iki genç kız yıkıyorlardı, yüzünü yıkıyorlardı. İki delikanlı ağaçların arasında kocaman bir salıncak kurmuş, üç çocuğu üstüne bindirmiş, üç minik çocuğu üstüne bindirmiş, depremin dehşetini yaşayan, depremin çaresizliği içerisinde sabahtan beri hepimizin yüreğini buran çocuklar birdenbire gerçekten gülmeye, çığlıklar atarak gülmeye, aralarında oynamaya başladılar. Bu belki çok önemli değil, ama bence çok önemli bir kahramanlık. Oradaki 60-70 çocuk şimdi abilerinin ve ablalarının -ben bunu size aktarırken bile gözlerim doluyor, sesim titriyor ve bölüşmek istiyorum bunu sizlerle, radyo dinleyicileriyle- bu harikulade bir yardımdı. Bu çok önemli bir yardımdı. O çocukların üzerindeki deprem travmasını belki bir parça azaltan, ama hep o bir parçaya ihtiyaç var burada, çünkü o bir parçalarla ancak burada insanlar yeniden hayata dönebiliyorlar. Bu bölüşmek istediğim bir yanıydı. İkincisi, basit yardımlar; çok büyük işler değil, çok büyük ahkamlar değil, çok basit yardımlar. Yani ihtiyaçların karşılanmasında kişisel girişimi kullanmak. Kriz masasında eş güdüm yok, organizasyon yok, devlet nerede diye haykırmanın şu anda sırası olmadığını düşünüyorum. Belki yalınkat bir düşünce, belki çok toptancı bir düşünce ama buranın koşullarında yaşayınca bunu böyle ifade etmenin doğru olduğuna inanıyorum. Yardım için İstanbul'dan buraya akan yüzlerce insan var. Bunların bir kısmı öfkelenip geri dönüyorlar, ama büyük bir çoğunluğu yürek kabartan bir yurttaşlıkla bir halka oluşturuyorlar. Kendileri bir halka oluyorlar ve bu halkalar eklenerek harikulade bir zincir oluşturdu. Karamürsel'de ve Değirmendere'de ben bunu dolaysız olarak gözledim. Bu insanlar küçük ve çok önemli yardımlarla oradaki yaşamı, katlanılmaz yaşamı katlanılır hale getirmeye çalışıyorlar. 

KAYIT SONU


ÖM: Evet, Aydın Engin; Türkiye tarihinin en büyük facialarından biri Kocaeli Depremi’nde fırlayıp gidiyor. Hiçbir tereddüt olmadan gidiyor ve Açık Radyo’ya günlerce, dakikası dakikasına bağlanarak dönüşümü, sosyal dönüşümü, bu büyük felaketin içinde neler olduğunu anlatan programlar yapmaktaydı. Bunlardan birincisini, dün kaybettiğimiz Aydın Engin'den, 22 Ağustos 1999 tarihli kayıttan bir bölümü dinledik. Kentteki ağır ceset ve pislik kokusunun ve bu kokuya ve yardım çalışmalarındaki bütün o aksaklıklara rağmen iş yapmaya devam eden genç gönüllülerin harikulade macerasını kendine özgü olağanüstü diliyle de anlatıyordu Aydın Engin. İnsanın gözleri dolmadan edemiyor doğrusunu isterseniz. Evet, yani şimdi yine depremle devam edebiliriz aslında. 28 Ağustos tarihinde, 17 Ağustos'tan 11 gün sonra Aydın Engin'le 50 Dakika adlı bir programı vardı Aydın Engin'in Açık Radyo'da. Şimdi o şeye gireceğiz, Aydın Engin'le 50 Dakika program saatinde Aydın Engin'in telefonuna bağlanarak deprem üzerine yayın yaptığını belirteceğiz. Ama ondan önce bu bloka bir ara verelim. Sonra Aydın Engin'le beraberliğimiz devam edecek.

Evet, Açık Radyo burası, 95.0, acikradyo.com.tr ve Açık Gazete programı bu sabah bir saatlik özel yayın yapıyor. Aydın Engin'in dün ölüm haberinin ardından kendisinin Açık Radyo’da yaptığı programlarından bazı sesleri de içerdiği bir özel yayın yapıyoruz. Şimdi gene dönüyoruz o olağanüstü bir gazetecilik örneği olduğunu her zaman düşündüğümüz 28 Ağustos tarihli, bu sefer de Aydın Engin'le 50 Dakika adındaki program. Kuş sohbetleri, “Baykuş” diyordu kendisine de. Orada Aydın Engin'le 50 Dakika program saatine bu sefer telefonla bağlanıyor, çünkü kendisi stüdyoya gelecek durumda değil ve kendisine bu programda her zaman olduğu gibi “Baykuş” diyor ve hasta olmasına rağmen Gölcük Depremi üzerinden devasa deprem haberlerini vermeye devam ediyor ve devletin deprem bölgesinde etkisini arttırdığı günlerde yaşananları anlatıyor. Şimdi ona kulak verelim.


KAYIT

Ömer Madra: Evet, şimdi hattımızda Aydın Engin var, günaydın. 

Aydın Engin: Günaydın Ömer Madra. 

ÖM: Geçmiş olsun bu arada. 

AE: Sağ ol. Galiba depremin, yani deprem cephesinden acar muhabirliğe bu yaşta kalkışınca birtakım sonuçları oluyor. Pek haysiyetli bir hastalık değil, yorgan döşek yatmıyorum ama ilk kez ve umarım son kez Baykuş’un sohbetlerini aksatmaya yol açacak kadar haysiyetsiz bir hastalık. İshalim, aşırı ishalim. Bizim stüdyolarda klozet üstünde yayın yapılmıyor malum. 

ÖM: Ona da geçeriz. 

AE: İnanıyorum, Açık Radyo onu da becerir. Deprem bölgesinin o yıkıntıları arasında açıklıklardaki namütenahi olanakları da yok stüdyolarımızda, dar henüz stüdyolarımız. O yüzden Açık Gazete’ye galiba evden katılmakla yetinmek zorundayım bugün. Ama bir kere daha -biraz da üzülerek, biraz utanarak söylüyorum- ilk ve son kez Baykuş’un sohbetleri aksadı.

ÖM: Ama işte Baykuş burada mikrofonlarımızda.

AE: Evet evet, geçici bir sulh yaptık Açık Gazete’deki kalın sesli zat ve Şerif'le depremin… Sıvatmamak için zorunluydu bu, devam edelim bir süre daha. Bakalım sonrası nasıl olacak. Hazır başlamışken bir şeyi aktarmak istiyorum, iki noktanın altını çizmek istiyorum; işte döndüğümden beri deprem bölgesinde yığışmış olan yabancı medya mensupları da kimileri dönüş için, kimileri bir banyo yapmak, otelde uygarlık koşullarına bir dönmek ve yeniden deprem bölgesine dönmek üzere mola verdiklerinde gazeteye uğruyorlar. Ben özellikle Almanca konuşulan ülkelerden gelen gazetecilerin galiba biraz hedefi oldum. Yani epey yabancı gazeteciyle konuştum. Onların kendi ülkelerinden aldıkları bazı bilgiler var. Gerçekten bu “Durmuş'u Durdurun” diye bir kampanya açıldı biliyorsunuz. Keza hükümetin yardımlar konusunda açıklanması zor tutumları o ülkelere de şaşılacak bir hızla yansımış anladığım kadarıyla. Yabancı gazetecilerin bana sordukları iki tane temel soru var; bir tanesi, niçin hükümet yardımlar konusunda çelişik tutumlar içerisinde. Devletten devlete yardıma evet ama, gayriresmi kurumlardan gelen yardımlar konusunda adeta istemez havasında. Bunu nasıl açıklıyorsunuz diyorlar ve itiraf edeyim ki her konuda ben yabancı gazetecilere açıklayacak bir şey bulurum Türkiye üstüne, alıştığımız sorular vardır; işte Türkiye İran olacak mı, Türkiye Cezayir olacak mı, bilmem ne gibi klasik sorularına her zaman rahat cevap verirken bu soruya cevap veremiyorum. Bunun somut bir dert olduğu görülüyor. Bunun altını çizmek isterim. İkincisi, dün biz gazeteden bir ekiple öğleye doğru deprem bölgesine ama yani İzmit ve Adapazarı yöresine bir kısa gezi yaptık. 

ÖM: Cumhuriyet Gazetesi olarak.

AE: Cumhuriyet Gazetesi’nden bir ekip olarak, yani üç kişilik bir ekip; bir foto muhabir, ben ve bir genç muhabir arkadaşım daha. Çok kısa bir geziydi, amacımız sadece önümüzdeki günlerde bölgeye göndereceğimiz ekiplerden ne isteyeceğiz, nasıl bir çalışma programı yapacağızı yerinde gözlemekti. Bu kısacık, yani İzmit'te 45 dakika, Adapazarı'nda bir buçuk saat kaldığımız süre içerisinde hemen fark edildi, hemen gözlendi. Şimdi şöyle bir sorun var Ömer Madra ve bu sorun çözüm bekliyor ve sakin, serinkanlı bir çözüm bekliyor. Resmi kurumlar artık üstlerindeki şaşkınlığı attılar ve olaya el koydular. Bu el koymayı mutlaka pozitif ya da mutlaka negatif anlamda almamak gerektiğine inanıyorum. Yani yaşam gibi bu işler de siyah ve beyaz değil. 

ÖM: Değil tabii ki.

AE: El attıkları anda, negatif yanının altını önce çizeyim izin verirseniz, bölgede daha önce rahat çalışan veyahut da kendi insiyatifiyle çalışma olanağı bulan sivil toplum kuruluşları veyahut da yurttaşların kendi inisiyatifleriyle oluşturdukları girişimler, örneğin hekimlerin çadır kentlere gidip çadırların kapısını aralayıp “Hastanız var mı kardeşim?” diye sorması; hasta, yatalak hasta mesela ta sahra hastanesine kadar gidemeyecek, yahut da çok oraya gidecek kadar zor durumda değil ama çadırın içini görünce orada hijyenik koşulların olmadığı, örneğin klorlama tabletlerinin nasıl kullanılacağını bilmedikleri gibi sorunlarla karşılaşıyorlardı ve paha biçilmez katkılarda bulunuyorlardı. Şimdi resmi makamların el koyuşuyla çadır kent girişlerinde denetimler -kimilerini askerler yapıyor, kimilerini belediye görevlileri, kimilerini polisler yapıyor- ve engelleme demek istemiyorum ama bir denetim kurulmuş, bu aynı zamanda bir düzen anlamına geliyor. Ama bu düzen oradaki kendi girişimiyle deprem bölgesinde yardımcı olmaya çalışan insanların kişisel inisiyatiflerini önleyen bir nitelik kazandı. Keza İzmit'te erzak dağıtımı benzeri gibi işlerde veya yardım malzemesinin dolaysız olarak halka ulaştırılması gördüğüm kadarıyla imkansız artık. Ancak, evet resmi kurumlar aracılığıyla bu dağıtılıyor. Bu bir yanıyla depremin ilk şaşkınlığı atlatıldığı için belki yararlı ve zorunlu, ama bir yanıyla da o bürokrasinin ağır işleyen çarklarının da dönmesine yol açtığı için canhıraş feryatlar pek yankı bulamayabiliyor yardım isteyen bölgelerde. Özellikle Körfez yöresinden gelmiş muhtarlarla bir görüşmemiz oldu bizim İzmit’te. Yani Körfez yöresi derken Karamürsel'den Gölcük'e kadar, hatta İzmit'e kadar olan şeritte irili ufaklı bir sürü belediye, köy, muhtarlık, yerleşim birimi filan var. İnsanlar diyorlar Gölcük'ün adını duyduklarından, örneğin Yüzbaşılar’a pek uğrayan olmuyor, örneğin Ulaşlı'ya pek uğrayan olmuyor. Oraların adı yok. Halbuki orada el değmemiş deprem yerleri var veyahut da yardımlar oraya ulaşmıyor. Bu tür yakınmalarını İzmit'te -oraya bağlı oldukları için- aktarmaya çalıştılar. Ben tanığım, gerçekten karşılarında, belki yorgunluktan, belki şundan ama aynı zamanda o yüzünde devlet adamı ciddiyetiyle onları dinleyen bir vali yardımcısı olduğunu sanıyorum, bir adamcağız uyduruk notlar aldı. Omuzunun üzerinden baktım, o notlardan pek somut sonuçlar çıkmayacak. Şuraya bağlamak için bu uzun paragrafı, parantezi açtım; sanırım şu yayına bağlandığım dakikalarda senin sesini duyuyordum, sivil inisiyatiflerin orada kalıcı olması gerektiği, Kobe Depremi’nden sonra yıllarca kalmış insanlar olduğunu, kurumlar, kuruluşlar olduğunu söylüyordun. Bunların bir şekilde resmi kurumlarla ilişkilerinin de artık deprem heyecanı, yardım etme tutkusunun getirdiği o gözü kara dalışlardan kurtulması ve bu işin bir düzene girmesi gerekiyor. Karşılıklı engellemelerin ya da kaos yaratacak girişimlerin bir düzene girmesi gerekiyor. Çok umutlu değilim ama zorunlu olduğu kanısındayım bunun.

KAYIT SONU


ÖM: Evet, Aydın Engin, dün 82 yaşında hayata veda eden, Terzi Sadık'ın ve Adalet Hanım'ın oğlu olağanüstü gazeteci insan Aydın Engin'in 28 Ağustos 1999 tarihinde, Aydın Engin'le 50 Dakika programına telefonla bağlanmak zorunda kaldığı deprem üzerine yayın yaptığı, çünkü kendisi bu arada hasta, haber vermeye de devam ediyor. İshal olmuş ve devletin deprem bölgesinde etkisini arttırdığı günlerde yaşananları anlattığı bir programa yer verdik. “Sürgün ve hapisle geçen bir ömür Aydın Engin” diye yazmış Burcu Karakaş, Deutsche Welle'den. “Tiyatrocu, yazar, taksi şoförü, gazeteci. Hayat onu bir şapkayı çıkarıp diğerini takarken yaşadıkları ve yaşatılanlar nedeniyle 1960 sonrası Türkiye siyasi tarihinin en yakın tanıklarından yaptı. Gazeteci Aydın Engin'in ders niyetine okutulabilecek bugün sonlanan yaşamı 1941 yılında İzmir'in Ödemiş ilçesinde dünyaya gözlerini açmasıyla başladı.” diye girişi var. Ve daha sonra Gülriz Sururi, Engin Cezar Topluluğu'na dramatürg olarak girdiğini, küçük rollerde yer aldığını, 1967’de Tuncel Kurtiz, Mustafa Alabora, Tuncer Necmioğlu, Umur Bugay ve Müjdat Gezen'le beraber Halk Oyuncuları, ünlü Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nu kurduğunu, kaleme aldığı Süleyman Demirel'in konu alan “Devr-i Süleyman” oyununu iki sene kapalı gişe oynadığını, Tuncel Kurtiz'in askere gittiği 1969’da Aydın Engin'in de bu kez tiyatroyu bırakıp gazeteciliğe yöneldiğini anlatıyor. Ve askerden izinli gelen Kurtiz'in “Tiyatroyu bıraktın, profesyonel devrimci mi oldun?” sorusuna, “Hayır, sendika yayınları çıkaran gazeteci oldum.” dese de aslında daha devrimci bir iş yapma arzusuyla tiyatroya veda ettiğini anlatıyor Burcu Karakaş. İşçilerin arasında çalışmak istediğine karar vererek, hukuk fakültesini bir günde bırakmaya karar vermesinde olduğu gibi tiyatroyu da aynı hızla terk edip sendikalarda çalışmaya başladığını anlatıyor. Ve şöyle devam ediyor, “Hayatını yazıyla kazanıyordu ve bundan memnundu da. Tiyatroyla başlayan sanat serüvenini sinemacı Yılmaz Güney'e gölge yazarlık yaparak -yani senarist olarak- sürdürdü. Ancak bir süre sonra esas meşgalesi gazetecilik oldu. 1971 Muhtırası, 12 Mart Muhtırası döneminde tutuklandı. Cezaevinden çıktıktan sonra Yeni Ortam gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1974’te Yusuf Ziya Bahadınlı ve önce iş arkadaşı, sonra yoldaşı ve nihayet eşi olacağı Oya Baydar'la İlke dergisini kurdu. Baydar'la Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin disiplin kurucuları arasında yer aldı. Biraz önce Murat Belge’nin yazısından aktardığımız anekdot da bu sırada gerçekleşiyor işte. Ve 1976 yılı geldiğinde Politika gazetesinin genel yayın yönetmeni ve burada “Tırmık” ismini verdiği köşesinde yazılar yazıyor. Daha önce Tan Oral'ın yazısında da aktardığımız gibi “Tırmık” köşesinde onun kendi fotoğrafı yerine daima o çizim yer alıyor, kedi çizimi. Ve yazdığı yazılar nedeniyle hakkında dava üstüne dava açılıyor. 1977’de Oya Baydar'la evleniyor. “O sırada Politika gazetesinde beraber çalışan sevgililer” diyor Burcu Karakaş, “Evlendikleri gün, nikah dairesinden dönüşte gazeteye dönüp çalışmaya devam ettiler. İki sene sonra Ekim adını verdikleri bir oğulları oldu. 1980 Darbesi’ne giden süreçte kısa süreli hapislikler yaşadı. Öyle ki Oya Baydar bir gün şakayla karışık 'Hapiste mi yaşayacaksın, evde mi, karar ver artık!' demişti. 12 Eylül Darbesi’den önce girdiği cezaevinden bürokratik bir boşluk nedeniyle yanlışlıkla tahliye edildi. Cezaevi müdürü, Engin'in şaşkınlıkla karşıladığı haberi 'Gazeteci bey sen çıkıyorsun.' sözleriyle verdi. Cezaevi kapısından dışarı adım atana kadar şaka olduğunu düşündü. Havaalanına gitti, ilk uçak Almanya'nın Düseldorf şehrineydi. Çıktıktan iki saat sonra cezaevine yazı ulaşmıştı: 'Aydın Engin'i sakın bırakmayın.' ve fakat artık çok geçti. Aydın Engin uçağın durdurulacağına neredeyse emindi ama korktuğu olmadı ve böylece 12 yıl sürecek sürgün hayatı o gün başladı. 1980’le 1992 yıllarını Almanya'da geçirdi. Eşi Oya Baydar'la yaptıkları iltica başvurusu kabul edildi ve siyasi mülteci statüsü kazandılar. Ülkeden ayrı düşmesine hiçbir zaman sürgün demedi; 'Kimse sürmedi, biz kaçtık. Bu nedenle siyasi göçmenlik demeyi tercih ediyorum.' diyordu. Almanya vatandaşlığı da edindiler ama akılları halen memlekete dönmekteydi. Engin-Baydar çifti için kesinleşmiş hapis cezaları olması nedeniyle en azından bir süre dönüş imkansızdı. Ancak yine de her an Türkiye'ye gidecek gibi yaşadılar. Aydın Engin, Almanya'daki hayatlarını 'eğreti yaşam' olarak adlandırıyordu. Ama bir süre sonra eğreti hayattan yerleşik hayata geçiş yaptılar. Eve önce bitki sonra kedi alındı. Bitkili ve kedili bir yaşam, Engin'in deyişiyle eğreti yaşama itiraz gibiydi. Frankfurt'ta çevirmenlikten taksi şoförlüğüne, aşçılıktan forklift sürücülüğüne kadar çeşitli işlerle çalışarak geçimini sağladı. Seneler böyle geçti ve bir gün hiç ihtimal vermedikleri memlekete dönüş hayalleri için yeşil ışık yandı. Turgut Özal döneminde çıkan kısmi afla dönüş umudu yeşerdi. Avukat Turgut Kazan, Türkiye'ye dönüşlerinde ne kadar hapis yatacaklarını hesapladı. Üç aydan az bir süre çıkınca karar verildi: 'Türkiye'ye gidiyoruz.' Orada da muvakit denen bir memurun, vakit hesaplayan memurun, orta yaşlı bir memurun kendisine bir de alacaklı olduğunu, bir on beş günlük daha alacağı olduğunu hesaplamasını da kendisine has olan diliyle anlatıyor başka bir yerde ve ondan sonra da yatıyor. Ve yani Türkiye'ye dönüş yapıyor. Cumhuriyet’te, Birgün’de, Agos Gazetesi’nde ve T24 sitesinde yazılar yazdı bugünlere kadar. Ömrü cezaevi, sürgün ve yargılamalarla geçen Aydın Engin 2000’li yıllarda da benzer bir muameleyle karşılaştı. 2016 Ekim'inde Cumhuriyet Gazetesi'ne yapılan operasyon kapsamında evi basıldı. 75 yaşındaki gazeteciyi polislerin çekiştirerek gözaltına aldığı görüntüler kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Bir muhabirin, 'Niçin gözaltına alındınız?' sorusuna verdiği yanıt, sadece kendi talihini değil, memleketin makus talihini de özetlediği için yeterince anlamlıydı" diye yazıyor Karakaş, “Cumhuriyet'te çalıştığım için.” 

Evet, Politika dergisinde başladığı “Tırmık” adlı köşesinde yıllarca yazdı, yazmayı sürdürdü. 79. yaşını sürdüğü 2020’de sürekli basın kartı Cumhurbaşkanlık İletişim Başkanlığı tarafından yenilenmediği için idare mahkemesine dava açmaya karar verdi. Mücadeleyle ördüğü hayatıyla sadece yazın tarihine değil Türkiye tarihine de geçen gazeteciler oldu, diyor. Ben buna dünya tarihini de ekleyebilirim. Şimdi kendisinin bu Almanya macerasıyla ilgili de Açık Radyo’da yayınlanmış ilginç bir küçük bölümünde, Aydın Engin'le 50 Dakika programını da Açık Radyo’nun 3 Mayıs 1999’la 1 Mayıs 2000 yılları arasında dokuzuncu ve onuncu yayın dönemlerinde sürdürmüştü. Programın alt başlığı da ‘Kuş sohbetleri’ydi. Kendisine de programlarda “Baykuş” diyordu Aydın Engin. Şimdi 12 Aralık 1999 tarihli, 1999 sonundan bir kayıt dinletiyoruz. Güney Almanya'dan Ulm kentine bağlanarak Almanya'da Noel hazırlıklarını anlatıyor. Ardından da Alman gazetelerinde, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğine dair çıkan haberleri okuduktan sonra da Avrupa Birliği'nde Kıbrıs sorunu tartışmasını anlatırken tam o sırada telefon kulübesinde yaşadığı çok komik anları da anlatmasına kulak veriyoruz, buyurun.


KAYIT
Aydın Engin'le 50 dakika.

Aydın Engin: Merhaba, merhaba ben Baykuş ve İstanbul'da, buradan çok uzakta, İstanbul'da her zamanki kafesinde Tolgakuş. Evet, Baykuş ve Tolgakuş Açık Radyo’da bir ilke imza atıyoruz. Biz gayet sakiniz, sizlerin çok heyecanlı olduğunuzu düşünüyoruz. Çünkü şu anda Açık Radyo’nun ilk kıtalararası canlı yayınını gerçekleştirmekteyiz. Evet, tarihsel bir an. Şu anda Baykuş, Güney Almanya'da küçük bir kentte, Ulm'de ve canlı yayında "kuş sohbetleri" başlıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi şu anda Almanya'da ve İstanbul'da dev uydu antenleri, son derece karmaşık elektronik aygıtlar çalışıyor ve Baykuş’un kuş sohbetlerini Avrupa'nın göbeğinden İstanbul'a taşıyor. Evet, Ulm kentinde kocaman bir stüdyodan Kompaks-Three-Pisuvar tekniğiyle Türksat, Eurosat ve Anasınısat uyduları üstünden Baykuş sizlerle birlikte. Galiba yemediniz, yemediniz. Peki peki, durum şu; Tolgakuş İstanbul'da, Açık Radyo’daki her zamanki kafesinde. Baykuş da Güney Almanya'da küçücük Ulm kentinde, ünlü Ulm Katedrali’nin tam karşısındaki telefon kulübesinde. Avucunda bir avuç bozuk para, bir yandan durmadan para yutan umumi telefonu besliyor, bir yandan da ilk kıtalararası yayını gerçekleştiriyor. Hatta belki şu anda kulağınıza katedralin önünde kurulmuş Weihnacht Noel pazarından yükselen melodiler de geliyor. Burnunuza da kızarmakta olan sosislerin kokuları geliyor. Gerçekten şu anda Almanya'da ne Helsinki Doruğu, ne Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne aday üyeliği, ne şu, ne bu… Varsa, yoksa Weihnacht. Yani Christmas, yani Noel. 24 Aralık akşamı kutlanacak olan Noel Bayramı'na diyelim, bununla ilgili geri sayım çoktan başlamış. Bizim üç aylara benzer bir şekilde veya kandillere benzer bir şekilde Noel'den, 24 Aralık'tan önceki dört pazar “advent” olarak adlandırılıyor, Hıristiyan dünyasının kutsal günleri bunlar. Yarın ikinci “advent”, ondan sonraki pazar üçüncü, ondan sonraki de Noel. Ama daha Noel'e, 24 Aralık'a epey gün olmasına rağmen her yanı Noel hazırlığı kaplamış, daha doğrusu bir Noel çılgınlığı başlamış. Örneğin şu anda küçücük Ulm kentinin ana meydanında, katedralin önündeki meydanda son derece çok sayıda Noel babalar dolaşmakta. Her yerde Noel müzikleri çalıyor. Hatta biraz tadı kaçıyor, insan içinden “Yahu değiştirin şu plağı” veyahut da “Biraz susun” demek geliyor. İsterseniz lafı uzatmadan şu Noel çılgınlığının Weihnacht çılgınlığının sardığı Almanya'dan bir Noel melodisi dinletelim size. En yaygın, en bilinen, en çok çalınan Weihnacht melodisini dinleyin. Sonra konuşuruz.

Evet, Almanya'da Weihnacht müziği denince, deyince ilk akla gelen orkestra Anthony Ventura Orkestrası'dır. Yıllardan beri Noel yaklaştığı zaman Anthony Ventura Orkestrası'nın plakları, şimdi de CD'leri yok satmaya başlar. Evet, onlardan bir orkestra, bir enstrümantal parça dinliyoruz: “Stille Nacht”, Sessiz gece.
 
Yani Kıbrıs konusunda diyeceğim, ama diyeceğim ama bu böyle olmayacak, böyle olmayacak… Burada bir canlı yayın yapıldığının, tarihsel bir olay gerçekleştiğinin farkında değil buradaki Almanlar. Nitekim şu anda telefon kulübesinin önünde bir Noel baba kuyruğa girdi, o kırmızı mantosuyla, beyaz sakalıyla. Ama dikkatli bakılınca genç bir adam olduğu da anlaşılıyor ve suratıma “Bitir şu çene çalmayı Baykuş!” der gibi bakıyor.

KAYIT SONU


ÖM: Evet, Aydın Engin, olağanüstü renkli üslubuyla… 

Özdeş Özbay: Teatral yeteneklerini sergilemiş gerçekten bu ilk kıtalararası konuşmada ki şu anda artık orada dalga geçtiği teknoloji çok daha basit bir şekilde gerçekleşmiş durumda ve gerçekten kıtalararası yayın da yapılabiliyor. 

ÖM: Evet, yapılabiliyor ama kendisi bozuk paraları atarak telefon kulübesinden yapıyor ve inanılmaz bir…

ÖÖ: Noel babalar eşliğinde. 

ÖM: Noel babalar eşliğinde, kuyruğa girmiş, “Baba hadi bitir artık!” diye filan. Yani hakikaten inanılmaz bir programın bir bölümünü size sunduk Aydın Engin'in ölümü üzerine yaptığımız bu özel saatte, 12 Aralık 1999 tarihli bir kaydı dinlettik. Yani kendisi Cumhuriyet Gazetesi'nde kedisini, Tan Oral'ın çizdiği, “Tırmık” adıyla açtığı köşede yazmaya başlamasını da şöyle anlatmıştı, “Beni Metin Göktepe köşe yazarı yaptı” yazısıyla anlatmıştı: “Polis barikatın ardından kimlik sordu, sarı basın kartımı gösterip geçtim. Metin Göktepe'nin sarı basın kartı yoktu, geçemedi. İtiraz edince yaka paça götürülmüş. Haberi biz habercilere ulaştığında artık çok geçti. Ertesi gün öğrendik, götürüldüğü yerde öldürülmüş.” diyordu ve “Başta Evrensel’deki arkadaşları olmak üzere, mesleğimizin genç gazetecileriyle bu cinayetin savcılığın tozlu dosyalarında unutulmaya terk edilmesini önlemeye, devlet memuru katillerin yakasını bırakmamaya ant içmiş gibiydiler. Merkez medyada yuvalanmış, çoğu bir köşe kapmış, kimileri karar verici konumlarda yer tutmuş ağır toplarsa Metin Göktepe cinayetiyle ilgilenmeyi adeta reddediyorlardı. Duruşma haberleri birinci sayfada hemen hiç yer bulamıyor, iç sayfalarda da pek nadir gösteriliyordu.” diyor. Bir gün, medyamızın amiral gemisi sayılan gazeteden birkaç ağır top, mesleğimize onur kazandıran büyüklerimizden Nail Gürel abimin başında bulunduğu Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin Cağaloğlu binasında düzenlediği bir toplantıya lütfedip katılmışlar. Ardından da birkaç adım uzaklıktaki Cumhuriyet'e uğramış, çay içip sohbet ediyorlardı. Söz Metin Göktepe cinayetine geldi. Ağır toplardan biri, suratında yıldızlı bir gülücük ve bir inci saçtı: ‘Ya o çocuk tam gazeteci miydi sizce? Onun sarı basın kartı yoktu ki.’ Kan tepeme sıçradı.” diyor Aydın Engin, “Bilgisayarın başına çöktüm. O öfkeyle bir yazı döktürdüm. Başlığı pek yalındı: ‘Gazeteleri sarı basın kartı değil gazeteciler çıkarır’. Yazıyı galiba en arka sayfayı ama iyi görülebilir bir yere koyduk.” diye devam ediyor Aydın Engin. “Öfkemi paylaşan yazı işleri ve haber merkezi ameleleri yazıyı daha basılmadan okudular.” -bu da şeyde, yani Cumhuriyet Gazetesi'nde- “Birer birer gelip sarıldılar. Gazetenin mutfağındaki kızlar gelip şapır şupur öptüler. Parantez. Merhaba Deniz Testler, merhaba Şenay Kalkan, merhaba Sevim Ertemur, merhaba Berat Günçika. Kapat prentezi. Ertesi gün İlhan Selçuk yukarıya çağırdı, gittim. Kıs kıs güldü, kısa bir cümleyle tebliğ etti: ‘Bana bak komünist, seni köşe yazarı yaptım.’" 2002’de Cumhuriyet’ten ayrıldı, BirGün gazetesinin kuruluşunda yönetici olarak görev aldı ve bir süre "Tırmık" köşesini yazdı. Daha sonra Agos'ta köşe yazıları yazmaya başladı. Agos da bugünkü şeyinde de diyor ki “Aydın Engin, Agosta köşe yazarlığının yanı sıra gazetenin yazı işlerine de emek verdi. Özellikle Hrant Dink'in öldürülmesinden sonraki dönemde gazete mutfağında yer aldı. Agos olarak ailesine ve sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyoruz.” diyor. Hrant Dink'in yakın arkadaşıydı kendisi. Bu vesileyle de şeyi söyleyeyim, Aydın Engin Türkiye'nin ve dünyanın sayılı gazetecilik örneklerini vermiş önemli figürlerinden biri. Kendisi uzun yıllar köşe yazıları yazmış, sonradan da yazı işleri müdürlüğü de yapmış ve yöneticilik de yapmış olduğu sonradan da polis marifetiyle, oradan çıkarıldığı, atıldığı gazeteden de neredeyse hiç bahsetmeyecek bir durumda Hürriyet, Sabah, Milliyet gazetelerinde Aydın Engin'in ölümüne dair bir haber de göremediğimizi -tarayıp baktık- belirteyim. Diğer gazeteleri saymıyorum zaten, ama Cumhuriyet Gazetesi de hani neredeyse zoraki bir şekilde değinilmiş. Bir de Bülent Özdoğan'ın yazısından bahsedeyim, Gerçek Gündem’de beraber çalışmış biri olarak. Bülent Özdağ “Yine zordayım Aydın abi” diye küçük bir yazı yazmış Gerçek Gündem’de; “Bir anda kendimi o dar boğucu odada buldum Aydın abi. Başım yine ellerimin arasında, kapının açılmasını bekliyorum. Biri girsin içeri, ‘Kara Müdür ne oldu yine? İyice kararmışsın.’ desin.” -yazı işleri müdürüydü ya- “Otursun karşıma, ‘önce kahve söyle, sonra da bir sigara ver. Oya ablan, malum, paket taşımam yasak’ diye devam etsin. Sonra o sorsun, ben sıkıntı anlatayım, o çözüm yolu söylesin, ben işi yokuşa süreyim. Sonunda ‘Karışma sen, o iş bende, sen işine bak.’ diye konuyu kapatsın. Ardından mavra başlasın. Benim köylülüğüm, onun asilliği, benim fakirliğim, onun zenginliği konuşulsun. Boşuna değil, ‘Aydın Zengin’ dememiz kendisine. Ak Müdür Faruk çekiştirilsin hala içeri girmemişse kapıdan. Konu Murat Sabuncu'ya gelsin. Belki on kere, belki yüz kere yaptığımız espriler tekrar yapılsın. Dilin ayarı varsın kaçsın. Abilik, kardeşlik hukukunda bu da var nasıl olsa. Dünya bir kez daha kurtarılsın. Eşler bir kez daha çekiştirilsin. Unutulsun sohbetin sıkıntıyla başladığı sohbet, en yakın tarihte meyhanede nasıl buluşuruza bağlansın. Gidilsin o meyhaneye birkaç gün sonra, Aydın abi garsonla ilk sohbeti eden olsun, anlasın o garson arkadaş karşısındaki yaşlı amcanın dilindeki rahatlığın yaşanmışlıklardan kaynaklı olduğunu. İlk gençliğinde tiyatrocu, oyun yazarı; sonra profesyonel devrimci, gazeteci, siyasi mahpus, Frankfurt'ta taksi şoförü, mülteci, Türkiye'de yeniden gazeteci, iflah olmaz muhalif. Anlatsın bize Deniz’leri, Mahir’leri kendi penceresinden. Biz goşist olalım Faruk'la, o revizyonist. Sonra bolca gülelim masada. Birkaç damla gözyaşı da dökelim arada, meyhanenin çağındandır. Ama kaybettiklerimize değil. Parantez. Aydın abi sevmez bunu; çok yaşam çok kayıp da demek çünkü. Parantezi kapat. Sıkıntısını çözemediklerimize, derdine çare bulamadıklarımıza gülelim, hani gücümüzün yetmediği şeylere… Yine şaşırsın meyhane halkı bu dörtlüye. En çok bu masada içilsin, en çok bu masada konuşulsun. Sabuncu yemek ve içki kültürünü yarıştırsın, kızdırmak için Aydın abiyi. Faruk'la ben oyun dışı kalalım. ‘Rakıdan başka bir şey bilmez bunlar’ diye klasik mavraya dönüşsün, akabinde kim daha Aydın abici diye. Ben yine kaybedeyim sivri dilim yüzünden. Banu ve Buse'yi sevdiğini, beni zaten hiç sevmediğini, onlar için bana katlandığını söylesin belki yüzüncü kere. Sonra kalkalım o dostluk masasından. Çözemesek de sorunları içimiz yıkanmış olsun. En azından bu gecelik. Olmaz değil mi Aydın abi? Bu kez değil, artık hiç olmaz. Güle güle Aydın abi. Yıldızlar yoldaşın olsun.”

Evet, özel saati bu şekilde bitiriyoruz Aydın Engin'in ardından bir saatlik bir şey yaptık. Kendisini 2015 yılının haziran ayında kaybettiğimiz tiyatro ve sinema yönetmeni Başar Sabuncu’nun ardından yapılan cenaze törenindeki müthiş konuşmasında Cüneyt Türel, Başar Sabuncu ve kendisi arasındaki dostluğu çok ilginç bir hatıra üzerinden anlatmasını da Açık Dergi programında bu akşam dinleyebilirsiniz. Biz burada sona erdiriyoruz ve Bülent Özdağ'ın da söylediği gibi “yıldızlar yoldaşın olsun” diyoruz kendisine ve ara veriyoruz.